Ben Bir abdest Suyuyum

Ben, bir abdest suyuyum. Denizler aşar, dünyayı dolaşır, mü’minlerin parmak uçlarına ulaşırım. Irmaklardan akar, testilere dolarım. Su azizdir, velâkin benimle izzeti daha da artar. Hem bedeni, hem de sadrı arındıran bir şifâ olur benimle... “Besmele” arkadaşım, “hamd” ise varlığımın mânâsıdır. Benim nûrum, gözlerin feri olur. Benimle yenilen lokma zikir olur, fikirler aydın olur. Benimle uyuyup uyananların, kıyamet saatinde alınlarında pırıl pırıl bir kandil yanar. Kıymetliyim, pek nâdide bir cevherim. Sizler, kendinize süs olarak ne inciler, ne pırlantalar takarsınız. Gerçekte benim gibi zînet ise, çok az bulunur. Mü’min gönüllerde ihlâsla parıldadığım zaman en değerli cevher yanımda mum gibi sönük kalır. Bir de dünyalık ışıltıların yanında mum gibi kaldığım zamanlar olur. Âh o zaman ney gibi iniltiler çıkarırım. Bu kıymetli cevhere ne olmuş böyle der, benim hâlime acırsınız.

İşte o zaman ben de hâlden anlayan birini buldum deyip anlatmaya başlarım.

“-A yârenler! Bir kıymet bilmezin eline düştüm de hâl-i perişânım bundandır! Yakası paçası sökük, kendini örtmeye çalışan bir zavallıyım. Elbisemi bir tarafından çeksem diğer tarafım açılır. O kıymet bilmez var ya! Benim bu perişan hâlime hiç acımaz. Aynada sûretini süsler durur da gönül elbisesindeki kirlerden, yırtıklardan bîhaber yaşar. Namaz vakti girer, ama bizimkisi televizyonun başında zamanını hebâ eder. Kimi sefer de yemek, çamaşır, bulaşık derken akşam olur. Namazını, beti benzi sararmış beli bükük hâle getirir. Sonra bir an insafa gelir de namaza kalkar. Bu sefer de yorgunluğu bahane edip abdestin sünnetlerini bırakayım, farzlarını yapayım der. E farzların hakkını verse bârî! Musluğu şarıl şarıl açar açmasına da, ne yüzü, ne de kolları bu abdest sularından nasibini alır. Âh! O zaman yüz, el ve ayaklar feryada başlar:

“-Bu gurbet ellerde bizi hayat kaynağımıza kandırmadın. Kurak topraklara döndük, Rabbimiz’in huzuruna mahşer günü bu perişan hâlimizle nasıl çıkarız?!” derler.

Âzâlar içerisinde merâmını en iyi anlatan dil, konuşmaya başlar:

“Âh n’ideyim, şu hâlimi kime söyleyeyim! Yâ Rab! Sen işitir görürsün! Sahibimi hamâkatten, bîvefâ olmaktan kurtar!.. Gıybet yaraları, boş sözlerle iyice derbeder oldum. Yaralarımı tedâvî edecek bir abdest suyuna hasretim. Bu dünyaya ne için geldik, şimdi ne horluğa düştük. Değil mi a nurlu çerağım! Sen dile gel de anlat hâlini!”

Bu talep üzerine, göz, dile gelip konuşmaya başlar:

“-Bir kıymet bilmezin eline düştüm, kadre eremedim. Hak, bana kendi basarından verdi ki, göreyim. Gördüklerimi tefekkür sermâyesi edineyim de şükre ereyim. Her eserin sûretini seyreyleyip en yüce sanatkârı bileyim. Budur benim sürûrum, budur cennetim!.. Ama gelin görün ki, şu kıymet bilmezin çehresinde bir gün gülmedim. O gülerken ben için için ağladım. Ey vicdan sahipleri duyun! Ben de sizler gibi serâpâ abdest sularıyla yıkanıp tertemiz olmak isterim. Kıymet bilmez beni, bütün gün boyunca, şu içi gibi dışı da kara kutuya mahkûm etti. Gördüklerim nûrumu söndürdü. Gaflet üstüne gaflete battım. Işıltılı göğüm kara bulutlarla kaplandı. Çöldeki kum taneleri gibi ben de bir abdest suyuna hasretim. Zâhiri gülerken bâtını ağlayan şu bîçareye medet! Hidâyet rüzgârını estir yâ Rab! Şu basiretsiz sahibimin kalp gözlerini hakikate açıver!”

Hemen sonra, sırayı almak için birbirine “şak şak” diye vuran iki el konuşmaya başlar.

“-Ey iki gözüm! Âleme açılan nûrlu pencerem! Sen yine arada gördüğün güzel manzaralarla Allâh’ın sanatını seyreder, ferahlarsın. Ya ben ne yapayım söyle! On parmaklı bir ustayım. Nice saymakla bitmez hünerlerim var. Şu parmaklarım olmadan kimse bir şeycikler yapamaz. Âlimin kalemini tutup ilmini yazan el benim. Nice sanat eserlerini yapan el yine benim. Allâh’ın en büyük hediyelerinden biriyim. Lâkin takdir edeni olmayan bir gamzedeyim. Kur’ân’ı tutmaya, samimi gönülle varılan secdelere bir de abdest sularına çook hasretim. Bir kadirşinasa düşseydim, ne paha biçilmez bir cevher olurdum!.. Âh, âh! Ben yanmayayım da kimler yansın a dostlar!”

Hemen gerisindeki televizyon, homurtuya benzer sesler çıkarmaya başlar:

“-Bre vefâsızlar! Bre zenginlik kapısında fakirlikten dem vuranlar! Meğer sizde merhamet hiç yokmuş. Ama sahibinizde merhamet çokmuş.”

Bu ağır sözlere karşılık âzâlar hemâvâz konuşmaya başlarlar.

“-Bize bak, homurtu kazanı! Hakkı bâtıl, bâtılı hak gibi gösteren sefâlet alkışçısı!.. Senin ne haddine bize söz söylemek! Senden gelecek merhamete karnımız tok, elhamdülillâh!”

“-Kıymet bilen sahibiniz, gece gündüz demeden benim duygulu sahnelerime sel gibi gözyaşı döker. Böyle merhametli kimseleri, takdir edemez sizin gibi vicdan yoksulları... Bu müstesnâ insan, namazını kılar. Abdeste koşa koşa gider.”

 Âzâlar:

“-Doğru, o duygulu sahneleri kaçırmamak için koşar.”

“-En sevdiği dizi bile olsa beni bırakır, kalkar namazını kılar.”

 Yine âzâlar:

“-Doğru, hemen yanı başında kaçırmak istemediği bölümleri dinleyerek namaz kılar.”

 Bu harâretli atışmalar, kapının aralanmasıyla bir anda kesildi. Çünkü odaya tatlı bir meltem doluverdi. Ardından içeri giren kimsenin cemâli öyle aydınlıktı ki, göz kamaştırıyordu. Âzâların her biri hayranlıktan şaşırmış bir hâlde hemcinslerine baka kaldılar. Hiç bu kadar parlak âzâlar görmemişlerdi. Onlara gıbta ile bakıp, bu nûra nasıl sahip olduklarını sordular. Onlar da:

“-İhlâs, ihlâs, ihlâs!..” dediler.

Derin bir nefes alıp iç çektiler.

“-Bize de yâ Rab! Bize de yâ Rab! Bize de!..” dediler.

Baktıkça içleri açıldı. Üzerlerindeki kara bulutlar dağıldı.

Kıymet bilmezin hâli de birden değişmişti. Bu parlak çehreli insan, içeri girdikten sonra kendisine çeki düzen vermeye başladı. Ne zamandır açık olan televizyon kapandı. Başına bir de örtü alıp vakti giren namazı kılmak için abdest almaya hazırlandı. Âzâlar bir farklılık hissediyorlardı. Neydi bu hafiflik! Sanki üzerlerinden ağırca bir yük kalkmıştı.

Sonra musluk suyu açıldı. Mis gibi bir koku yayıldı. Bu güzel kokuyu çok uzun zamandır duymamışlardı. Abdest suyuyla öyle bir karşılaşmaları oldu ki, birbirine yıllardır hasret dostlar gibi sarıldılar. Abdest suyu dile geldi.

“-Ben sizin ne zamandır hasretle beklediğiniz abdest suyuyum. Hadi artık mahzun olmayın!.. Sizi nûrumla tertemiz yıkayayım, iştiyâkınızı daha da artırayım.”

Sonra âzâlar dile geldi.

“-A ümit pınarımız! A Hazret-i Mûsâ’nın asâsı gibi taştan hayat fışkırtan el suyumuz!.. Bizi senden mahrum bırakma!” diye yalvardılar.

Abdest suyuna daldılar. Daldıkça yandılar. Yandıkça kandılar. Hepsi birden dile gelip:

“Hamdü lillâh, hamdü lillah, hamdü lillah!..” dediler.

Bu hamd içinde abdest aldılar, sermest oldular.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle