Sevilen Eğitimcinin Vasıfları -6

GERÇEK FETİH, GÖNÜLLERİN FETHİDİR

 

Efendim hizmet etmek isteyip de bir türlü hizmet imkânı bulamayan kardeşlerimize neler tavsiye edersiniz?

Hizmet oturanın ayağına gelmez. Gayret etmek ve fedakârâne bir arayış içinde olmak lâzımdır.

Efendimiz, on üç sene insanlara tebliğ için çırpındı. “Gelsinler anlatayım!” demedi. Taşlanmayı göze aldı, Tâif’e gitti. Dönüşte bir köleyi buldu, ona hemen tebliğde bulundu. Hiçbir fırsatı değerlendirmeden geçmedi. Bu muhasebe içinde olmalıyız. “Yol arayanlara ne kadar ulaşabiliyoruz?” Her an bunun gayreti içinde çırpınmalıyız.

İnsan insana zimmetlidir. Onun için bir müslümanın, diğer kardeşini kendisi için bir kıyamet mes’ûliyeti olarak görmesi ve ona bu gönül penceresinden bakarak merhamet ve muhabbetle yardımına koşması lâzım gelmektedir. Merhametin îcâbı da budur.

Mü’min de her an bir hizmet fırsatı aramalıdır. İmkân ve fırsatların ayağına gelmesini bekleyemez. Şayet ararsa, Allah önüne çıkarır. Fakat hizmet arayışını şuur hâline getirmeyen kimsenin önüne sayısız hizmet fırsatı çıksa bile, onlara karşı gaflet içinde kalır.

Bazı işler uzaktan kumandayla olmaz. Hazret-i Ali t buyurur:

 “Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken, bazen biz Peygamber r Efendimiz’in arkasına sığınıyorduk. Hepimizin en cesuru O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu.” (Ahmed, I, 86)

Eğitimcinin, hizmet adına çoluk-çocuğunu, anne-babasını ve rızkını kazandığı işini bir kenara bırakıp ihmâl etmesi nasıl yanlış ise, bunları bahâne ederek hizmetten geri durması da aynı şekilde doğru değildir.

Eğitimci, ne elde edemediği maddî imkânlar için çok üzülmeli, ne de nâil olduğu dünyalıklar sebebiyle çok sevinip şımarmalıdır. Mânevî lezzet, maddî lezzetin önüne geçmelidir. Peygamberler, kavimlerine, dâimâ “Benim ecrim Allâh’a âittir.”[1] demişlerdir. Eğitimci de, vazife şuuru içinde olmalıdır.

Eğitimcinin eğitimde muvaffak olabilmesi için Allah rızâsını hedeflemesi lâzımdır.

Yâsîn’in ikinci sayfasında Habîb-i Neccâr’ın zâlim kavmi îkaz edişi bildirilmektedir:

  1. Bu gelenler sizden bir bedel veya bir ücret istiyor mu?
  2. Bunlarda bir yanlışlık görüyor musunuz, bunlar hidâyet üzere olanlar değil mi?

Demek ki, eğitimci hak ve hakîkatin tebliği için maddî talepler peşinde koşmamalıdır. Zira tebliğin en büyük mükâfâtı, rızâ-yı ilâhîye nâil olmaktır. Bundan daha büyük bir mükâfat olabilir mi?

Bir de eğitimci hâliyle, kāliyle, içiyle, dışıyla bir olmalıdır. Küpte ne varsa, dışına da o sızar. İçini şefkat, rahmet ve hidâyetle doldurmalıdır ki, dışına da bunlar aksetsin.

Eğitimci, problem üretici değil, problem çözücü olmalıdır. İşi lâf ve tenkide döküp eksik ve gedik aramak yerine, hâdiselere yapıcı bir ruhla ve müsbet bir bakış açısıyla yaklaşabilmelidir.

Eğitimci, hizmetteki aksaklıklardan dolayı başkalarını suçlamamalı, ayıp ve kusuru öncelikle kendinde aramalıdır. Muhabbet ve gayret, her problemi çözer.

Ebû Hüreyre t şöyle buyurur:

“(Ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık:

Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak:

«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der.

Yakasına yapışan kişi ise:

«–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de îkaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.”[2]

Evlâtlar da şikâyetçi olacak. Evlâdını, “Uydum kalabalığa!” deyip sokakların, internetin vicdanına bırakırsan o evlât, kıyamet günü “Anam-babam beni câhil bıraktı!” diyecek. En büyük cehâlet, Cenâb-ı Hakk’ı tanımamaktır.

 

Eğitimde öncelikle gönüllerin muhâtap alınmasının önemi nedir?

Gerçek fetih, gönüllerin fethidir. Bu ise, ancak gönüllerini dergâh hâline getirebilenlerin harcıdır. Kılıç, bir demir parçasıdır. An­cak hak ve hakîkatin yolunu açmak için kullanılması gereken bir âlettir. Hidâyetler ise, gönüllerin fethiyledir.

 Bir eğitimciye duyulan muhabbet, onun öğrettiklerine olan alâkayı da artırır. Eğitimcinin, talebelerine muhabbet ve merhametle yaklaşması, telkin ettiği mesajları aklî bir mecrâdan ziyâde, kalbî bir yoldan aktarmasını sağlar.

Nasıl ki ham bir demire şekil vermek için onu ateşe koyup yumuşatır ve sonra çekiçle döverler ise, gönüller de muhabbet ateşiyle yumuşatılmadan kolay kolay alıcı hâle gelemez. Muhabbet dolu bir gönülden gelmeyen ifâdeler, kulaktan öteye geçmez. Bu sebeple de gönüllerde bir tesir meydana getiremez. Kalbe erişmeyen bilgi, irfâna dönüşmez.

Eğitimciler talebelerin en kıymetli uzuvlarında, yani kalp ve dimağlarında tasarrufta bulunarak, bir dünya görüşü inşâ ederler. Bu itibarla eğitimciler için “istikbâl mîmârı” demek mümkündür.

Eğitimci, eğittiği kişiyi gönül insanı olarak yetiştirmelidir. Onda sadece zâhirî ilimlere değil, mâneviyâta, sır ve hikmetlere karşı da alâka uyandırmalıdır.

Şevk ve heyecan dolu bir gönülle atılan bilgi tohumları, istikbâlin çınarlarıdır. Ektiğin tohum ne ise ancak o inbât eder. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?”

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Evlât, temiz bir toprak gibi olup, hangi tohum atılırsa o büyür. İyilik tohumu ekilirse din ve dünya saâdetine kavuşur. Annesi, babası ve hocası sevâbına ortak olur.

Lâkin şayet o toprağa fesat tohumu atılırsa helâk olur; annesi, babası ve hocası bu ziyanın günahına ortak olur.”[3]

Yine İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, evlâdı korumanın nasıl yapılacağını şöyle bildiriyor:

“Evlâdı korumak demek;

  • Onu güzel terbiye edip kötü huylardan tezkiye etmek,
  • Ona ahlâkî fazîletleri öğretmek,
  • Kötü arkadaşlardan onu korumak,
  • Hevâ-heves içinde bırakmamak, ona dünya alâyişini ve ziynet sebeplerini sevdirmemek ve gaflet mekânlarından uzakta tutmaktır.

Çünkü ziynet, (lüks, israf çılgınlığı) ve dünya alâyişine alışınca, büyüdüğü zaman onları elde etmek için ömrünü ziyan eder.”

Eğitimci; sınıfının yapısını, işleyeceği konunun malzemelerini dikkate alarak plân yapmalı ki, dersi verimli olsun.

Muhtemel sorulara da hazırlanması îcâb eder.

Plânlı-programlı hareket eden bir eğitimci; bu sayede nerede kaldığını, ne anlattığını ve ne kadar verim aldığını görebilir. Bir öğretmen dersini plânlarken, eğitim tekniklerini nerede, ne zaman ve nasıl uygulayacağını iyi düşünmek zorundadır.

Maddî hususlarda bile konsantrasyon mühimdir. Nitekim bir karateci bütün gücünü parmak ucuna konsantre eder ve kiremitleri kırar. Bu sebeple kalbin de konsantre olup rahmet taşırması îcâb eder. Zira hâller sârîdir, sürekli transfer olmaktadır.

Bir eğitimci, vazifesinin sadece bilgi aktarmak olmadığını bilmeli, anlatacağını dersi plânlarken yeri geldiğinde öğrencilerin dikkatini çekeceği bölümler de hazırlayıp ilgi uyandırmalıdır. Dersi, hayatla bağlantı kurarak anlatmak ve soru-cevap metodunu kullanmak, talebeyi zinde tutar.

Eğitimcinin talebesini zihnen ve rûhen zinde tutmasının yolu, mânevî meseleleri müşahhas misallerle izah etmesinden geçer. Kur’ân-ı Kerîm de mühim bir kısmında kıssalar tebliğ eder. Hazret-i Mevlânâ da öyledir. Zira mücerred hakîkatler, ancak müşahhas misallerle zihinde netleşir.

 Eğitimci, talebesine mesâi dışında da zaman ayırmalıdır. İşyerine giriş-çıkışta zoraki kart basan bir işçi veya yoklama defterine mecburen imza atan bir memur gibi olmamalıdır.

Eğitimde muvaffakıyetin kantarı, fedakârlıktır. Kuru sözler bir şey ifâde etmez. Kuru sözle eğitim olmaz. Mevlânâ Hazretleri; “Sözün maskarası olma!” der. Muhabbet iddiâsı da fedakârlıkla ispata muhtaçtır.

Gevezelik ve gıybet, karakter ve şahsiyet üzerine zehir saçar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Onlar boş ve faydasız bir söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler...” (el-Kasas, 55; el-Mü’minûn, 3)

“Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflarla sataştığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Sırf satırlardan okunarak eğitim olmaz. Eğitimcinin öncelikle kendisini kemâle erdirmesi, pozitif yani rûhânî, feyizli bir enerjiye sahip olması lâzımdır. Peygamber Efendimiz’in en mühim eğitim metodu, sohbetti. Zira sohbette kalbî alâka vardır. Sohbette dinleyenlere göre zuhurât gerçekleştiğinden, sohbet, bir bakıma muhâtaplara mânevî reçete yazmak gibidir.

Eğitimde enerjinin kaynağı Allah rızâsıdır. Bu bakımdan insanlar arasında ve toplumlarda en çok tesir sahası olanlar peygamberlerdir. Ondan sonra peygamberlerin izini takip eden evliyâullahtır. Zira enerjinin Cenâb-ı Hak’tan gelmesi zarûrîdir. Sistemler geçer, peygamberler devam eder.

 

Efendim, “ideal insan” veya “ideal eğitimci” nasıl olmalıdır?

Tasavvufta üç merhale vardır:

  1. ( أَنَا ) Ene: Ben, benlik…

Bu terk edilecek.

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

“Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” buyruluyor.

  1. 2. ( نَحْنُ ) Nahnu: Biz…

İnsan benliğini terk ettikten sonra ictimâîleşecek. Fâtiha Sûresi’nde:

 

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den medet umarız.” (el-Fâtiha, 5) diyerek cemî sıygasıyla, yani toplu hâlde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ediyoruz.

  1. ( هُو ) Hû: O…

Cenâb-ı Hakk’a yakınlık, vuslat…

Bir mütefekkir der ki:

“Yeryüzünde iyi bir muallim olmak isterseniz, gökyüzünün talebesi olmalısınız.”

Yani ömür boyu vahyin talebesi olarak Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde hem yaşayacak hem de yaşatacaksınız ki, talebenize de in’ikâs etsin. Ancak o zaman talebeliğin en tatlı meyvelerini toplar ve gerçek muallimlerden olabilirsiniz. Bu talebeliğimiz ne kadar yüksek bir kıvamda olursa, etrafımızdaki insanlar da bizlerden o kadar tesir alır ve terbiye olurlar.

Bunun içindir ki Mehmed Âkif, ideal bir eğitimciyi şöyle tarif eder:

Muallimim diyen olmak gerektir îmanlı,

Edepli, sonra liyâkatli, sonra vicdanlı…

Yani Mehmed Âkif, eğitimcide dört husûsiyet olmasını şart koşar. Birincisi, muallim, her şeyden önce “îmanlı” olacak; yüreğinden rahmet taşıracak. Rahmet insanı olacak.

İkincisi, “Edepli” olacak; örnek bir karakter ve şahsiyet inşâ edecek.

Üçüncüsü, “Liyâkatli” olacak; mes’ûliyet şuuruyla kendini iyi yetiştirip vazifesinin ehli olacak…

Dördüncüsü, “Vicdanlı” olacak; merhamet, şefkat, fedakârlık gibi fazîletlerle insanlığını tescil ettirecek.

Bir eğitimci, ne kadar ibadet heyecanıyla dersine girerse o nisbette müsbet bir tesiri olur. Bu yüzden derse girerken Besmele, hamdele ve salevât-ı şerîfeyle girmeli ki, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla talebeye faydalı olabilsin.

Bunun içindir ki, kendisini dîne, vatana, millete adayan, bütün bir sath-ı vatanı okul sayan ve ardında “yetişmiş insan” mirası bırakan kıymetli eğitimcilere ne mutlu! Onlar ömürlük bir teşekküre lâyıktırlar…

Eğitimci, mes’ûliyetini idrâk eden bir öğretmen olacak... Hakkın tevzî edilmediği bir sınıfta huzur olmaz, huzurun olmadığı sınıfta ders işlenemez, ders işlenmeyen yerde de eğitim olmaz.

Bir eğitimcinin üç tane notu vardır:

  1. Eğitimcinin talebeye vereceği not vardır.
  2. Talebenin eğitimciye vereceği not vardır. Talebesi hocasını ne kadar çok severse, o kadar âşinâ olur.
  3. Cenâb-ı Hakk’ın kıyâmet günü bizlere vereceği not vardır. Yani Allâh’ın bize verdiği istîdâtı ne kadar O’nun yolunda seferber ettik.

Nasıl ki öğretmenlik, ciddî bir eğitim isterse, öğretmenler de hayat mektebinin bir öğrencisi mevkiindedirler. Yani herkes son nefesle ilâhî huzura çıkacak ve karne alacak bir öğrenci durumundadır.

Öğretmenlerin dönem sonu talebelerinden beklentisi, güzel bir karneye sahip olmaları... Rabbimiz’in bizlerden arzu ettiği de, sâlih amellerle dolu bir ömür karnesi. Rabbim, lûtf u keremiyle cümlemize ihsan buyursun inşâallah.

İnsan, ihsâna mağluptur. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34)

Meselâ bizim hocalarımızın bir kısmı, talebelerine derlerdi ki:

“-Oğlum, yazılı kâğıdın iyi değildi. Herhalde imtihana güzel çalışamadın. Zira sen zeki bir çocuksun. Ben seni tekrar imtihan edeceğim. Derslerden sonra yanıma gel de, seninle birkaç gün eksiklerini müzâkere ve mütalaa edelim.”

Bu şekilde talebenin boşluğunu doldururlardı. Talebeyi zaafa uğratmazlardı.

Maksad, talebeye yön verebilmek…

Hayatın akışına ayak uyduramayan her bir varlık, zamanla silinip yok olmaya mahkûmdur. Bunun içindir ki Hazret-i Ali t şu nasihatte bulunuyor:

“Çocuklarınızı kendi yaşadığınız zamana göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.”

Cenâb-ı Hak, esas kıvâmın takvâ ile birleşen bir ilim olduğunu şöyle bildirir:

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) ittikâ eder (korkar)…” (Fâtır, 28)

Peygamber Efendimiz r, ümmetini istikâmetten sapmış kötü âlimlerden sakındırmış ve Abdullah bin Ömer’in şahsında kıyamete kadar gelecek bütün ümmetine şu kıymetli nasihatlerde bulunmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine dikkat et, dînine dikkat et. Zira dînin, senin etin ve kanındır. (Yani dînin senin her şeyindir.) Dînini kimden aldığına da dikkat et. Dînini istikâmet üzere olan âlimlerden öğren, (sakın) istikâmetten sapmış olanlardan öğrenme.”[4]

O hâlde eğitimci de kalbini takvâ ile yeşertmeli, bilgisini takvâ ve sâlih amelle meczetmelidir. Aksi hâlde her zaman yukarıda anılan kitap yüklü merkepler (!) zümresine dâhil olma ihtimali vardır, Allah korusun!..

 

[1] Bkz. Yûnus, 72; Hûd, 29; Şuarâ, 145.

[2] Münzirî, et-Terğîb ve’t-terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, trc. Naim Erdoğan, V, 384.

[3] Kimyâ-yı Saâdet, trc. 316.

[4] Hatib el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 121.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle