Üzülme

“...Allah, ölümünden sonra yeryüzünü diriltiyor.”1

 

“Ey oğul! Âlimlerin meclisinde bulun. Hikmet ehlinin sohbetlerini dinle.

Çünkü Allah, kuru toprağı yağmurla nasıl canlandırırsa, ölmüş kalbleri de hikmetli sözlerle öyle diriltir.”2

Evlerinin bir tarafında; ön, arka neresi olursa, bir veya birkaç ağacı olan insanlar şanslı bence… Bu cümleyi, şöyle mü’mince kurayım tekrar: “İnsanın evinin bir tarafında bir ya da birkaç ağaç bulunması, Allâh’ın bir lütfu.”

Geceleri, ay ışığında, rüzgârın yapraklarla sohbetini dinleyebilmek; fonda eski zamanlardan sözlerle göğe bakmak, gözlerini kapatıp o sükûneti içine çekmek, hep birer lütuf. Fondan gelip tüm ufkumuzu kaplayan sözler, Rahmânî olursa elbet.

 

“Hâfız’ın3 kabri olan bahçede bir gül varmış

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle

Gece bülbül, ağaran vakte kadar ağlarmış

Eski Şîrâz’ı hayal ettiren âhengi ile”4

 

Selviler, güller, bülbüller, Hâfız, Şiraz ve kabri… Gece, seher... Kırmızı, kanamak ve ağlamak… Gönül, bahar, âsûde… Âhenk ve buhurdan… Tütmek ve ağlamak, yıllar ve kabir…

 

“Ölüm, âsûde bahar ülkesidir bir rinde

Gönlü bir buhurdan gibi yıllarca tüter

Ve serin selviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter”5

 

Bir şiir nasıl sihire benzer, bu şiirle anlıyor insan!.. Ne söylediğini ilk anda düşündürmeyecek kadar şiir. Kelimelerin öyle bir seçilmişliği var ki, her mısra, hayranlık lokmasını tattırıyor insana… Öyle bir lezzet duygusu... Dimağ lezzeti...

Ve Hâfız; bir türlü toparlayıp kollarımın arasına tümüyle alamadığım, hangi tarafını tutsam bir başka tarafı yerlerde sürünen allı güllü bir tül yumağı.

Şimdi ben, “Yûsuf-u gomgeşte bâz âyed be Ken’an, gam mehor”7 diye başlayınca, sevgili Ravza teyzeciğimin coşkuyla ve âşinâlıkla ışıldayıveren gözleri, bir bahar çiçeği gibi açılıveren tebessümleri ile aydınlandı bazı yüzler eminim. Meselâ, Ali Hocamız ve onun gibi lisede Farsça dersi görmek nasip olmuş büyüklerimizin hepsi bu “ümit gazeli”ni muhabbetle yâd edecekler, mırıldanacaklar. İçlerinde çevresindekilere ezberden okuyup, şerhini yapanlar olacak.

“Kaybolmuş Yusuf, Kenan’a geri döner gam yeme”8

 

“Gönül Yusuf’u, elbet bir gün Rabbine dönecek dert etme, bu dünya sahrasında, Tih çölünde dönüp duran Mûsâ kavmi gibi gezinip duran insan, elbet bir gün Rabbini bulur, itmi’nana erer, bütünlenir. “Ve nefahtü” buyuran’a kavuşur... Bu imtihan silsilesi elbet bir yerde biter. İnsan “kâmil” olur, vuslata erişir. Denizine kavuşan ırmak gibi, huzur ve sükûn bulur.” diyecekler...

 

“Cûylar kim deryaya vardılar, hâmûş oldular”

(Irmaklar ki, denize ulaştılar, sükûnet buldular...)

 

Hâfız; kırmızı bir şakayıka benzer. Sabrın ve kemâlâtın çiçeğine… Rüzgarlara tuttuğu gönlünden sızan nağmeler, hâlâ mü’min ve sûfi gönülleri gayet samimâne, dostâne sarıp sarmalıyor.

“Bulut gölgesi, ırmak kıyısı, bahar… Benim şimdi ne yapmam gerekir? Sen söyle”9 diyor… Hemen; tefekkür, zikir, şükür, sohbet diyorum… Fakat aramızdaki incelik farkını ortaya koyuyor Hâfız. Başka bir beyitte cevabını buluyorum:

 “Sevgiliden ayrılanın tesellisi bir pınar başı, ırmak kıyısı, gözyaşları içinde kendi kendine konuşup düşünmektir.”10

Neyi düşünür peki, o uzak pınar başında, kendi kendine kalmış gurbet esirleri? Zirve duygu burada:

 “Bakışlarıyla toprağı altına çevirenler, acaba bize de bir nazar etmezler mi?”11

 

Ey görülmesi şifâ olan! Ey “eş-Şâfî” ismine mazhar ve âyinedâr ve tecelligâh olan yâr! Ayrılık derdine de şifâdır elbet, seni görmek… “Kamışlıktan koparıldığı gün”ün acısıyla içine gömülen ruhuma, ruhlara, ruhlarımıza cemâlin gerek!

Irmak kıyılarında gözyaşı döken şâirlere bakmışlar. Altına dönmüş toprak yanları. Bakmışlar, teveccüh eylemişler bütün hey’etleriyle; nefs, hastalıklarından arınmış. “Bazıları kırk yılda eğitilir, bazıları kırk günde bitirir eğitimi; bazılarına ise sadece bir dokunurlar.” ya, bazılarına da “sadece bakmışlar.” Yâr! Bakışlarının eğitimi, nefsimin hevâsını öldürür de yağmurum olur, kuraklıktan sonraki.

 

“Gamzen oklarıyla ölmek hâb-ı bârândır bana”12

(O delici bakışlarınla ölmek, yağmur uykusudur bana...)

 

Dolup dolup akmayan gözyaşları gibiyim, dolup dolup yağmayan yağmurlar gibi… Gözlerimde yağmur bulutlarının gölgesi ile dolaşıyorum, insanlar ve iklimler arasında…

 

“Meylim yoktur âşikâra

Sır olana bağlanmışım

Karanlığı yara yara

Nûr olana bağlanmışım

 

Ne açlığa ne tokluğa

İstikametim yokluğa

Sırtımı dönüp çokluğa

Bir olana bağlanmışım”13

 

İnsanın aslını bilen, içindeki cevheri, kul olma istidâdını bilen şeytan, nasıl da kandırıyor ahmak nefsi, günlük üzüntü ve neş’elerle… “İşitin ey yârenler!” kulluk neş’esini tadan ruhlardan haberler var! Kulluğun, “Mevlâ’nın mârifetine ermekten mütevellid bî-payan neşe” olduğunu söyleyen güzel kullar var! “Bilinmemi sevdim.” buyuran Hâlık-ı Zülcelâl-i ve’l-kemâl Hazretleri’nin sevilmesinin, sevişinin sürûru ile meşbû ruhlar var! Kıvamını bulmuş kulluklar var! Çiçek açmış, meyve vermiş kullar var! Yolunu bulmuş, deryaya kavuşmuş ırmaklar var! Ve bir su damlası gibi, deniz arzusu ile titreyen gönüller var. ..

 

“Deniz gibi, hiçbir şeyden bulanmamayı ummaktayım;

Hele bak, şu su damlasının başındaki olmayacak sevdaya!”14

 

Sâmi Efendi; “Allâh’ım, bizi Sana kul eyle!” diye duâ edermiş en çok. Musa Efendimiz’in son sözü, “Biz güzel kul olamadık. Siz, fırsatı ganimet bilin.” olmuş diye duymuştum. Ağlamıştı içimdeki deli derviş. İçimdeki çirkin ördek yavrusu... Kuğulara, gökyüzünde süzülen kuğulara bakıp bakıp iç çeken çirkin ördek yavrusu.

“Çalıların içinde bir ördek, kuluçkaya oturmuş yumurtalarını bekliyormuş. Uzun süredir tek başına oturmaktan sıkıldığı için yumurtaları çatlar çatlamaz sevinçle vaklayarak üzerlerinden kalkmış.

“–Artık çiftliğe dönüp oradakilere yeni âilemi gösterebilirim!” diye düşünmüş.

Hepsi tamam mı diye, cik cik öten yavrularını saymaya başlamış.

“–Yo, olamaz!” demiş, yumurtalardan birinin henüz çatlamamış olduğunu görünce.

O sırada oradan geçen bir ördek:

“–Yuvanda hâlâ çatlamamış iri bir yumurta var.” demiş. “Bahse girerim bir hindi yumurtasıdır.”

“–Hindi yumurtasıymış, höh! O benim yumurtam!..” demiş anne ördek, ters ters. İç çekerek yumurtanın üstüne oturmuş.

Bu son yumurta da çatlayınca içinden iri, çirkin bir ördek yavrusu çıkmış. Anne ördek bu yavruyu görünce onun çirkinliğinden biraz utanç duymuş. “Neyse ki diğer yavrularım güzel!” diye düşünmüş ve artık daha fazla vakit kaybetmeden çiftliğe gitmek istediği için yavrularını peşine takarak suya girmiş.

“–Çirkin olanı hiç olmazsa iyi yüzüyor…” demiş, anne ördek kendi kendine. “Öyleyse hindi olamaz. Çünkü hindiler yüzemez. Belki büyüdükçe güzelleşir. Belki bir süre sonra da büyümesi durur.”

Ne yazık ki, tam tersi olmuş. Çirkin ördek giderek daha da büyümüş ve diğer ördeklerden daha da farklılaşmış. Çevresindeki hayvanlar, onu hiç rahat bırakmıyor, onunla hep «Çirkin Ördek» diyerek alay ediyormuş. Kardeşleri bile vak vak edip başının etini yiyor, «Seni bir kedi kapsa da senden kurtulsak…» diyorlarmış. Tavuklar onu kovalıyor, onlara yem veren kız da ayağıyla onu ittirerek yemlerin yanından uzaklaştırıyormuş.

Çirkin ördek, bütün bunlara daha fazla dayanamamış. Çitlerin üzerinden uçarak atlamış ve çiftliği iyice geride bırakıp yaban ördeklerinin yaşadığı yere gelene kadar hiç durmadan yürümüş. Fakat yaban ördekleri de onun çirkin olduğunu düşünmüşler ve onunla dostluk kurmak istememişler.

Çirkin ördek, yapayalnız ortada kalmış. Ağaç dallarıyla çitlerdeki küçük kuşlar bile onu görünce kaçışıyorlarmış. «Çirkin olduğum için kaçıyorlar.» demiş kendi kendine. Tek başına oradan oraya dolaşmış durmuş. Bir ara, iki yaban kazıyla dost olmuş, fakat onlar da avcıları görünce uçup gitmişler. Bir seferinde de yaşlı bir kadın onu tutup evine götürmüş, ama kadının kedisiyle tavuğu, «Hem suyu seven, hem de yumurtlamayan kuş mu olur?» diyerek onunla alay edince dayanamayıp oradan da kaçmış.

Sonra mevsim değişmiş. Ağaç yaprakları sararıp solmaya başlamış. Bir akşam üzeri, güneş batarken bembeyaz tüylü, büyük ve güzel kuşlardan oluşan bir kuş sürüsü, çirkin ördeğin tam önünden, çalıların arasından havalanmış. Uçarken dalgalanıyormuş gibi hareket eden çok zarif, uzun boyunlu kuşlarmış bunlar.

«Bekleyin beni!» diye seslenmiş çirkin ördek, ama kuşlar kocaman kanatlarını açar açmaz gökyüzünün derinliklerinde kaybolmuşlar. Çirkin ördek, sevincinden suyun içinde bir fırıldak gibi dönmeye başlamış, sonra hızını alamayıp suyun dibine dalıp çıkmış. Boğazından çıkan garip sesler, onu bile korkutmuş. O beyaz tüylü kuşları bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Ne cins kuşlarsa onlar, onları çok sevmiş.

Kış, pek uzun ve sert geçmiş. Çirkin ördek, birkaç kez ölümden dönmüş. Bir seferinde buzun üstünde az kalsın donuyormuş. Neyse ki, oradan geçmekte olan bir çiftçi onu görmüş de kurtarmış. Sonunda kış bitmiş, bahar gelmiş ve çirkin ördek uçabildiğini keşfetmiş, öyle suyun üstünde değil, çok daha yüksekte, gökyüzünde… Bir gün kanatlarının gücünü denerken aşağıda, bir derede daha önce gördüğü o beyaz tüylü kuşlardan birçoğunun yüzdüğünü görmüş. Bir an bile düşünmeden, «Aşağı iniyorum.» diye kararını vermiş. «Çirkin de olsam onların yanlarına gideceğim.»

Böylece dereye, suyun üzerine inmiş. Kıyıda iki çocuk beyaz kuşlara ekmek kırıntısı atıyormuş. Çirkin Ördek’i görünce hemen annelerine, «Anne bak!» demişler. «Bir kuğu daha var orada! Bu kuğu diğerlerinden daha güzel hem de!»

Çirkin Ördek, çocukların ne demek istediğini anlamamış. Beyaz kuşlar arkalarına dönüp ona bakınca utancından boynunu bükmüş. «İsterseniz siz de çirkin ördek diye alay edin. Umurumda değil artık!» demiş içinden. Sonra, başını kaldırırken suda ilk kez kendini görmüş. Upuzun bir boynu, bembeyaz, harika tüyleri varmış.

«Merhaba!» demişler, diğer kuğular. «Hoş geldin!»

Sonra hepsi suyun üstünde ona doğru süzülmüşler. Hiçbiri çiftlikteki kuşlar gibi ona alay ederek bakmıyorlarmış. Boyunlarını zarifçe eğerek, «Ne kadar güzelsin!» diyorlarmış sanki. Çirkin ördek, «Demek ben çirkin ördek değilmişim. Bir kuğuymuşum!» diyerek sevinçle çırpmaya baslamış kanatlarını...” 15

 

Ördeklerin arasında kalmış, ördeklerin içine düşmüş bir kuğu yavrusu mudur ruhumuz? Bilir kuğu yavrusu olduğunu, ama gelmez o mesut gün, bembeyaz bir kuğuya dönüşeceği o mesut gün… Çirkin ördek yavrusu masalını bilen çirkin bir ördek yavrusu olma korkusu… Ya hiçbir zaman kuğuya dönüşmeyeceksek?! Üstelik kulluk arzusuyla kuğuluk arzusunun imtihanları birbirinden çok çok farklı (mı?)... Aynı aslında…

İncir ağacı, incir ağacı!.. Hiçbir zaman çiçek açmayacağını bilmeden -yahut bile bile- her bahar çiçek açan ağaçları hayranlıkla seyreden filiz, fide, fidan…

Kulluk arzusu… Çiçek açmış ağaçlara bakarken, yüzünü göğe tutup; “Allâh’ım, bana yardım et!” diye yalvarmak... Kuğuların gökyüzünde süzülüşünü, ördeklerin denizde yüzüşünü seyrederken…

İhyâ edilememiş gecelerin sabahında feryat: “Allâh’ım, bana yardım et!”

Geç kalınmış her namazın arkasından feryat: “Allâh’ım, bana yardım et!”

Öfkeye mağlup olunan her hâdisenin ardından feryat: “Allâh’ım, bana yardım et!”

Güzel davranışlarını okuduğumuz zâtların karşısında: “Allâh’ım, bana yardım et!”

 

“Bir kum tanesiyim, ama çölün derdini taşıyorum.”16

 

Bir katreyim, ummanın derdindeyim... Çölde bir kum tanesi, denizde bir damla olmak güzel, kum saatindeki kum tanelerinin dağ başındaki küçük bir pınarda kaynayıp duran su damlasının feryadını kim duyar? Rabbinden başka…

Su damlasının işi kolay, istîdâdı var. Güneşe, buluta ve rüzgâra emredilir, buharlaşır su, buluta yükselir. Rüzgâr alır götürür onu, ummana kavuşturur.

Ya kum tanesi ne yapsın? Allâh’ım, ona yardım et… Bâd-ı sabâ, sürme diye çeker mi bir gün yârin gözlerine, saçar mı hâk-i pâyine?...

* * *

O kırmızı şakayık çiçeği, yılları biriktirdiği yüzüyle açıverdi bir seher vakti benim bahçemde. Cübbesinin eteğini savurarak girdi gönlümden içeri. Rüzgârı rahmet oldu, kurak çöllerime; sözleri...

 

“Kaybolup gitmiş Yusuf, Ken’an iline geri gelir, üzülme!

Bu hüzünler evi, gün olur yine gül bahçesine döner, üzülme…

 Ey gamlar çeken gönül dertlenme, hâlin düzene girer;

 Bu perişan baş, yine bir hâle yola girer, üzülme!

Hele iki gün muradımızca dönmediyse,

Devrân hep bir türlü dönmezse, üzülme…

Hele sağlık olsun, ömrünün baharı gitmezse,

Ecel gelmezse, ey güzel nağmeli bülbül,

Yine çemen tahtında gül şemsiyesini başına tutarsın, üzülme!

Gönül; yokluk seli, varlık yapısını kökünden yıkıp götürse bile,

Mâdem ki kaptanın Nûh’tur, üzülme!

Kendine gel, gayb sırlarını bilmezsin sen!

Ümidini kesme, elemlenme, perde ardında gizli oyunlar var, üzülme…

Kâbe’ye varmak iştiyâkıyla yürürken çölde, ayağına dikenler batarsa üzülme…

Konak pek korkulu, maksad da çok uzak, ama

Hiçbir yol yoktur ki, sonu olmasın, üzülme…

İnsanı hâlden hâle sokan Allah, sevgilinin ayrılığındaki hâlimizi de bilir…

Rakibin verdiği zahmetleri de, üzülme…

Hâfız; yoksulluk bucağında, karanlık gecelerde

Virdin; duâ ve Kur’ân oldukça gam yeme…”17

 

* * *

 

Şad olsun erenlerin ruhları, nasibimiz bol olsun onların feyzinden... Âmin.

 

 

Dipnotlar:

1 Hadîd, 17.

2 Lokman Hakim, Tefsîrü’s-Sâvî, 3: 255-256.

3 Hâfız-ı Şirâzî: Büyük İran şâiri... 1318 (H. 720)de Şiraz’da doğdu. Şiraz’da 1389 (H. 791)’da vefat etti. Türbesi, “Hâfiziye” denilen semte bulunmaktadır. İran’ın tanınmış, büyük gazel şâirlerindendir. Asıl adı Şemseddin Muhammed’dir. Memleketi Şiraz’a nispetle “Şirâzî” lakabıyla meşhur olmuştur. Kur’an-ı Kerim’i ezberlediği için de kendisine “Hâfız” unvanı verilmiştir. Dînî ilimlerdeki vukûfiyeti ile beraber, Arap dili ve edebiyatı konusunda da önemli bir birikime sahip olduğu şiirlerinden anlaşılmaktadır. Şiirlerindeki âhenk, kullandığı dilin sâde ve akıcı olması ve veciz ifâdelere yer vermesi şöhretinin önemli sebepleri arasında yer almıştır.

4, 5 “Rindlerin Ölümü”, Yahya Kemal Beyatlı.

7, 8, 9, 10, 11 Hâfız Divanı.

12 Ahmed Paşa.

13 Uğur Işılak.

14 Hâfız Divanı.

15 Hans C. Andersen.

16 “Tane Can”, Mevlânâ İdris.

17 Hâfız Divanı.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle