Kâbe, İlk Bakış, Vedâ

Gidenlerden onlarca hâtıra dinledim, yolculara duâlar emanet ettim. Rabbim’e niyazlar ettim, sabredip bekledim. Rabbim duâlarıma icâbet etti. Nihayet ben de umre yolcusuydum.

* * *

Mekke’ye ulaşınca abdest tazeleyip Mescid-i Haram’a doğru yol alıyoruz. Gözlerimizde yaşlar, Kâbe’yi görene kadar söylediğimiz lebbeykler, emanet edilen duâları ilk görüşte yapacak olmanın hazırlığı ve bitmek bilmeyen heyecan… Şimdiye kadar baktığım onlarca Kâbe fotoğrafı resm-i geçit yapıyor beynimde...

Umreye gidenlerin tembihlerini tekrar ediyorum:

“Yürüyen merdivenlerden inip Kâbe’nin bulunduğu tavaf alanına geçersiniz. Başını hiç kaldırma. Tâ ki Kâbe’yi görene kadar…”

Annem koluma giriyor, ağır ağır yürüyen merdivenlerden iniyoruz, biraz yürüyoruz. Mart ayı, ama iklim farkı sebebiyle öğle sıcağı yaşanıyor Mekke’de… Uzun sayılabilecek loş bir koridordan yürürken gözümü mermer döşeli zeminden bir an ayırmıyorum. Annemin hac tecrübesi var. İkimiz bir olmuş ilerliyoruz.

Allâh’ım! Heyecan, duâ, yaşlı gözler, şaşkınlık… Bir duyguyu tadarken bir diğerinin yoğunluğunu yaşıyorum. Tavaf alanına doğru yaklaştığımda ortalık daha da aydınlanıyor. Revakların altındayken kafilenin arkasında kalmayı seçiyorum.

Kafilemiz ilerliyor, duraklayıp:

“-Haydi artık, başını kaldır!” diyorum kendime...

Güneş tam tepe noktasında. Başımı kaldırıyorum, elimde duâ kitabı, Kâbe’ye bakakalıyor, gözümü Kâbe’den ayıramıyorum. Dünya’daki en büyük hamdleri, şükürleri sunuyorum Rabbim’e… Birkaç adım attıktan sonra günlerce düşünüp karar verdiğim duâmı arz ediyorum:

“-Yâ Rabbi, şu anda ve bundan sonra yapacağım bütün duâlarımı kabul eyle!”

Kâbe’yi ilk görüşte yapılan duâ, ne makbul duâ…

Donup kalmışlık var üzerimde, Kâbe’ye bakıyor ve biraz da yürüyorum. Bir elimde duâ kitabı, diğer elimi annemin kolundan tutarak, sanki kalabalıkta annesini kaybetme korkusu yaşayan küçük kız çocuğu gibi çekingen, utangaç bir hâl alıyorum.

Kâbe’ye sadece bakıyorum… Ne ağlama, ne sevinç, ne hüzün… Duygularım sıfırlanmış âdeta…

“-Aman Allâh’ım, yoksa Sana hakkıyla kulluk edemedim mi, ben buralara lâyık değil miydim, yoksa imtihan için mi geldim buraya?”

Sorular aklımda uçuşurken, son derece üzgün bir vaziyet alıyorum. Elimdeki tavaf duâlarını okuyarak, ara sıra önüme bakıp tavaf alanını görerek, sık sık Kâbe’ye gözümü çevirerek tavaf ediyorum.

Kâbe, önce çok heybetli geliyor. Devâsâ bir yapı görüyorum baktıkça… Fotoğraflardaki gibi değilmiş. Çok muazzam… İnsanın içini haşyet kaplıyor. Öğle sıcağı olduğundan tavaf alanı tenha...

Kâbe’ye o kadar yakınım ki, tavafıma devam ediyor, her bir şavtın duâsını yapıyor, sanki bir yere yetişmem gerekircesine ilerliyorum. Donukluğum hâlâ geçmedi. Duygularım içimi kemiriyor, anneme bile derdimi anlatamıyorum. Neden nötr duygular yaşadığımı anlayamıyorum. Oysa ne kadar da hazırdım!

Kâbe olabildiğince heybetli, vakur, onurlu, dimdik duruyor. Safâ-Merve, sa’y, Hazret-i İbrahim, Hazret-i Hacer, Hazret-i İsmail… Aleyhimüsselâm… Bir anne ve evlâdı, çölde yapayalnız, bîçare, koşuşturma… Tevekkül, teslîmiyet ve zemzem… Zihnimde bu tarihî bilgiler akarken o anları yaşamaya çalışıyorum.

Umrem tamam olunca ihramdan çıkıyorum. Eş-dostla istişâre edip hasbihâl etmek beni ferahlatıyor. Meğer herkeste olurmuş bu tür donup kalmalar, içindeki duygu yoğunluğunun adını koyamamak, nefisle mücâdele etmek…

Sonraki gelişimde kalabalıklar arasında yalnızım âdeta... İçimde durmak bilmeyen sesler, içimde konuşan bir ben daha var. Kâbe bu kez beni kucağına alıyor, önce ellerimi tutuyor, sıcaklığını daha bir derin hissettiriyor, kendine, kokusuna alıştırıyor.

Hani sabah ve yatsı namazlarında serin serin esen rüzgârla gelen o güzel râyihasına… İmamın sadâsı o güzel kokuya karışıyor. Hafiften bir rüzgâr estikçe içimdeki donup kalmışlık çözülüyor. Âhh Kâbe… Ne kadar güzel, ne kadar asilsin. Siyahlar sana ne kadar yakışıyor….

 Tavaf esnâsında Rükn-i Yemânî tarafında biraz yer açılıyor. İçimi kemiren bütün düşünceleri oraya bırakırcasına, boğazımda düğümlenen hıçkırıkları gözyaşlarıma katıp arz ediyorum Rabbim’e…

Sanki yıllardır görmediğim birine kavuşmuş gibi, sanki kaybedip umudunu kestiği sevdiğine hasreti son bulmuş gibi, sanki beni sarıp sarmalayan her bir halatı koparır gibi, Beytullah’ta ağlıyorum, ferâcemin yenlerini Kâbe duvarına sürüyor, ellerimle duvar taşlarına dokunuyor, ellerimi yüzüme kapatıyor, ağlıyor, duâ ediyor, yalvarıyorum.

Dönmeye devam ederken:

“Rabbenâ Âtinâ” duâsının ardına eklediğim duâlar dilime düşüyor: “Ve edhilne’l-cennete mea’l-ebrâr… Yâ Azîzü yâ Ğaffâr yâ Rabbe’l-âlemîn…”

 Bir duâ, bir mekâna bu kadar mı yakışır?

Bir duâ, bu kadar mı yüreğe dokunur. Hacerü’l-Esved’e kadar bu duâyı yapıyorum.

İçimde bir sevinç; bir rahatlama ki eşi benzeri yok. Öylesi güzel bir hafiflik...

Âh Beytullah... Bana önce heybetini gösterdin, içimi haşyetinle kapladın, ama şimdi… Beni öyle bir kuşattın ki merhametinle… Yüreğimde sıcaklığın, sırtımı sıvazlıyor ve bana:

“-Haydi yürü, arkandayım, kalbinin tam ortasındayım. Bundan sonra hayatında daha çok varım!” diyorsun.

Mültezem’de, Makâm-ı İbrahim’de, Hatîm’de ve Altınoluk’u temâşâ ederken de bambaşka duygular yaşıyor, mutluluk gözyaşlarına gark oluyorum.

Sanki dünyanın yükünü omuzlarımdan atmış gibi…

Sanki içimde hapsolmuş kuşlar kanatlanıp özgürlüğe uçmuş gibi… Ve sanki günah yüklerimden kurtulmuş gibi…

Beytullah öyle bir şefkatle dokunuyor ki gönlüme, hayatımda bir kez gördüğüm insanlar bile gözümün önüne geliyor, ismen duâ ediyorum onlar için... Tavafım boyunca onlar oluyor duâmda…

Ve tabi, âhirete uğurladığım sevdiklerim... Onlar adına tavaf etmek, amel defterlerinin açık kalmasına vesîle olmak ne kadar iyi geliyor yüreğime…

Günler geçtikçe Kâbe ile yıllardır tanışan iki dost oluyoruz sanki. Mekke de anavatanımız... Hiç yabancılık çekmiyorum. Arada bir ayrılık tarihimizi anımsıyorum, içim cız ediyor, lâkin ben Kâbe’yi seyretmeye devam ediyorum.

Ayrılık zor olsa gerek… Ve dahî zor oluyor. Vedâmı bir öğle vakti yapıyorum Beytullâh’a…

“Ayrılmak istemiyorum!” diye haykıran iç sesime gözyaşlarım da eşlik ediyor. Oysa ki, kafilemiz otelden çıkış hazırlığında. Otobüsümüz otel kapısında bizi bekliyor.

Kâbe’ye ardımı dönüp gidemiyorum. Yavaş yavaş metâf alanından Kâbe’ye ilk girdiğim kapıya doğru ilerliyorum. Ardıma baka baka ilerliyorum. Zemin katın serin koridorlarından Kâbe’ye son kez bakıyorum. Bu sefer heybeti yok, sâkin, sessiz uğurluyor beni. İçimdeki ses sükûna ermiş, kadifemsi bir his var içimde… Son kez ardıma bakıp yürümeye başlıyorum çıkış kapısına.

Medîne’ye yolculuk başlıyor. “Allâh’ım, bizlere Mekke’yi sevdirdiğin gibi, ondan daha da fazla Medîne’yi sevdir!” (Buhârî, Deavât, 43) buyuran Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aklıma geliyor. Anlaşılan Mekke’deki gelgitler, koşuşturma, derin iç mücadele Medîne’de tatlı bir huzura dönüşecek…

Dilimde salavatlar, yepyeni bir heyecana kucak açarak bu yolculuğu tamamlıyorum.

Selâm Sana ey Nebî! Selâm gül kokulu belde…

PAYLAŞ:                

Fatma Çatak

Fatma Çatak

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle