Toprak Suya, Bedenim Abdeste Âşık

Dışarıda yağmur yağıyor. Yağmur toprağa, sevdiğine kavuşuyor. Evlatları olacak; bin bir çeşit bitki… Toprak, varlığın anası, su varlığın atası…

İnsan, toprak ve suyun karışımı bir balçıktan yaratıldı. Birazı toprak, birazı su… İnsan atasını da, anasını da aynı bedende taşıyor. Aynen kâinât gibi… Su ile diriliyor, su ile hayatı devam ediyor. İnsan, aslını seviyor ve aslını istiyor. Toprak, su ile diriliyor, su ile hayatını devam ettiriyor. Toprak, aslını seviyor, aslını istiyor.

“Allah, gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti. Muhakkak bunda, dinleyip-anlayan bir kavim için, bir ibret vardır.” (en-Nahl, 65)

“…Yeryüzünü, kupkuru/ölü görürsün, ancak Biz, onun üzerine su indirdiğimiz zaman; titreşir, kabarır ve her güzel çiftten iç açıcı bitkiler verir.” (el-Hac, 5)

“Allah, her canlıyı sudan yarattı. Bunlardan kimisi karnı üzerinde, kimisin iki ayağı üzerinde ve kimisi de dört ayağı üzerinde yürümektedir. Allah, neyi dilerse, onu yaratır. Muhakkak Allah, her şeye kâdirdir.” (en-Nûr, 45)

Toprak ve su, bizâtihî temizler. İkisi de çok temiz, dışarıdan müdâhale edilmedikçe… O sebepledir ki, kâinâtın ve insanın temizliği, su ve toprak ile mümkün…

Toprak, bağrında ne leşler taşıyor da birisini bile dışarı bildirmiyor. Su, toprağın bütün faaliyetlerine yardım ediyor.

Dirilmek, su ile dirilmek… Yağmurun toprağı dirilttiği gibi… Bütün bedenime su yağsın ve bereket gelsin. Diriltsin. Beni sinire, nefrete, öfkeye, kıskançlığa götüren bütün kötü duygularım, bedenime döktüğüm su ile aksın gitsin… Akar da… Bütün hücreler su ile yenileniyorsa, kötü duygular su ile gitmez mi? Gider her hâl…

* * *

Ortaokul yıllarında duymuştum, bütün kötü hâllerin su ile gittiğini... Misafirimiz olan bir hanımın anlatması ile... Rüyâ görüyordu bu hanım, hem de devamlı, aynı rüyâyı… Bu hâl tam üç aydır sürüyordu. Ama korkusundan, dillendiririm de kanadı bağlı kötü rüyâ kuşunu uçururum diye kimselere diyemedi. Sabır son raddesine gelince, deyiverdi kızına…

“-Yavrum, ben torunumu ateşlerin içinde görüyorum. O çocuğun bir derdi mi var?”

“-Yok!” dedi kızı… “Ne derdi olacak, yediği önünde yemediği ardında.”

O da her şeyi maddeden ibâret gören, diğer ana-babalar gibi idi. Sırtı pek, karnı tok ise bir çocuğun ne derdi olurdu ki?

Her ne kadar bunları annesine söylemişse de; onun da içini bir kurt kemirmeye başladı. Acaba onun bilemediği, bir annenin bilemediği, evlâdın derdi olabilir mi idi?

Eşine danıştı, anlattı annesinin gördüğü, ardı arkası kesilmeyen rüyâları…

Dedi:

“-Kalbimi bir kasvet kapladı. Gönlüm daralıyor. Birlikte çıkın gezmeye de, bir sor bakalım. Oğlun, delikanlı oluyor, acaba bir sevdiği, bir derdi mi var? Bana anlatmaya çekinir belki, sen hemcinsisin bir anla hâlini, dinle en ince noktasına kadar da çözelim bir düğüm varsa yavrumuzda…”

Baba da işkillendi. Pazar günü oğlu ile gezmek üzere randevulaştı. Çocuk şaştı. Şimdiye kadar babası ondan hiç randevu talep etmemişti. Zira aynı evde idiler. Ne gerek vardı?

Çıktılar, baba-oğul, dışarıya. Baba, elini koydu oğlunun omzuna… Yürüdüler epeyce birlikte… Kâinât güzeldi, bir gece önce yağmur yağmıştı da, toprak neşelenmişti, serpilmişti. Bir pastane ya da salona tıkılıp kalmamaya karar vermişlerdi. Toprak, nasıl gök kubbenin altında, dört duvarı olmadan huzur içinde ise, onlar da dört duvarın dışında toprak yanlarını beslemeye karar verdiler. Bunu bilerek yapmadılar. Sadece meleklerin gönüllerine verdiği ilhamla gerçekleştirdiler. Yaratan, nasıl da seferber ederdi, meleklerini, insanların rûhunu beslemek için... O zaman hemen diyelim Sübhânallâhi ve bihamdihî…

Konuştular, aşktan da, okuldan da; oyundan da, arkadaştan da… Delikanlı, babasına öylesine güvenmiş olmalı, babasını öylesine samimi bulmuş olmalı ki, deyiverdi:

“-Baba, ben kendimi her gece rüyamda ateşte görürüm. Size hiç anlatmadım… Ama ben artık çok korkuyorum… Sence neden öyle rüyâ görüyorum?!”

Baba, hemen kayınvâlidesinin gördüğü, eşinin anlattığı rüyâyı hatırlayıverdi. Onun da hanımı gibi içi sıkıldı, oğlu adına korktu. Baba idi, ne de olsa!.. Rüyâda dahî evlâdının yanmasına gönlü râzı olmazdı.

Ezân okunuyordu. Hiç namaza gitmezdi baba... Aklına pek gelmezdi. Ama şimdiki durum, o kadar çok özel ve o kadar çok gizemli idi ki, oğluna nasıl yardım edeceği hususunda tam da Allâh’ın yardımına ihtiyacı olduğunu melekler ilham edivermişti. O meleklere binlerce teşekkür… Onları yaratan ve kullarını gözetme vazifesi veren Rabb’e hamdolsun. Sübhanallâhi ve bihamdihî, hem de yaratılan varlıklar adedince…

“-Oğul” dedi, “Abdest alalım da bir namaz kılalım.”

Babasını hiç abdest alırken görmeyen, hele ki namaz kılarken görmeyen, hele ki babası ile birlikte câmi yolu bilemeyen, hele ki Cuma namazını sadece Cuma günleri cemaati sokaklara kadar taşan câmilerden ibaret bilen genç şaşırdı.

“-Ne abdesti, ben abdest almayı bilmiyorum ki!”

Okullarında gerekli olmadığına kanaat getirilmiş olmalı ki, Din dersi öğretmenleri yoktu. Yazın da izci kamplarına giderdi, câmiye nereden gitsin?! O zamanlar izci kampları vardı, şimdiki kadar çok yaz kampları ve yazın çocuğu câmiden, Kur’ân’dan uzaklaştırmak adına yapılan sözüm ona “sosyalleşme faâliyetleri” yoktu.

Baba şaşırdı, utandı. Baba, yer yarılsa da yerin dibine geçse idi. Doğrusu bu gün, ne tuhaf bir gündü böyle…

“-Bana bak, ben ne yapıyorsam aynını yap.” dedi.

Oğul bu kez:

“-Şimdi ne yapacağız?” diye sordu.

“-Namaz kılacağız, vakit namazını, yani ikindi namazını…”

“-Ben bilmiyorum, nasıl kılacağım?”

Baba, bir kez daha vuruldu. Gerçi neden vurulup duruyorsa?! Ne vermişti ki evlâdına ne beklesin, karnını doyurup sırtını giydirmekten ve bunu da babalık zannetmekten başka…

“-Bana bak, ben ne yapıyorsan aynını yap.” dedi sadece, içi yanarak...

“Taklit”, çocukluğun ilk yıllarında bitmeli ve ergen yaşta artık “tatbik” gelmeli iken, bu âilede geç gelmişti. Daha işin “taklit” safhasında idi delikanlı… Ne yaptığını ve anlamını bilmeden babasının her hareketini, daha doğrusu cemaatin her hareketini taklit edecekti. Olsun, ona zor gelmedi. Hatta gizli bir merak ve ilgi ile severek yaptı.

Akşama doğru eve döndüler. Baba, gönlünde evlâdına karşı binlerce mahcûbiyeti taşıyarak; evlâdı ise babası tarafından muhatap alınıp, ilgilenildiği için sevinç içinde evlerine döndüler.

O gece delikanlı, yine rüyâ gördü. Aynı anlarda anneanne de rüyâ görüyordu. Delikanlı yine ateşte idi, ama sadece ayakları ateşte idi, hiç değilse vücudunun büyük bir kısmı ateşten kurtulmuştu. Sabah, genç, babasına gördüğü rüyâyı anlatırken, anneanne de kızına torunu ile ilgili gördüğü rüyâyı anlatıyordu.

Delikanlı okula gitti, anne ile baba kahvaltı masasında epey kaldılar ve görülen rüyâları anlamaya, bu işin içindeki hikmeti çözmeye gayret ettiler.

O gün anne de, baba da hem abdest aldı, hem namaz kıldı. Ellerini açıp, bu rüyânın yorumunu kendilerine öğretmesi için Allâh’a duâ ettiler. Akşam evin reisi eve dönünce yüzü parlıyordu. İçi daha huzurlu idi. Neden suyun rahmetini, abdestin bereketini unutmuş da hiç abdest almaz olmuştu, Allah’tan ki guslediyordu!..

Bu düşünce aklından geçer geçmez baba ateşler içinde yandı. Telaş içinde oğlunun yanına gitti ve sordu.

“-Evlâdım sen hiç ihtilam oldun mu?”

O da neydi ki; genç hiçbir şey anlamadı. Babası, evlâdının anlayacağı ölçüde anlattı ihtilâmın ne olduğunu ve sordu:

“-Oğlum, şimdi söyle, sen hiç ihtilâm oldun mu?”

Oğul utanarak cevap verdi:

“-Evet, hem de bir yıldır.”

Baba:

“-Allâh’ım!” diye bağırdı.

“-Allâh’ım! Beni affeyle, neden beni yakmazsın rüyâlarımda da evlâdımı yakarsın. Ona guslü öğretmeyen benim, ben yanmalıyım, o değil!..”

Gusül ne idi ki? Garibim, genç onu da bilmiyordu. O devirler, gençler birbirlerine mahrem şeylerini anlatmazdı ya, öğrenmeyi akledememişti. Gerçi o da çok erken, ergen olmuştu. Acaba arkadaşlarından akıl bâliğ olan var mı idi?

O gece babası, oğluna gusül abdestini tek tek öğretti. Delikanlı, hemen gusletti. Bütün vücudu dinlenmiş, bütün hücreleri yenilenmiş, sanki bedenine bir tazelik gelmişti. Sadece bedenine mi; rûhuna da, gönlüne ne…

Bu gusül nasıl bir şeyse, önce rûhu dinlendiriyor, sonra bedene zindelik veriyordu. Delikanlı gusledip rahatladıktan sonra güzel bir uyku çekti. Artık ne delikanlı, ne de anneannesi ateşler içinde yanan genci bir daha rüyâlarında görmediler.

Gusül ve abdest, rûha şifâ, gönle şifâ, bedene şifâ… Sıradan şeyler değiller!.. Üzerlerinde binlerce tefekkür edilip, böyle bir rahmeti bahşettiği için Rabb’e binlerce teşekkür edilecek ibâdetler…

Sabah kalkar kalkmaz abdest almalı ki, sadece bedenimiz değil, rûhumuz dirilsin!.. Akşam yatarken abdest almalı ki, bedenimiz, uyku esnasında kendisini yenilerken, rûhumuz da neşelensin. Evden çıkarken abdest almalı ki, Rahmân’ın melekleri bizi hıfzetsin. Nasıl hıfz etmesinler? Abdest alarak bizim göremediğimiz o esrarlı nûru bütün melekler seyredip, nûr sahibinin peşine düşüyorlar. Melekler nûra âşık, melekler nûra hayran. Melekler abdestli kişiyi nûr içinde görüyorlar, bizim bakan, ama göremeyen gözlerimizin aksine…

O sebeptendir ki; devamlı abdestli gezen ve abdestli iken rûhunu teslim eden kimseler, şehîd olarak rûhlarını teslim ediyorlar. Bu bir hadîs-i şerîf… Her kelimesi doğru, her kelimesi hikmetli bir hadîs… Tabiî ki, şehîdler gibi rûhunu teslim eder, çünkü abdest nûrdur, o kişi ise daima nûr üstüne nûr ekleyerek kendisi bir güneşe dönmüştür. Nûr içindeki bir insan, nûr içinde ölmez mi?

Su beni diriltir, çünkü Âdem’in yaratıldığı çamurda su vardı. Toprak beni diriltir. Çünkü Âdem’in yaratıldığı çamurun öz maddesi topraktı… O sebepten olsa gerek ki, iki şey beni temizler, yaratılışımın öz maddeleri, su ve toprak…

* * *

Çok sinirliyim bugün, hemen bir suya koşayım. Öfke ateş, su ateşi söndürür. Suya koşmalı, abdeste koşmalı... Üzerimde bir uyuşukluk var. Hemen suya, abdeste koşmalı ki, su hemen diriltir. Bu ter kokusu da ne? Suya koş ki, o, bir güzel alır götürür kötü kokuları…

Su, kokuyu götürür mü? Götürür ya! Su ile toprağın içine ne atarsan at, dirilir, şimdi dirilmezse âhirette dirilir. Tohum da, ölmüş beden de…

Abdest ile sebzelerin ekili olduğu arâziyi sulamış gibi oluyoruz da, gusül ile bütün kâinâtı temizlemiş ve yıkamış gibi oluyoruz. Çünkü biz âlemin aynısıyız. Bir küçük âlemiz biz...

Toprak suyu sever, bedenimiz guslü ve abdesti sever. Toprak su ile dirilir, bedenimiz ise gusül ve abdestle dirilir. Bir toprağız biz... Su ile karışmış toprak. Biz suyu severiz, suya âşığız…

“-Su gibi azîz olasın!..” derdi babaannem, kendisine su ikram edene, suyu içtikten sonra… Gönlüm, babannemin duâsına “Âmîn!..” diyor.

İnşâallah, su gibi azîz olalım, su gibi izzetli…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle