Şükür

Ne güzel bir kelime, sana verilen, bildiğin-bilmediğin veya akıl ettiğin-edemediğin sayısız nîmetlerin Yaratan’ına teşekkür… Bize güzel bir söz söyleyene teşekkür ediyoruz; yol gösterene, bir bardak çay ikram edene… Ya bunca kâinâtı, içindeki sayıya gelmez eşya ve canlıyı emrimize âmâde kılan Cenâb-ı Hakk’a teşekkürümüz?! İstisnâsız hepimiz lutuflar içindeyiz. Hangi konu üzerinde olursa olsun tefekkür edebildiğimizde, ne kadar nîmet içinde bulunduğumuzu fark edebiliyoruz; arkasından minnet ve teşekkür duygusu geliyor.

Her gün nefes alışımız, yürüyüp koşmamız, canımızın her istediğini yiyip içmemiz, konuşup meramımızı anlatmamız, ne kadar sıradan şeyler gibi geliyor. Ne zaman bir hastalık, sakatlık ya da kısıtlanma olunca nimetlerin birisinde, o zaman fark ediyoruz kıymetini… Cihan sultanı Kanunî Sultan Süleyman, nefes darlığı çekerken ne söylemiş:

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…

 

Doğusuyla batısıyla koskoca bir devletin başı… İnsanların hepsinin gıpta ettiği bir makamda… Ama o, yaşadığı ihtişamı, bir nefes sıhhate denk görüyor. Biz o nefesi, günde kaç defa alıp veriyoruz? Kaç defa, bir yüce devlete sahip oluyoruz da farkında değiliz!..

İnsan olduğumuzun, yaşadığımızın farkında olmak… Bunlardan gâfil olarak her gün yiyip içip uyumak çok sıradan bir hayat… İnsanı, diğer canlılardan farklı kılan, insan kılan “düşünmek, farkında olmak ve şükretmek”…

* * *

Geçenlerde beyimle bir câminin önüne geldik. O, imam efendi ile görüşmek üzere câmiye girdi. Ben dışarıda onu bekliyordum. O esnada biraz ilerideki banklarda oturan 20-25 yaşlarında bir genç:

“-Hacı amca, hacı amca!” diye iki-üç defa seslendi bir yaşlı adama doğru, sonra yerinden kalktı, koşmaya çalıştı. Ama yapamadı, tökezler gibi oldu. O zaman engelli olduğunu fark ettim. Aynı heyecanla:

“-Sana bir şey söyleyeceğim, ama kulaklarına inanamayacaksın!” diye yüksek sesle konuşmaya devam etti.

Gayr-ı ihtiyârî o tarafa tekrar döndüm; hacı amca biraz daha yaklaştı, ama o genç yerinde duramıyordu:

“-Çok şaşıracaksın! Ben bir günlük asker olacağım, tamam mı?” diyordu.

Hacı amca:

“-Âferin oğlum, çok sevindim. Yalnız askere gidince bol bol resim çektir, tamam mı?!” dedi.

“-Tabiî, tabiî… Her şeyi ayarladım, hiç unutur muyum?” diyor, mutluluk gözlerinden okunuyordu.

Kulaklarıma inanamadım, dondum kaldım. Askere gitmemek için binbir türlü yalan, bahane, rapor alanları düşündüm ve bu delikanlıdaki saf, temiz yüreği düşündüm. Hani derler ya; sizin beğenmediklerinizin, bazıları hayâlini kurar diye... Aynen öyle.

* * *

Başka bir gün vakit geç oldu; biraz acıktım, bu saatte ne yesem derken bir kâse yoğurt yemeyi düşündüm. Hem yiyor, hem de düşünüyordum:

“-Yâ Rabbi, bu ne güzel bir nîmet… Önce beni insan yarattın ve beni bu nîmetten yararlandırdın. Bu nîmeti temiz ve lezzetli kıldın. Bana da onu alma imkânı verdin. İmkânım olsaydı da hastalık gibi başka bir mânim olsaydı, ben bunu yine yiyemezdim.”

Afrikadakiler aklıma geldi, sonra… Yemek beğenmeme gibi bir lüksleri yok. Bizdeki israflarla kaç Afrika doyar? Mâlum, düğün mevsimi başladı. Fakiri-zengini hep yarış hâlinde… Hele de oteller, lokantalar, fırınlar o kadar çok yiyecek atıyorlar ki… Malzemenin en iyisi kullanılıyor, gösteriş olsun diye… Binbir emekle hazırlanıyor envâi türden yiyecek… Kalanı hemen çöpe gidiyor. Tabaklarda kalanı değil, kazanlardaki bile… Artan yemeklerle, ekmek ve tatlılarla kaç aile doyar?! İnsanın içi sızlıyor. O kadar emek, masraf...

* * *

Geçtiğimiz yıllarda belediyenin sosyal hizmetler bölümünden sorumlu bir hanımı ziyarete gittik.

“-Bizden ne gibi istekleriniz varsa yardımcı olalım.” dedi.

Dar gelirli âilelerin erzak, odun-kömür, kırtasiye ve giyim gibi ihtiyaçlarını belirttikten sonra:

“-Ancak bu işi de muhtarın tanıdık ve akrabalarının insafına bırakmayın. Gerçek ihtiyaç sahiplerine sahip çıkın. Eğer gerçekten istenirse, Antalya’daki sayısız otel ve lokantanın fazlasını taşıyacak birkaç araba tahsis edebilirsiniz. Böylece hem otelleri israftan, hem de ihtiyaç sahiplerini açlıktan kurtarmış olursunuz.” dedim.

Şöyle bir düşündü, cevap veremedi.

“-Çok güzel bir istek… Ama biz otellerden böyle bir talepte bulunursak onlar da bizden meşrû olmayan bazı isteklerde bulunabilirler.” gibi bu gün bile hâlâ anlamakta zorlandığım bir cevap verdi.

“-Siz onları zora sokacak bir şey istemeyeceksiniz ki… Ha çöpe dökmüş, ha sizin götürdüğünüz kaplara… Ne fark eder onlar için?” dedim.

“-Bakalım…” dedi.

İmkânım olsa bu işi üstlenirdim. Çok çocuklu âileler, ev kirasını, elektrik parasını ödeyemeyen, işi olmayan pek çok aile var. Geçenlerde yazlığa giderken kasaba uğradık;

“-Köye gidiyoruz, kedi-köpek için bir şeyler varsa alabiliriz.” dedik.

Verdiler. Çok sık gidemesek bile sanki geldiğimizi hissediyor hayvancıklar. Bir anda her taraftan damlayıveriyorlar; paketi açtım, iştahla yemeye başladılar. Ama kasabın verdiği kemik, yağ, işe yaramaz kısımlar, hem kokuyor, hem de göze hoş gelmiyordu. Bir de onların iştahla yiyişini seyrettim:

“-Aman yâ Rabbi, bizi insan olarak yarattın. Her şeyin en iyisini, en güzelini, en faydalısını, bize âmâde kıldın. Artıklarını, kabuklarını, posasını yiyecek mahlûkât da yarattın. Bize o kadar çeşitli nîmetler sundun ki, biz de sıkılmadan seçiyor, bir de beğenmiyor atıyoruz. O hayvancıklar, her zaman bulamıyor bile bu artıkları... Bu bize nasıl bir ikram? O hâlde biz ne kadar şükretmeliyiz? Bizi sayılamayacak kadar nimetlere gark ettin, nasıl hamd edelim, nasıl şükredelim?!

* * *

Ankara’da otururken gece yarısı acayip derecede bir horlama sesiyle uyandım. Eşim uyuyordu, ses ondan gelmiyordu. Bu ses nereden geliyor diye odalara baktım, dış kapı tarafına doğru sessizce yaklaştım. Ses kapıdan geliyordu, ama o kadar ürkütücüydü ki… Kapıdaki küçük gözden baktım. Merdiven boşluğunda yankılanıyordu. Bizim kapıya sırtını dayamış, kapının üzerindeki paspasa yatmış, çok iri yarı birisi… İnanın, önce insan olduğundan şüphe ettim. Eşimi uyandırdım. O da baktı. Neyin nesiydi bu? Kapıyı açsak içeri yuvarlanabilirdi. Aralık ayı sonları, biz içerde doğalgazı biraz azaltsak üşürüz diye düşünürken o adamcağız, paspasın üzerinde uyuyordu. Çoğu işyeri olduğu için gece apartmanda fazla kalan yoktu. Aman Allâh’ım, ne yapacağımızı bilemedik. Belediyeye, polise, itfaiyeye haber verdik; bir çare bulsalar da bu adam donmasın diye… Herkes değişik bir bahâne buldu. Sabah namazını kıldık. İçerde çözümler aradık.

Nihayet eşim dayanamadı, kapıyı açtı. Biraz yiyecek, biraz para verdi:

“-Hadi kardeşim, kalk, bak hasta olursun! Nerede kalıyorsan oraya git.” dedi.

Adam ayıkıp kendine gelemiyor:

“-Tamam abi…” deyip tekrar dalıyordu.

“-Hadi kardeşim…” deyince, bu sefer de:

“-Sabah olsun giderim.” dedi.

Biz içeri girdik, ama o kadar acı duyduk ki, bir şeyler yapamamanın çaresizliğiyle… O bir insandı; israf olmuş bir insan… Bu kadar insanın içinde harcanmış… O herhangi bir mahlukât değildi. Annesi, onu “Oğlum oldu!” diye sevinerek karşılamış ve büyütmüş bugünlere getirmişti. O, bu hâliyle kimbilir ne dünyasını, ne de âhiretini kurtarabilirdi?

Biz sıcacık yatağımızda yatarken o dışarıda diye gözyaşlarıma mani olamadım. O gün tekrar yatamadık. Gelip gidip kontrol ettik; insan bu kadar ucuz olmamalı… Sabah kendine gelince sadece parayı alıp gitmiş. Yetkililer geldiler ve:

“-Biz onu tanıyoruz, evi yok. Nereyi bulursa orada sabahlar…” dediler.

Kuşların bile bir yuvası var; kira olsun, kendinin olsun… Herkesin barınacağı bir mekânı var.

* * *

1973 yılında beyim rahatsızlandı. Ankara’da Gata’da tedavi için yatıyordu. Aynı odada kalan bir hasta daha vardı ki, “şükür” kelimesi dilinden hiç düşmüyor. Eli yüzü pırıl pırıl devamlı yatmak zorunda… Kore savaşında şarapnel parçası yanına düşmüş belden aşağısı tutmuyor. 20 yaşından beri yatalak… Alıp getirmişler. Bugüne kadar annesi bakmış, o da çok yaşlandığı için bakamaz olmuş. Artık onun tedavi olacak bir yanı yoktu.

Evdeyken de kapıya bir ip bağlamışlar; gelene o şekilde açıyormuş kapıyı... Hep yattığı için vücudu uyuşuyor. Ara sıra yanına gelen olursa:

“-Beni öbür yanıma çevirir misiniz?” diye ricâ ediyor. Çevirdikleri zaman da öyle yürekten:

“-Allâh’ım çok şükür!...” diyordu.

24 yıldır bu hâldeydi. Hastahâneye geleli de 5 yıl olmuş. Onu herkes tanıyor; kibarlığı, efendiliği ile dikkat çekiyordu.

Ben her gün ziyarete gittiğim hâlde hiçbir lüzumsuz konuşma ve hareketine rastlamadım. Ama onun o, “Çok şükür yâ Rabbi!..” deyişi bizi çok etkilemişti.

Biz hastaneden çıktıktan sonra bir süre haberleştik; birkaç yıl sonra vefat ettiğini öğrendik, âdeta canlı şehiddi. Her yerde, her hâlimizle:

“Yâ Rabbi!.. Verdiğin nîmetleri bizden geri alma; zikrini, fikrini, şükrünü ve bize kulun olduğumuzu unutturma!..” der gibiydi.

Rabbimiz, kendisine hakkıyla şükrettiğini haber verdiği “azın azı” olan kullarının arasına bizleri de dâhil eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle