Kalplerimizin üzerinde ne kadar çok ağırlık var değil mi? Sanki bir toz yığını, bir tabaka kaplamış da olduğu yerde donup kalmış, burnunun ucunu dahî göremiyor. Derin bir sıklet, bir zaman sonra yerini atâlete bırakıyor. Hakikati görmeye ve hissetmeye ayarlı olan kalplerimiz, bir de bakıyoruz kaskatı kesilivermiş!.. Ne sokağın köşe başında ağlayan küçük bir çocuğun derdi, ne de her gün televizyonlarda seyrettiğimiz vahşet görüntüleri yüreğimizi dağlıyor artık!.. Devekuşu misali, perde kapanıyor, kanal değişiyor ve bir de bakıyoruz her şey düzelivermiş!?
Hâsılı kalplerimiz paslanıyor. Evet, kalplerimiz…
Bir gün Allah Rasulü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına dönerek şöyle der:
“–Demirin paslandığı gibi, şu kalpler de paslanır.”
Ashab-ı kirâm sorar:
“–Öyleyse kalplerin cilası nedir,Yâ Rasûllallâh?”
“–Kur’ân-ı Kerim okumak ve ölümü hatırlamak!..”
Evet… Kalp, mânevî dünyamızın merkezi… Hayatı anlayış, kavrayış ve yorumlayışımız, o merkezin kabullerine, yoğrulduğu alana bağlı!.. Ancak bu tehassüs merkezi, gaflet ve mâsiyetle yoğrulmaya başlamışsa, tehlike çanları başlıyor çalmaya… Neticede duyarsız, ilâhî mesajı alma ve anlamada donuk, isteksiz, hikmet ve tefekkürden uzak bir kalp portresi çıkıyor ortaya..
Yani paslanan bir kalp…
Günümüz insanının en temel problemi aslında bu!.. Sıkıntı ve stres gibi bahanelerimizin altında, paslanan bir kalp yatıyor. Bu hastalık varlığını şiddet, hoyratlık ve anlayışsızlık şeklinde gösteriyor. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerindeki rutubet, fotoğraflarda beliren gözleri şeritli insanların sînelerinden yayılıyor. Ve bu hâle bîgâne kalanların…
Ancak İslâm, insanı hiçbir zaman devasız bırakmamış. Daima elinden tutarak yol göstermiştir:
“Bu Kur’ân, insanlara hak ölçüleri gösteren nûrlardan ibarettir ve şüphesiz îmân edecek bir toplum için hidâyettir, rahmettir.” (Câsiye, 20)
İslâm dininin Rahmet Peygamberi de paslanan kalplere cilâ olarak “Kuran-ı Kerim okumayı” tavsiye ediyor.
Kur’ân-ı Kerîm Okumak
Kur’ân… Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalb-i pâkinden hüzmelenerek kıyâmate kadar uzanan bir îmân ve mânâ şerâresi… Akıllara durgunluk veren muazzam ve eşsiz bir mûcize..
İnsana insan olma haysiyetini tekrar tekrar hatırlatan ve bu şerefi bahşeden Rahman’a en güzel şükür ifadesi… Kur’ân okumak…
“Allah Teâlâ buyuruyor: Kimi Kur’ân okumak ve bana duâ etmek, benden (dünyevî) bir şey istemekten alıkoyarsa,, ona şükredenlerden daha çok sevab veririm.” (Tirmizî, Ebû Said’den)
Dikkat edilirse hadîs-i kudsî’de “Kur’ân okumanın mukâbilinde daha çok sevab” vaad ediliyor.
Sevab, iyi bir davranışa karşı Allah tarafından verilen mükâfât mânâsına gelir. Günah ise bunun tam zıddıdır ve işlenen her günah, bir hadis-i şerifte de bahsedildiği üzere kalbe âdetâ siyah noktalar hâlinde konur ve bir süre sonra o kalp kararak kaskatı kesilir. Yani paslanır.
Sevab ise, sadece iyiliklere karşı verilen bir mükâfât olmakla kalmıyor, aynı zamanda kalpteki günah lekelerini temizliyor ve kalbimize mânevî bir enerji veriyor. Dikkat edersek günlük işlerimizde dahî en küçük muvaffakiyetimiz, ruhumuza güç ve zindelik verir. İşte Rabbimize yakınlaşma adımlarını ifade eden sevaplar da kalbimize mânevî bir kuvvet ve dirilik kazandırıyor
Hele ki, söz konusu olan, Kur’ân-ı Kerîm okumaksa eğer, kalp yavaş yavaş üzerindeki atâleti atmaya başlıyor, kalbî duyuşlar harekete geçiyor.
“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki şüphelere bir şifâ ve müminler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus, 57)
Böylece “İşleyen demir, ışıldar!..” darb-ı meselince Kur’ân’la coşan, harekete geçen kalp, cilalanarak ayna misali parlamaya başlıyor.
Kalp Aynasındaki Sûretimiz
Zaman zaman hepimizin zihnine takılır. Sorgularız kendimizi… Acaba kalbimiz ne durumda? Mesâfe alıyor mu? İleriye doğru mu yol alıyor yoksa geriye doğru mu? Yaptığımız ibadetlerde kazançlı çıkıyor muyuz? Sînemizde taşır dururuz da, aczimizden, ıssız bir sükut kaplar her yanı..
Mârifet yolunun mübârek yolcularından, Kur’ân âşığı bir sahâbî… Abdullah bin Mesud -radıyallahu anh-, bakın bu hususta bize nasıl bir ipucu veriyor:
“Kişinin kendi vaziyetini (uzun uzun) yoklamasına lüzum yok. Eğer Kur’ân’ı seviyor ve oradaki hükümler hoşuna gidiyorsa, Allah ve Rasulü’nü seviyor demektir. Eğer Kur’ân-ı Kerim hoşuna gitmiyorsa, Allâh’ı ve Peygamber’i sevmiyor demektir!..”
Kalp terakkisinde Allah ve Rasûlü’ne sevginin yeri büyük… Ancak görüyoruz ki, bu sevginin sağlanması, Kur’ân’ı ve O’nun hükümlerini sevmekten geçiyor. Ve bu sevgi, uhrevî hayatımıza ebedî saadeti muştularken, bu âlemde de hayatımıza nizam veriyor, ruhumuza mânevî hazzın sofralarını açıyor. Davranışlarımıza apayrı bir ahenk kazandırıyor. Öyleyse Kur’ân’ı okumaya dâir önemli bir husus daha çıkıyor karşımıza… Kuran’ı severek okumak…
Kur’ân’ı Severek Okumak
Sevgidir hayatı anlamlı kılan, hayat enerjimizi arttıran… Bize var olduğumuzu hissettiren, varlığımızı devam ettiren dinamikleri harekete geçiren, ateşleyen… Böylesi bir nimetin, müslümanın en büyük kıymeti Kur’ân’la birleşmemesi ne büyük bir garâbet olur değil mi?
“De ki: Allâh’ın ihsânıyla ve rahmetiyle, ancak bununla ferahlansınlar!.. Bu, onların toplamakta olduklarından (dünya menfaatinden daha) hayırlıdır?” (Yunus, 57)
Kur’ân, bir anne merhametiyle bizi kucaklayarak hidâyet yurduna taşımak isterken, hayırsız evlâdın asabiyetine denk bir reddedişle O’ndan ve hükümlerinden uzaklaşmak, ne hazin, ne büyük bir nasibsizlik…
O vakit Kur’ân’ı severek, gönülden isteyerek okumalı… Eskiler Kur’ân’a ve ahkâmına karşı sevgi ve tâzimleri sebebiyle O’nu nakışlı bohçalara sarar, okuyacakları zaman âdeta sayfaları incitmekten korkar, bunun için özel süslü iğneler kullanırlarmış. Sonra da misk kokuları sürer, evlerinin en nâdide köşesinde muhâfaza ederlermiş. Ancak bizim gibi bohçasında yıllarca garip bırakmaz, hem okuyarak, hem de yaşayarak hakkını verirlermiş.
Âyet-i kerimede buyrulduğu vechile:
“Kim Allâh’ın şeârine (şiarlarına, prensiplerine ve hürmet edilmesini istediği şeylere) tazim ederse, şüphe yok ki, bu, kalplerin takvâsındandır.” (Hac, 32)
Kur’ân, “Şeâir-i İslâm”dandır. Yani İslâm’ın en büyük nişânelerindendir. Bu yüzden bir müminin sevgi ve tâzimine en ziyâde lâyık olandır. Eskilerin îtinasının sebebi bu…
Hâl böyle olunca, onların Kur’ân’dan istifadeleri daha farklı oluyordu. Kur’ân ahlâkı, onlarda daha fazla kendini gösteriyordu. Bu durum, kendi vaziyetimizi görmek için en büyük ipucu… Kalp aynamıza bakalım şimdi!.. Kur’ân okurken sûretimizde ne kadar sevgi gizli…
Seven, Özler
Kur’ân’a olan sevgimizin en büyük göstergesi ise, onu özlemektir. Çünkü onu özlemek, Allah ile sohbet etmeyi, O’nunla konuşmayı özlemektir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Sizden birisi Rabbi ile münâcât ve mükâlemeyi (O’na yalvarıp O’nunla konuşmayı) severse huzur-i kalb ile Kur’ân okusun.” (Suyûtî, 1, 13/360)
Ashâb-ı Kiram’ın Kur’ân’a olan düşkünlükleri bambaşkaydı. Vahiy ile o kadar hemhal olmuşlardı ki, Efendimiz’den sonra vahyin kesilmesi, kederlerinin bir kat daha artmasına sebep olmuştu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefatından sonra Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’ya:
“–Kalk, Allah Rasûlü’nün yakını olan Ümmü Eymen’e gidelim, Rasûlullâh’ın yaptığı gibi, biz de O’nu ziyaret edelim.” dedi.
Yanına vardıklarında Ümmü Eymen -radıyallâhu anha- ağlamaya başladı. Onlar:
“–Niçin ağlıyorsun? Efendimiz için Allah katındaki nîmetin çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun?” diye sordular. Ümmü Eymen:
“–Ben onun için ağlamıyorum. Allah katındaki nimetlerin, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz için elbette daha hayırlı olduğunu biliyorum. Ben asıl vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum!..” dedi.
Bu, vahye karşı nasıl bir muhabbettir ki, O’nun nihayete ermesi, kalplerinde müthiş bir teessür uyandırıyor. Onların yüreğinde nasıl bir dostluk peydâ olmuştu ki, bütün ihtiyaçlarının cevabı tamam olmuşken, yeni bir nüzûl ile mülâkî olamamanın hicrânını yaşıyorlardı.
Ya bizler!.. Kur’ân bize ne kadar heyecan veriyor?! Bizim durumumuzu izah sadedinde İmam Gazâlî Hazretleri, “el-İhyâ”sında Tevrat’tan şöyle bir nakil kaydeder:
“Ey kulum!.. Benden utanmıyor musun? Yolda giderken dostlarından bir mektup alsan hemen kenara çekilir, inceden inceye onu okur ve ne demek istediğine dikkat eder, bir kelimesini anlamadan geçmezsin. Hâlbuki ben sana «Kitab» gönderdim. Ve orada sana enine boyuna düşünüp gereğiyle amel edesin diye tekrar ettiğim pek çok emirlerim var. Sen onlardan yüz çevirir, aldırmazsın. Yoksa senin yanında, o arkadaşın kadar da mı değerim yoktur? Ey kulum!.. Bazı ahbaplarınla sohbet ettiğin zaman onları can kulağıyla dinlersin, onlara yönelir ve yanlarına iyice sokulursun. Hatta bir gürültü eden olursa darılırsın!.. Ben sana yönelip seninle konuştuğum hâlde sen gönlünü bana vermiyorsun? Yoksa senin nazarında ben o arkadaşlarından daha mı değersizim?!”
Sevgilerimiz, hasretlerimiz kimlere, neye kilitli? Kalp aynamızda kimler var? Kalbimiz hangi ortamları ve kimleri mutluluk merkezi olarak kabul ediyor? Medya, teknoloji ve çağdaşlaşma adına yapılan her şey, insana sanal mutluluklar üretmeye çalışırken niçin insan mutsuz ve yalnız…
Kasım bin Abdurrahman bir gün tenhâda bir âbidle karşılaşır.
“–Burada oturup konuşacağın kimse yok, yalnız başına ne yaparsın?” diye sorar.
Bunun üzerine adam, yanındaki Kur’ân-ı Kerîm’i gösterir ve:
“–Bundan daha iyi bir arkadaş mı olur?” der.
Yol arkadaşı, gidilen yolun kadrince olmalı!.. Gittiğimiz yol, “Darü’s-Selâm” kapısına ulaşacakların yoluysa eğer, Kur’ân ve Kur’ân hâdimlerinden özge dost mu olur?
Hayat, iki günlük yol ise ve her şeyin nihayete ereceğinin hâlâ farkındaysak eğer, yalnız değiliz!.. Çünkü fenâyı (yok olmayı) fark eden, tevhid yolundadır. Tevhid yolunda olan kimsenin ise, dostu Allah, rehberi Kur’ân’dır.
Haydi şimdi kalplerimizdeki pası, Rasûl’ün Kur’ân okumaya dâvet çağrısıyla cilâlayalım!.. Parlayan yüzünde kalbimizin, gözleri Kur’ân sevgisiyle ışıldayan, O’nu özleyen sûretimizi bulalım!.. Bir de nihayete eren yalnızlığımızı…
YORUMLAR