Sahile Vuran Deniz Yıldızları

Bir yaz mevsiminde akşam üstü küçük bahçesinde çiçekleri ile uğraşıyordu. Sararmış ve kurumuş yaprakları temizliyor, Güneşin dik gelen hüzmelerinden zarar görmelerini engellemek için saksıların yerini değiştiriyordu. Çiçekler de çocuk gibi, ilgi-alâka istiyordu.

Feride, zaman zaman onlarla konuşur, yapraklarını okşar, sulama işini genellikle akşam üzeri yapardı. Yeşeren her yaprak, açmaya hazırlanan her tomurcuk, onu mutlu etmeye yeterdi. Kara toprağın içinden türlü türlü renk ve şekillerde açan çiçekler, tefekkür ufkunu genişletirdi. Küçük bahçesinde toprak ve bitkilerle uğraşmaktan keyif alan Feride, o gün yine çiçeklerini îtinayla sulamaya başlamıştı.

Az sonra işittiği mânâsız bir ses, onu daldığı iç âleminden çıkardı. Sesin geldiği tarafa döndüğünde, çitlerin kenarında meraklı gözlerle kendine bakan bir erkek çocuğu gördü. Mahalledeki çocukların çoğunu bilirdi, ama bu çocuğu ilk defa görüyordu. Elindeki su kabı ile çiftlere doğru yanaştı:

“-Ne söylediğini anlamadım, kimsin sen?” dedi çocuğa…

Çocuk, esmer, yuvarlak yüzündeki güzel elâ gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalıştı. El işaretlerine anlaşılmayan birtakım sesler karıştı. Çocuk, konuşamıyor ve duyamıyordu.

Buna rağmen iletişim kurmaya çalışması, onun kendiyle barışık, mücadeleci bir çocuk olduğunu gösteriyordu. Çocuk yüzünü çevirdiğinde kulağındaki cihazı gördü. Evet, karşısındaki işitme engelli bir çocuktu.

Ufak-tefek, 10 yaşlarında, üstü başı gayet temiz bu çocuk için, içinde bir hüzün hissetti kadın… Bu, kısa süren bir hüzündü. Çocuğun gözlerine tekrar baktı, bu gözlerde mücadele azmi ve kararlılık vardı.

Konuşarak anlaşamayacağını bildiği hâlde adını sordu çocuğa… Dudak okumayı biliyor olmalı diye düşündü. Çocuk, pür dikkat dudaklarına bakıyordu, ama… Birbirlerini anlayamamışlardı işte.

Ellerini açarak üzgün bir şekilde:

“-Olmuyor, anlaşamıyoruz!” dedi, Feride…

Çaresizce sıcak bir gülümsemeyle el salladı, küçük çocuğa...

İlerleyen günlerde sık sık görür oldu, bu çocuğu... O, bahçesinde çiçekleri ile oyalanırken çocuk da çitin kenarından onu izliyordu. Sıklıkla buralarda dolaştığına bakılırsa yakınlarda oturuyor olmalı diye düşündü.

İletişim kurmak için can atan çocuğa baktı, anlamayacağını bile bile:

“-Nerede oturuyorsun sen?” diye sordu.

Hiçbir şey anlamayan çocuk, ısrarcı gözlerle kendine bakıyordu. Acemice el işaretleri ile desteklediği sorusunu bir kez daha sordu.

“-Eviniz nerede?”

Zor olsa da sonunda başarmıştı işte... Küçük çocuk anlamıştı, bu sefer soruyu. İkişer katlı, ufak bahçeli evlerin olduğu bu mahallede, hemen köşedeki evin alt katını göstermişti çocuk.

Bu ev, senelerdir yarı inşaat hâlindeki bakımsız bir evdi. Zaman zaman oturanlar olur, ama bu kısa sürerdi. Küçük bahçesinde bakımsız bir dut ve incir ağacı vardı. Dut ağacı bir hayli büyüktü ve dalları yolun kaldırımına gölgelik ediyordu. Meyvesini toplayan olmadığı için dutlar yola ve kaldırıma dökülür, ekşimsi bir koku etrafa yayılırdı. İncir ağacı ise, bahçenin tam köşesindeydi. O da güz mevsimi geldiğinde yemiş verir, ama toplayan olmazdı. Kasım ayı geldiğinde üstündeki kocaman yapraklarını küskünce döker, hevesini bir dahaki güze saklardı.

Bu mahalledeki bahçelerin çoğu böyle bakımsızdı. Ev sahipleri ise orta yaşı geçmiş, fakat yaşlı sayılmayacak insanlardı. Her biri kendi memleketinin örf ve âdetini buralara taşımıştı. Yetişkin evlâtlarını dizlerinin dibinden ayırmak istememiş ve alt katlarına evlendirivermişlerdi. Refah seviyesinin düşük olduğu bu mahallede, insanların eğitim seviyeleri de buna paraleldi. Konum olarak ise yeşillikler içinde, sâkin, ulaşım ve altyapı problemi olmayan güzel bir yerdi.

Bu mahallenin yeni konukları vardı… Suriyeli mülteci bir âile ve 5 çocuğu… Barınmaları için kiraladıkları bu köhne ev, onlar için belki de bir köşktü. Binlerce mülteci, savaş ve zulümden kaçarken hayatlarını kaybetmişlerdi.

Onlar şanslılardandı, hayattaydılar, sığınacak bir ülke, başlarını sokacak bir ev bulmuşlardı. İşte, Feride’nin bahçesine gelen küçük çocuk, bu âilenin en büyük çocuğuydu.

Bir gün sabah saatlerinde ellerinde elif cüzleriyle görmüştü onları... Bu defa yanında ona çok benzeyen 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Yine tarzanca diyalog kurmaya çalıştılar. Oğlan çocuğun işaretlerinin anlaşılır olduğunu fark etti. Önceleri pek anlamıyordu, ama artık ne demek istediğini anlayabiliyordu.

Yanındaki sevimli ve uyanık kız ise kardeşiydi. O da abisiyle aynı kaderi paylaşıyordu. Adı ‘Nura’ olan bu kız da konuşma ve işitme engelliydi. Abi, işitme cihazı kullandığı için az da olsa duyuyordu. Ama Nura’da işitme cihazı yoktu, buna rağmen oto kontrol sistemi çok iyiydi. Elindeki elif cüzünü açarak ona doğru uzattı. İki işitme engelli kardeş, duymasa da, konuşamasa da yaz Kur’ân kursuna gidiyorlardı. Bu, çocukların ne kadar özgüvenli ve kendi engelleriyle ne kadar barışık hâlde olduklarının ispatıydı.

Feride, çocukların arkasından, “Çocuk mültecî olmak nasıl bir duygudur acaba?” diye düşündü. “Zor olmalı, hem de çok zor!” diyerek başını esefle iki yana salladı. Hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun, hangi ırktan gelirse gelsin çocuklar mâsumdu.

Yaz tatili bitmiş, okullar açılmıştı artık... Sonbahar gelişini yavaştan hissettirmeye başlamıştı. Güneş ışınlarını daha mûtedil gönderir olmuştu yeryüzüne… Hazan mevsiminin hüznü her yerde hissediliyordu artık. Hüznü dağıtan tek şey ise, okula gidip gelen çocukların neşeli sesleriydi. Anneler ve çocuklar için hareketli ve yoğun bir okul dönemi başlamıştı yine...

Mahalle çocukları okula başladığı için iki kardeş ortada kalmışlardı. İkisi de okul çocuklarına gıpta ile bakıyor ve içten içe üzülüyorlardı. Üstelik onlar okula hiç gidememişlerdi. Engelli oldukları için her okula da kabul edilmezlerdi. Âileleri ise, belli ki, dil bilmedikleri için çekingen davranıyorlardı bu konuda… Feride, bu iki çocuğun eğitim ve öğretim görmesi ve topluma kazandırılması gerektiğini düşünüyordu.

Bu konuyu eşi ile paylaşarak kendisinden yardım istediğini söyledi. Acaba tek başlarına ne yapabilirlerdi? Ertesi gün ilk iş olarak internetten en yakın işitme engelliler okulunu araştıracaktı. Okullar açılalı iki hafta olmuştu, ama bu fazla bir zaman sayılmazdı. Yaptığı kısa bir araştırmadan sonra işitme engelliler okulu ile irtibata geçmişti bile… Yalnız bir problem daha vardı: Mültecî olmaları sebebiyle resmî kimlikleri bulunmadığı için kayıtta problem çıkabilir denilmişti. Yine de:

“-Çocukları bir görelim!” diye eklemişti yetkililer...

Feride, sevinmekle sevinememek arası bir duyguya kapılmıştı, ama başladığı bu işi hayırlısıyla bitirmek istiyordu. Sahile vuran denizyıldızlarından sadece ikisinin hayatının değişmesine vesîle olmaktı niyeti.

Bu haberi âileyle görüşmek gerekirdi. Feride, kısa bir süre sonra mültecî âilenin ikamet ettiği evin önündeydi. Küçük kız, elinde bir süpürgeyle dökülen yaprakları süpürüyordu. Ne güzel diye düşündü:

“-Kendini oyalayacak bir iş bulmuş!”

Zaten mahalledeki kadınlar da küçük kızın bu yönünü anlatıp durmuyorlar mıydı? Arkası dönük olduğu için onu görmemişti kız, yavaşça omzuna dokundu. Küçük kız hemen döndü, gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Sanki onun söyleyeceklerini sezmiş gibiydi.

Koşup kapıyı çaldı hemen… Anne kapıyı araladığında Feride selâm verdi. Anne Türkçe bilmiyordu. Buna rağmen ısrarla anlatmaya çalıştı… Kadın:

“-Bilmiyor ben, koca biliyor.” deyip eşini aradı ve telefonu Feride’ye uzattı. Telefonun diğer ucundaki erkek, anlaşabilecek kadar Türkçe konuşabiliyordu.

Uzun yol şoförlüğü yapan baba, evine geldiği akşam Feride’nin eşi ile görüşmeye gelmişti. Cemal Bey, yarı Arapça yarı Türkçe, çocukları işitme engelliler okuluna göndermek istediklerini anlattı.

Baba bunu duyunca çok sevinmiş ve duâlar etmeye başlamıştı. “Allah râzı olsun!” duâsını tekrarlayıp duruyordu.

Çocukların heyecanı da görülmeye değerdi. Her gün evin önüne geliyor, okula ne zaman gideceklerini soruyorlardı. O da iki çocuğu okula götürüp kabul edilmelerini heyecan ve merakla bekliyordu.

Feride, elini kaldırarak iki parmağını gösterdi ve iki elini birleştirerek sağ kulağına yaslarken başını da sağa eğdi. Evet, evet olmuştu işte, bu defa kolay anlatmıştı. İki gün sonra okula gideceğini öğrenen çocuklar, saf bir mutlulukla sekerek evlerinin yolunu tuttular. Ertesi gün yine geldiler… Öbür gün yine...

Kız, evde anneye yardımcı oluyordu. Annenin 3 yaşında felçli bir erkek çocuğu daha vardı. Onun da işi zor görünüyordu. Eğitimsiz bir kadındı, ama beş çocuğa gayet iyi bakıyor, evi ile ilgileniyordu. Bu hâliyle çevrede olumlu bir intibâ bırakmaktaydı. Halbuki o çocukların üvey annesiydi. Feride bunu öğrendiğinde kalbinde ince bir sızı hissetmişti.

İki çocuğun yatılı bir okula gitmesi, anne için de iyi olacağı kanaatine vardı. Allah’tan bu işin hayırla neticelenmesini niyaz etti.

Beklenen gün gelip çatmıştı işte... Çocuklara sabah saat 10’da gideceklerini söylemişti, ama onlar daha 8’de kapıya dayanmıştı bile. Anneleri onları tertemiz giydirmiş, saçlarını taranmış, kokular sürmüştü.

Cemal Bey, arabayı çalıştırdığında arka koltukta oturan iki çocuğun neşe içinde kıpırdamaları onu çok duygulandırmıştı. Yola çıktıktan kısa bir süre sonra omzuna dokunup yolun yakınlarında görünen büyük binaları işaret ederek:

“-Orası mı?” diye durmadan soruyorlardı.

İşitme engelliler okulu, yemyeşil bir yamaçtaydı. Okula vardıklarında öğretmen ve idareciler tarafından gayet sıcak karşılandılar. İki çocuk, biraz ürkek ve tedirgin olsalar da kısa süre sonra ortama ayak uydurdular. Okulda bulunanlar, Feride’yi bu çocukların annesi sanmışlardı.

Müdîre hanım eşliğinde sınıfları, yatakhaneyi, yemekhaneyi gezdiler. Çocukların en çok ilgisini çeken yer, ders görülen sınıflardı. Bir ara sınıf köşesindeki panoda asılı Türk bayrağını gören Nura, ısrarla bayrağı istedi. Müdîre hanım onu kırmadı ve bayrağı verdi. Çok mutlu olmuştu Nura...

İsa ise biraz tedirgindi, ilk defa bir okula gitmenin onda nasıl hisler uyandırdığını ancak tahmin edebiliyordu, Feride...

Cemal Bey, idâre bölümünde kalmış, kayıt işleriyle ilgilenmişti. Bir problem çıkmadan bu işi de halletmiş olmanın verdiği huzurla okuldan ayrılmak isteyen Feride ve eşini, müdire hanım, ısrarla öğle yemeğine davet etti. Her biri “sessiz bir dünya” olan çocuklarla beraber yemek yediler.

Artık ayrılık vakti gelmişti. İsa ve Nura ile kucaklaşarak ayrıldılar. Arabaya bindiklerinde kendilerini çok mutlu ve huzurlu hissettiler; “Deniz yıldızlarını” olması gereken yere bırakmışlardı.

Otomobilleri sanki kanatlanmış gibiydi. Göz açıp kapayıncaya dek evlerine ulaşmışlardı. İki engelli çocuğun, hayatlarını idâme ettirecek bilgi ve beceriye ulaşacaklarına olan inancı kuvvetlenen Feride, sahile vurmuş, denize kavuşmak için bir el bekleyen daha nice “denizyıldızları” olduğunu düşünüyordu.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle