Fıs

            Göğsümün üstü gök, başımın altı yer. Sıkışmışım, doğrulmalık yerimin dahi olmadığı bu devâsâ hücrede sırtüstü yatıyorum. Hiç olmazsa bir parmağım, azıcık kımıldayabilse, “Bir şey yaptım, demek ki varlığımın bir anlamı var!” diyebilsem… Hadi o da olmadı, boğazımın orta yerinden içime bastırılmış nefesim dışarı kaçabilse, başımı azıcık kaldırıp ayaklarımdaki bu bitmek bilmez korkunç kaşıntının müsebbibi uyuya uyuya topuğumda uyumuş bir kedi mi diye bakabilsem…

            Taş taş göğsüme dizilmiş, ateş ateş tenimi dağlar gibi duran yıldızlara bakıyorum. “Ehâd” deyivereceğim, bilinmez bir tanıdıklıkla, âh, bir desem, hissediyorum ki yıldızlar ağırlıklarını yitirecek. Ancak, ne yazık, kâinatı sırtlanıp ittirerek konuşacak kadar güçlü bir kalbim yok henüz. “Benim îman dolu göğsüm gibi…”

            Ağlayacak oluyorum, ben yalnızken hep ağlarım, esâsen hep yalnızken ağlarım. Gözyaşlarım dahî dışarı akamıyor, üzerlerine binmiş onca şeyin üstüne… Gözümün içine birikiyor, yuvalarına geri dönüp, sığabilmek adına bir şeyleri yerlerinden ediyorlar.

İçimde yersiz yurtsuz bir kafile geziniyor. Her yere muhâcir, her yerden de... Gökte kesif, iç yakan, yapışık şekerli bir duman kokusu var. İçime çekip bir nefes veriyorum. Bu dumanın efkâr dağıtma iddiası yok, bilakis şöhreti, yeryüzünün bütün kederini çekeninin içine toplamasından...

Gurbetçi, bindiği trenin dumanına benzetecek belki. Ama değil. Başımı bin bir güçlükle dumanın geldiği diyara çeviriyorum. Billur bir damla, hafif kanlanmış gözlerimden kurtuluyor, usulca şakağıma akıveriyor. Dumanla tanış oluyoruz. Savaş uçaklarının şerrinden korunmak için göğü dumanla örtme gayretindeki çocukların yaktığı lastiklerin dumanı o…

“-Sen kimsin?” diyor.

“-Bir bilsem!” diyerek kestirip atıyorum.     

kızarır yüzüm/ “ümmetim” diyemem

            Boğazıma annelerini uyandırmaya çalışan annelerin ve annelerini uyandırmaya çalışan bebeklerin çığlıkları doluyor. “Sessiz çığlık” diye bir deyiş duyuyorum, çığlıkların sesini yitirmesi, bana olabilecek en canhıraş ağlayışın da ötesinde geliyor. Kırıldığım yerlerden üşüyorum.

Bir sabah vaktinin kuşlarıydık biz, babalarımızın kıymetlileri, annelerimizin gözbebeği... Bayram harçlıklarımız, alıştığımız sokaklarımız, şarkılar söylediğimiz renkli sınıflarımız vardı. Birbirimizi tanımaya çalışırken yakan hikâyelere değmemek için lafı çatılarda dolandırmazdık, biz yaşayacaklarımızın zerresini duymamızdan dahî korkulan çocuklardık.

Rüzgârdan sakınmak için kat kat giyinik, acıkmadan doya doya doyan, üstlerine merhametin tesettürü inmiş, ürkek, sevgi dolu varlıklardık. Nasıl titrekti adımlarımız, nasıl severdik beyaza çalan maviyi, belki karpuz reçelini... En güzel ekmeği karşı fırıncıdan alırdık, bize tatlı, kıtır hamur işleri hediye ederdi.

Biz kıymetliydik, özeldik. Ama ne zaman ki isimlerimiz yitirildi ve sayılara eklendik…

PAYLAŞ:                

Rukiyye Gönüllü

Rukiyye Gönüllü

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle