Dedelerin En Muhteremi, Belki De Benim Dedemdi

Kendisine bakan her gözü, gülümseyen bir sîmâ ile rûhunda misafir eden, “Din kardeşinin yüzüne gülümsemen sadakadır.” (Tirmizî, Birr, 36) hadîs-i şerîfini düstur edinmiş, kıymetli bir hanımefendi… Zenginliği tevâzû ile harmanlamış bir gönül... Dört çocuğunu, edep ve şeriat ölçüleri ile yetiştirmenin endişesini şiâr edinen bir anne… Kayınvâlidesini öz annesinden hiç ayrı tutmamış sâliha bir gelin... Kıymetli Mûsâ Topbaş Efendimizin ve Fatma Feride Annemiz’in mânevî nefesiyle büyümüş ilk torun... Âhirzaman ihvânına irşadı ve ilmiyle nümûne olan pek muhterem Osman Nûrî Topbaş Efendimizin kıymetli kerîmesi Zeynep Tivnikli Hanımefendi’yi misafir ettik sayfalarımıza… Bu mülâkât, vefâtının sene-yi devriyesi içinde olduğumuz kıymetli Mûsâ Efendimizi yâd etmek ve onların mübârek nazarları ile büyüyen bir kalpten gönül testimizi doldurmak niyeti ile yapıldı. Uzatalım gönül testimizi, bu güzel gönle; herkes doldursun tâkati ve nasîbi nisbetinde… Buyurun, nasibimiz bol olsun!

 

Çocukluğunuz güzel bir yuvada, mânevî bir atmosferde geçti. Bize o güzel günlerden kesitler sunabilir misiniz?

Rabbimize sonsuz hamd ü senâlar olsun, çok güzel, bir o kadar da kıymetli bir çocukluk devresi geçirdim. Tabiî, o zamanlar pek kıymetini fark edememişim. Şimdi düşündükçe daha iyi fark ediyorum. Hamdolsun, iki Allah dostunun nazarları ile, onların lokmaları ile büyümek nasip oldu. Çocuklarımı da o mânevî atmosferde büyüttüm, Rabbimizin lutfuyla…

İlkokul çağıma geldiğim zaman kıymetli dedeciğim Mûsâ Efendi, ilkokula gitmemi tasvip etmediler. Husûsî bir eğitimden geçmemi münasip gördüler. Şimdiki Fazilet Koleji’nin olduğu yerde rahmetli Abdullah Yazıcı’nın yönetiminde Fazilet Kız Kur’an Kursu vardı. Kıymetli babacığım, her sabah erken vakitte işe gitmeden evvel, beni bizzat kendileri oraya götürürler, akşam işten dönerken de alıp eve getirirlerdi. Oraya ilkokul derslerini verecek özel hoca gelirdi. Ben beş sene orada, ilkokul derslerimi aldım. Yine orada İmam Hatip derslerini okudum. Tam dokuz sene, babacığım, her gün beni getirdi götürdü. Ben ilkokul çağlarımda okula servisle giden ya da yaya yürüyerek kendi başlarına okula giden çocuklara özenirdim.

“-Ne olur babacığım, ben de servisle gideyim!” derdim. Babacığım:

“-Olmaz; ben seni elimle bırakıp elimle alacağım.” derdi.

Şimdi anlıyorum, o kadar meşgalesi içinde beni özel götürüp getirmesinin kıymetini… Meğer kız çocuklarına verdiği kıymetmiş. Muhterem büyüklerim, bizim Kur’ân Kursu âdâbı ve terbiyesi ile büyümemi arzu etmişlerdi. Büyüklerimin bu tercihi, gerçekten çocukluğumun huzurlu geçmesine sebep oldu. Allah kendilerinden râzı olsun.

O zamanlar biz büyüklerimizden en ufak bir şeyden mutlu olmayı öğrendik.. Bu da şükre götürüyor insanı… Hatırlıyorum da bahçedeki ağaçların altına dökülen ağaç çöplerini toplar, pamukların üzerine boyayıp yapıştırırdım. Kendimizi meşgul edecek, mutlu edecek oyunlar ve meşgalelerimiz vardı. Şimdiki çocuklar gibi canımız sıkılmazdı. Evimizde hiç televizyon olmadı, elhamdülillah… Öyle çarşı-pazar gezmemiz de yoktu. Bizim için gezmek, Bursa’ya gitmekti. Allah kendisine uzun ömürler versin, babacığım, bizi Bursa’ya götürünce gezdirir ve oraların tarihini, evliyâullahın menkıbelerini anlatırdı.

Çocuk rûhu ile o güzel insanların kıymetini pek bilemedim diye düşünüyorum. Ama onların feyziyle büyümenin faydalarını, şimdi daha iyi hissediyorum. Karşılaştığım hâdiselerde “Evet, küçükken böyle demişti.” babaanneciğim… “Bir de şöyle yapardı, ne kadar doğruymuş!..” diyorum.

 

Fatma Feride annemizi görmek bize nasip olmadı. Biraz Fatma Feride annemizden bahseder misiniz?

Çocukluğumun en güzide kısmında babaanneciğim vardı. Kendisi Mesnevî âşığı bir Kur’ân hâfızı idi. Kur’ân ahlâkıyla bezenmişti. Ayrıca tam bir İstanbul hanımefendisi idi. Kendi nefsi için kızdığını hiç görmedim. Allah için öfkelenirdi. “Aman bana kırılırlar.” düşüncesi ile Allâh’ın emirlerini söylemekten hiç çekinmezdi. Kimsenin arkasından konuşmazdı. Uyarılması gereken bir husus varsa, usulünce uyarırdı.

“-Aman kuzum, bu böyle olmamış; şöyle yaparsan daha iyi olur.” derdi.

Hemen herkes samimiyetini bildikleri için kırılmaz, daha ziyade memnun olurlardı. Gönül almak, hediye vermek, en büyük zevki idi. Anadolu’dan gelen ihvanlara ikramlar hazırlamak çok hoşuna giderdi. Müthiş tertipli, çok akıllı bir hanımdı. Dedeciğim, babaanneme hep “Sultan” veya “Fatma Sultan” diye hitap ederdi. Babaannem de “Efendi” derdi. Fatma Feride Annemiz’in hiç kız çocuğu yoktu. İlk kız, ilk torunu olduğumdan belki beni çok severdi. Ben de onu bir babaanneden öte, anne gibi severdim. Yetişmemde çok emekleri vardır. Bir kız çocuğunun en önemli vasfının “edep” olması gerektiğini sürekli hatırlatırdı. 3-4 yaşlarındayken bile, gayr-ı irâdi oturuşumuzda bir eksiklik olsa, hemen işaret ederdi. Hele dedeciğim, bu hususta daha da takvayı tercih eder; uzun eteğimin kenarlarındaki yırtmaçları bile pek hoş görmezdi. Şimdi düşününce, bunun sebebinin küçükken bile olsa, yırtmaca alışmamamız olduğunu anlıyorum.

 

Peki, bu kadar hassasiyet sizi bunalttı mı? Şimdi sürekli bu öne sürülüyor. Küçükten bunaltmayalım, ilerde yapar deniyor?

Kesinlikle bunaltmadı. Bu hususlar, o kadar tatlı dille ve sebepleri anlatılarak yapılırdı ki, zihninizde bir soru, kalbinizde bir sıkıntı kalmazdı. Dedeciğim, pantolon hususunda da çok hassas davranırdı. Ben dört-beş yaşlarındayken mor bir pantolon giydirmişler, dar da değildi. Üstünde de tunik vardı. Dedem beni öyle görünce köşkteki yardımcı kızlarımıza:

“-Zeyneb’e elbise getirin.” dediler.

Elbise geldi, yan odada üstüm değiştirildi. Dedem iki makas istedi.

“-Bak yavrum, bu kız kıyafeti değil.” diyerek güzelce tatlı tatlı anlattı. Daha sonra oyun oynar gibi minik minik hâle gelene kadar o pantolonu dedeciğimle kestik. Bana çocuk ruhuyla bir oyun gibi anlattıkları için bir daha da ne pantolonun hevesi, ne de adı kaldı.

Babaanneciğim, Allah dostlarını çok severdi. Abdülkadir Geylânî Hazretleri’ni ve Mevlânâ Hazretleri’ni çok okurdu ve anlatırdı. Çocukken anlamazdım, ama dinlemeyi çok severdim. Hayran hayran babaannemin ağzına bakar, ben de böyle okuyup anlatacağım diye iç geçirir ve ona imrenirdim. Babaannem hâfızdı, sürekli cüzlerini okur, tekrar ederdi. Hatta dedem, bir odaya çekilir okurdu. Babaannem başka bir odaya geçer çalışırdı. Ben de babaannemin Kur’ân’ı sallanarak okuduğunu görünce, elime bir kitap alır, aynen onun gibi yaparak onu taklit ederdim. Köşke her gün rahmetli Emine Hocahanım gelirdi, ona hâfızlık derslerini verirdi.

 

Anlattıklarınızdan görüyoruz ki, en önemli nasihat, örnek olmak. “Yapma, etme, yasak, günah!..” demek kolay, ama tesiri yok! Tesir olması için model olmak gerekiyor.

Evet, kesinlikle öyle… Rahmetli babaanneciğim, namaz hususunda çok titizdi. Kendi namazına titizlendiği gibi benim namazlarıma da titizlik gösterirdi. 8-9 yaşlarındayken, yazın günler uzun tabiî, bütün gün bahçede arkadaşlarımla oyun oynardım ve çok yorulurdum. Yatsı ezanı da geç olunca koltuklarda uyuklardım.

“-Zeynep, hadi kalk, yat!” derlerdi.

“-Ben daha yatsı namazımı kılmadım.” deyince rahmetli babaanneciğim:

“-Çocuklar Kâbe’deki ezana göre kılabilir, şimdi Kâbe’de okundu. Sen şimdi kıl yatsı namazını…” derdi.

Ben de kalkar kılıp yatardım. “Nasıl olsa farz değil, sonra kazâ eder.” veya “Daha çocuk, günah olmaz! Uykusu da var yatsın!..” demezler, çocuk ruhuna uygun formüller bulurlardı.

 

Ahlâk anlatılmaz, sinermiş. O mübarek insanlar, hâlleriyle, sevgileriyle öncelikle sizin gönül dünyanıza sinmişler; anlamadığınız mevzuları da tatlı tatlı anlatarak âdeta zihninize işlemişler, değil mi?

Evet, ayrıca o büyük zâtlar, her konuda takvâyı düstur edindikleri için bize de sık sık İslâm’ı hayatımızın her safhasına yaymamızı tembihlerlerdi. Onların bize bıraktığı en mühim miraslarından aklıma gelen birkaç hususu sizinle paylaşmak isterim.

Şimdiki tâbirle söylemek gerekirse, erkek kuzenlerimle, büluğ devremizden sonra aynı sofrada oturmamıza râzı olmazlar, şeriatin sınırları aşılmasın diye bizleri uyarırlardı.

İsraf hususunda da çok titizlerdi. Çocukken bazı istediğim şeylerin ihtiyaç yoksa ve aşırı lüks ise, âhiret tarafı hatırlatılırdı. Meselâ kıymetli pederime bir gün:

“-Babacığım, arabamızı lüks bir arabayla değiştirelim!” demiştim.

Varlık içinde olmamıza rağmen:

“-Kızım ikisi de aynı vazifeyi görüyor, gerek yok! Etrafımıza bakıp arabalardan mahrum insanları düşünelim.” demişlerdi.

Şimdi maalesef gücü yeten israfa, yetmeyen de borca düşüp çocuklarının aşırı isteklerini yerine getiriyorlar. Sonra ne oluyor? Ne çocuklar mutlu, ne de âileler… Çünkü nefis hiç doymaz. Hep daha fazlasını arzu eder. Sonra hiçbir şeyden memnun olmayan, âilesini beğenmeyen, bunalımlı bir gençlik karşımıza çıkıyor. Düşünelim, böyle bir gençlik nasıl yuva kuracak, nasıl nesil yetiştirecek ve nasıl ümmet-i Muhammed’e faydalı olacak?!

 

Hatıralarınızı bizimle paylaşırken sözlerinizden âdeta muhabbet ve hasretiniz taşıyor.

Evet, çok özlüyorum. Galiba dedelerin en muhteremi, benim dedemdi. Ona muhabbetle bakınca:

“-Kızım benim dedelerim de meşâyıhtandı.” derdi.

O yüce şahsiyet, benim rûhuma öyle girmişti ki, hem dedem, hem şeyhim, hem de biricik dert ortağımdı. Sevincimi, sıkıntımı rahatlıkla onunla paylaşabilirdim. Bana tatlı tatlı nasihatlerde bulunur:

“-Sen haklısın, o haksız!” demezdi.

O zarif parmağını sallayarak:

“-Aklınla idare edeceksin.” derdi. Bu altın nasihatler, hayatımda hep bana ışık olmuştur.

Kendileri sürekli edep hâlindeydiler. Yemek yerken veya hasta zamanlarında, kullukta edep hâlini yaşarlar, arkalarına dayanmazlar, hattâ yastık bile koydurmazlardı. Özellikle oturuştaki edep, onlar için pek mühimdi. Hele bacak bacak üstüne atılmasından hazzetmezler ve:

“-Edebi olmayanda iş yoktur.” derlerdi.

Bizlere de sık sık:

“-Aman yavrum, çocuklarınızı edepten mahrum etmeyin ve onlara her hâlinizle güzel örnek olun. Onlar sizlere Allâh’ın emaneti… Terbiyelerini hakkıyla verirseniz iki cihanda rahat edersiniz!” diye nasihat ederlerdi.

Hatta dedemle bu hususta bir hâtıram vardı. Kıymetli zevcim Fahreddin Bey’in bir arkadaşı, Fethiye’de bir yer ayarlamış tatil için… Kimse yokmuş. Sadece âilece biz olacakmışız. Tabiî çocuklar çok sevindi tatile gideceğiz diye… Biletlerimiz alındı, hazırlandık. Dedemle vedâlaşalım diye bir gün evvelden ziyaretine gittim. O zaman Pembeköşk’e gittim.

“-İşte dedeciğim, çok temizmiş, kimse yokmuş! Şöyle böyle…”

Heyecanla anlatıyorum. Dedemin yüzü birden düştü. İçimden:

“-Eyvah!” dedim, “Dedemi üzecek bir şey söyledim herhalde…”

Bir müddet halıya baktı, baktı, sonra başını kaldırıp:

“-Biz Bursa’yı severiz.” dedi.

Ben dondum kaldım. Hemen teslim oldum, “Tamam” dedim de çocuklara nasıl söyleyeceğimi düşünüyorum. Sonra çocuklara açıkladım, tabiî hepsi şaşırdı. Ertesi gün biz Bursa’ya doğru yola çıktık. Yolda çocuklar, biraz mırın-kırın ettiler, ama bizim en güzel Bursa seyahatimiz oldu. On gün kaldık. Önceden defalarca gittiğimiz bir yer olmasına rağmen o seyahatin bambaşka bir tadı vardı. Herhalde teslimiyetin bereketi diye düşündük.

Ayrıca burada şunu da belirtmek isterim ki, denize girmek, kendi başına bir haram değildir belki, ama denize girerken haremlik-selâmlık ve mahremiyet ölçülerine dikkat edebilmek, kendimizi veya âilemizi muhafaza edebilmek zor, hattâ imkânsız… Bir de benim çocuklarım küçüktü o zaman… Denize girmeye alışacaklardı. Belki onlar da haşema giyeceklerdi, ama sonuç olarak alışmış olacaklardı. Sonraki neslimiz, belki onu da terk edecekti. Bugün çok duyuyoruz; dışarıda pür tesettür, sonra denize gidilip hanım hanıma da olsa uygun olmayan kıyafetler oluyormuş. Bunlar şeriata da, takvâya da ters… Onlar bizi takva sınırları içinde yetiştirmeye gayret ederlerdi. Çocuklarım, üç-dört yaşlarındayken bir âile dostumuzun boğazda yalıları vardı. Oraya havuza götürdüm bir-iki kez… Dedeme de anlatmıştım. Dedem, yine biraz hiddetlenerek:

“-Şimdiden bunlara alıştırırsan, sonra onlarla nasıl baş edeceksin?!” diyerek uyardı.

Gerçekten her şey küçük alışkanlıklarla başlıyor.

 

Musa Topbaş Efendimizin en etkilendiğiniz yönü ne idi?

Zaman zaman Anadolu’dan hanımlar gelirdi ziyaretlerine… 30-40 kişilik gruplar hâlinde, hiç görmediği kimselerdi bunlar... Ama grubun içinden, kıyıda-köşede bir hanım bulur, ona iltifat ederdi. Sonradan öğrenirdik ki, en gayretli, en hizmet ehli hanım o kimseymiş. Ben de o iltifata mazhar olanlara gıpta ederdim; görmeden, görünmeden gönüllere girebildikleri için…

Bazen kahvaltıdan sonra bahçede gezerdi. Ben de iki adım arkasında yürürdüm. Bir gün bir şey çok dikkatimi çekti. Hiç abartısız anlatıyorum. Mübârekler geçerken çiçekler ona doğru sallanıyorlar, kıpırdıyorlar; iki adım sonra ben geçiyorum hiç kıpırtı yok! Bir-iki, dikkat ettim hep aynı… Dayanamayıp dedeciğime:

“-Dedeciğim, çiçekler size selâm veriyorlar.” dedim. Dedeciğim:

“-Zeynep şakırdayan ibibik kuşu gibisin, bunları nerden çıkarıyorsun?” demişti. Kerametlerinin ifşâ edilmesinden hoşlanmadı.

Yine başka bir hâtıram da bir hac dönüşünde vukû bulmuştu. Hacca giderken çocuklarımı kayınvâlideme bırakmıştım. Dönünce ilk olarak dedemi ziyaret ettik. Daha sonra da kayınvâlideme gitmiştik. O sırada dedem de hac ziyareti için bizim eve gelmişler. Tabiî biz evde yokuz. Sonra bana nasihat etmiş ve:

“-Hacı evinden dışarı çıkmaz; kapısı sonuna kadar açık olur ki, ziyarete gelenler de sevap alsınlar. Hacı kapısını ziyarete açık etmelidir.” demişti.

Meselâ bayramlarda, tatil anlayışını hoş karşılamaz:

“-Bayramlar sıla-ı rahim vesilesidir; keyfî-ferdî bir eğlence değildir!..” buyururlardı.

Çocukluğumuzda bayramları çok güzel yaşardık. Yeni kıyafetlerimiz askıya asılır, boy abdesti alınır, o güzel elbiseler giyilip büyüklerimiz ziyaret edilirdi. Ellerini öperdik, onlar da mutlaka harçlık verirlerdi.

Benim çocukluğumun en güzel karelerinden birisi de Ramazan ayına aittir. Ramazan gelmeden evvel hazırlıklarımız başlardı. Hele yaz aylarına tesadüf eden Ramazanlar bambaşkaydı. İftar sofraları bahçemize kurulur, ilk gün akrabalarımız iftara dâvet edilir, ikinci gün komşularımız, sonra da ilim ehline iftarlar tertib edilirdi. İftar sofrasını hazırlamak bizler için çok büyük bir zevkti. Dedeciğim, sofra tertibine çok ehemmiyet verir; bizzat sofraların tanzimine ihtimam gösterirdi. Yaz Ramazanlarında, çocuk olmamıza rağmen biz de oruç tutmaya teşvik edilirdik. Ben iftara yakın, acıkıp zorlanmaya başlayınca Süreyya Annem bana tatlı tatlı cennet nimetlerini anlatır, beni sabra teşvik ederdi.

 

Pırıl pırıl üç kız evlâdı yetiştirdiniz. Allah iki cihanda yüzünüzü güldüren evlâtlardan eylesin, inşâallah! Ben de iki kız annesi olarak soruyorum; bize kız evlâdı yetiştirirken nelere dikkat etmemizi tavsiye edersiniz?

Rabbime sonsuz şükürler olsun! Kız evlâdı yetiştirmekte hiç zorlanmadım. Büyüklerimizin bize vurguladığı yönlere ağırlık vermeye gayret ettim. Bu hususta sürekli dedemden, babaannemden ve babacığımdan nasihatler aldım. Büyüklerimizin feyzinden nasip alsınlar diye sık sık dedemi ziyaret ettirirdim. Her pazar sabahı, âilece köşke kahvaltıya giderdik. Büyüklerimizin sofrasından teberrüken yerdim ve çocuklarıma da yedirirdim. Dedeciğim:

“-Kızım, asıl mârifet, sâlih ve sâliha nesiller yetiştirmek!..” derdi. Babacığım:

“-Kızım, zengin âileler, kızlarını Kur’ân Kursuna göndermiyorlar; sen gönder! Hem örnek ol, hem de çocuklarının iki dünyada da mânevî bereketini gör!” demişlerdi.

Gerçekten ben kızlarımı, kurslarımıza verdim ve babacığımın dediği bu bereketi şimdiden görüyorum elhamdülillah! Günümüzde marka çılgınlığı yaşanıyor. Bir müslüman anne olarak ben de kardeşlerime, “İslâm kimliği ile beslenmeye gayret etsinler ve yavrularına da bunu öğretsinler” derim. Her şeyin güzeli olsun, kalitelisi olsun, ama israfa kaçmadan; Müslüman şahsiyetini zedelemeden inşâallah!.. Muhterem babacığım, bize sürekli Osmanlı’yı anlatırdı. O kadar ki, hepimiz Osmanlı hayranıyız. O yüzden bizim Avrupa’nın markalarına ihtiyacımız yok!.. Meselâ evlenmeden bir gece evvel muhterem babacığım bana nasihat etmişti, hiç unutmam:

“-Kızım, on yıl paspas olacaksın; sonra da baş tacı olacaksın!..” demişti.

Yani en az on yıl, kendin fedakârlık yapacaksın, sonra karşındakinden bekleyeceksin. Sabrı, karşıdakinden beklemeden önce kendimiz göstermeliyiz.

Kız evlâdı yetiştirirken anneler, kendi hâllerine çok dikkat etmelidirler. Ben kızlarıma bakıyorum da kocalarını karşılamalarında, onlara hürmet veya onlarla görüşüp konuşma tarzlarında kendi hâlimi ekranda seyrediyormuşum gibi geliyor. Demek ki, beni küçüklükten beri kopyalamışlar. Meselâ ben kayınvalidemi çok severdim ve ona hürmet göstermekten zevk alırdım. Kayınvâlidem bizde rahat kalabilsin diye ona özel oda tahsis etmiştim. Aynısını kızlarımdan birisi yapmış; yeni ev aldıklarında kayınvâlidesi için özel oda tahsis etmiş. Bunu gören kayınpederi çok memnun olmuş. Fahreddin Bey’e telefon açıp:

“-Çok güzel evlât yetiştirmişsiniz, Allah sizden râzı olsun.” demiş.

Bunu duyunca, tabiî çok sevindik. Elhamdülillâh, Rabbimiz emeklerimizi zâyî etmedi diye… Evimizde her zaman bir yardımcımız vardı. Ama yardımcı var diye bütün işi ona yıkmadık; özellikle yemeklerimi, hep kendim yapmaya gayret ettim. Kızlarıma gerektiğinde toz da aldırdım, lavabo-tuvalet de yıkattım. Çünkü evlenip gidince evlerinin bütün işinden öncelikle onlar mes’ûl olacaklar. Misafir gelecekse, hazırlığı hep beraber yaptık. Gidince mutfağın toparlanmasını onlara bırakırdım ki, alışsınlar. Fahreddin Bey de sürekli bu hususta kızlarımıza nasihatte bulunur:

“-Beylerinize mutlaka her sabah kahvaltı hazırlayın. Onları evinizden duâ ile yolcu edin, akşamları da güleryüzle karşılayın!..” der.

Âcizâne, özellikle yeni evlenen kızlara sabır tavsiye ediyorum. Büyüklerinin güzel nasihatlerine kulak versinler. Yeni evlenirken “Her şeyimiz tam olsun!” diye tutturmasınlar. Zamanla her şey olur; hem nazar değmez!.. Yeter ki huzur olsun. Özellikle hanımlar, beylerine saygı göstersinler. Bu saygı, şimdi kalktı gibi… Beyinin yakınlarına da hürmet etsinler. Beylerini maddî hususta zorlamasınlar. Bir hanım olarak bizim en mutlu olacağımız yerler, evlerimiz olmalı!.. Evimizin düzeni veya aldığımız küçük bir bardak bizi mutlu etmeli... Şahsen evimi temizlemek, akşam yemeği hazırlamak, âilemin sevdiği ikramları hazırlamak bana huzur veriyor. Çünkü bunların hepsinden sevap alıyoruz.

Muhterem babacığım da hep derslerinde söyler ya:

“-Toplumları âbâd eden de, berbat eden de kadındır!..” diye.

Yine kıymetli babaanneciğim küçük yaşta evlenip, çocuklarım üst üste oldu diye kıyamazdı. Tatlı tatlı tesellî eder:

“-Aman Fahreddin’imi sakın ihmal etme! Beyinin kıymetini bil.” derdi. Babaanneciğimin yanından sevinçle çıkar; koşarcasına evime gelir, akşam olmasını dört gözle beklerdim. O nasihatler ne kadar da kıymetliymiş!..

Burada ayrıca ifade etmek isterim ki, annelik hususunda örnek aldığım bir kişi de muhterem, çok kıymetli Süreyya Annem’dir. Bana çok küçük yaştan başlayarak dünya evine girinceye kadar, hatta daha sonraları da çok emekleri geçmiştir. Allah kendilerinden râzı olsun. Onun gibi takvâ sahibi anneler, toplumun rehber anneleridir. En takdir ettiğim yönü ise, çok genç yaşından itibaren takvâ hayatı içinde olmasıdır. Onun gönlünde, sâliha hanımların çok ayrı bir yeri vardı. Onların duâ ve nasihatlerini almaya çalışır; gönüllerine yol bulacak hizmetlerde bulunurdu. Bu sâliha hanımlar, Sıdıka Hanım, Vecihe Hanım, Dürriye Anne, Sâime Anne gibi annelerimizdi. Kendisi, bu ziyaretlere giderken mutlaka beni de götürürlerdi. Bana da o sâliha anneler gibi asil ve zarif olmayı tenbih eder; hayatımız için onları canlı birer örnek olarak gösterirdi. Ben de bu ziyaretlerden çok büyük haz alırdım. Velhâsıl Süreyya Annem, bir ömürlük teşekküre lâyık, gelecek nesiller için örnek ve çok kıymetli bir annemdir.

 

Kayınvâlideniz Câhide Hanımefendi geçen Ramazan ayında Medine’de vefat etmişti, değil mi? Biraz da kayınvâlide-gelin ilişkisinden bahsedebilir misiniz?

Her şeyin başı saygı, saygı, saygı... Kayınvâlidemi annem gibi severdim. Beni uyardığı hususlar olurdu mutlaka. Ben, “o benim iyiliğimi ister” diye düşündüğüm için aramızda kırgınlık olmaz, hep onun nasihatlerinden istifade etmeye gayret ederdim.

Onun en fârik vasıflarından birisi de güleryüzlü olmasıydı. Annem, nûr içinde yatsın, gıybeti hiç sevmezdi. Nasihat etmeyi çok severdi. Evlâtlarını pek ziyâde severdi. Bir gelin olarak bütün derdimi, sıkıntımı ona açardım ve bilirdim ki, o orada kalırdı. Bazen anlatır; sonra da:

“-Aman anneciğim, bunu kimse duymasın!..” derdim.

“-Olur mu Zeynep, bu benimle kabre gidecek!..” derdi.

Gerçekten kabre kadar da gitti konuştuklarımız... Görümceme dahî hiç söylemezdi. Yıllar geçer, ben kendim söylerdim bazen… Sonra da:

“-Annem daha önce sana hiç söylemedi mi?” diye sorardım. O da ilk defa duymuş olduğundan, hayret eder ve:

“-Hayır, hiç söylemedi.” derdi.

Sırrı, çok güzel muhafaza ederdi. Annem, hakiki “kara gün dostu” idi. Herkesin derdi, onun derdi idi. Duâ isteyenlere gece kalkar, özel duâ ederdi. Yetim kızların çeyizlerine destek olmayı çok severdi. Bazen müslüman olmuş yabancı uyruklu hanımlar gelirdi. Hemen onlara abdesti-guslü öğretir, zarurât-ı diniyyeden bahsederdi. Bundan da çok büyük sevinç duyardı. İbadete çok düşkündü. Gece iki buçukta ayaktaydı. Ezkazâ bir defa kaçırsa, çok üzülür:

“-Âaah ben ne yaptım da gece teheccüde kalkamadım!..” diye hayıflanırdı.

Misafir ağırlamayı da çok severdi. Sokakta karşılaştığı her hanıma selâm verirdi. Selamları alınmazsa, kendisi alırdı. Fukarânın cebine yavaşça sadaka sıkıştırırdı. Sevdiğini çok belli ederdi. Kayınvâlide-gelin ilişkisi zor bir iştir; ama güven olursa kolaylaşır. Benim annem, bana çok güven verdi, Allah râzı olsun. Beyimle paylaşamadığım sıkıntılarımı, onunla paylaşırdım; o derdimi çözmek için elinden gelen maddî-mânevî her şeyi yapardı. Çözülene kadar duâ ederdi.

Beraberce birçok kez umrelere gitmek nasip oldu. Neredeyse odasında hiç kalmaz; hep Harem-i Şerif’te namaz kılarak günlerini değerlendirirdi. Geçen yıl Ramazan umresindeyken durum farklıydı. Pek odadan çıkamadı. Nefes almakta zorlanıyordu. Tâ Medine’ye kadar böyle oldu. Medine’deki son günümüzde Ravza’ya gidip ziyaretini yaptı. Sabah, ben tekrar:

“-Anneciğim, bu sabah döneceğiz. Son bir defa dışarıdan ziyarete gidelim mi?” dedim.

“-Tamam, hadi gidelim.” dedi. Gittik.

“-Anneciğim, yoruldunuz mu?” dedim.

“-Âh hiç yorulur muyum, oradan ayrılmak istemedim.” dedi.

Cennetü’l-Bakî’nin önünde sabah namazımızı kıldık. Cennetü’l-Bakî’nin bahçesinde sahur yapan kişilere çok özendi, dönüp dönüp baktı.

“-Ben de tutmak istiyorum.” deyince:

“-Anneciğim, yola çıkacağız zaten rahatsızsınız, tutmayın!..” dedim.

Şevvalin ikisi idi. Tutturmadık, ama sonra da üzüldüm. Nasip, ötesi de olmuyor. O hasta hâlinde evlenecek kızlara oradan elbiseler aldırmış. Kendisi, gençliğinde nakış hocası imiş; geceleri gaz lambasının ışığında nakış işlermiş. O günlerine çok üzülürdü. O yüzden hâfızlık cemiyetlerinde çok ağlardı.

“-Keşke gözlerimin nûrunu onlara akıtana kadar Kur’ân’ı hıfzederek kullansaydım!..” derdi.

Kur’ân’ı hep aşk ile okurdu. Pazartesi-Perşembe hep oruç tutardı. Hiç bilmem ki, bu sünneti terk etmiş olsun. Mahallenin gariplerini de iftara dâvet eder, onlarla iftar etmeyi severdi. Misafire kendisi hizmet ederdi. Ağzına abdestsiz bir lokma koymaz; hattâ ilaç bile yutmazdı. Geleceğimiz sabah otelde Hakk’ın rahmetine kavuştu anneciğimiz… İkindi namazını müteakip Cennetü’l-Bakî’de Efendimiz’in misafiri olarak ebedî istirahatine çekildi. Allah kendisinden râzı olsun. Mekânı cennet olsun.

 

Çok teşekkür ederiz, kıymetli hâtıralarınızı bizimle paylaştığınız için…

Ben de sizin şahsınızda Şebnem Dergisi’ne teşekkür ederim. Hayatlarında nice güzellikler bulunan kıymetli büyüklerimi bir kere daha yâd etmeme vesile oldunuz. Onların hepsi, bir ömürlük teşekküre lâyıktırlar. Rabbim, kendilerinden dâim râzı olsun. Bizi de cennette onlarla buluştursun.

Halime DEMİREŞİK

 

Fotoğraflar….

Eski Köşk resmi-takvimde kullanılmıştı.

Mustafa-Musa Efendi

2000-Temmuz sayısı kapak… / Çocuk çıkarılacak…

1999-Ağustos, Ehlullah’ın vasıfları yazısındaki ilk resim…

Musa Efendi’nin tebessüm eden resimleri

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle