Müberra Önal

Bazı insanlar ilâhî bir lütuf neticesinde çok erken yaşlarda şuurlanırlar. Müberra İmral Önal, böyle bahtiyar insanlardan biriydi. Şimdi tahmin edemiyorum, İslâmî harekette mühim bir yeri olan rahmetli Mehmed Emin Alpkan’ın tesiriyle mi, yoksa başka bir sebeple mi, o çok erken yaşlarda İslâmî bakımdan tam bir sûrette şuurlanmış olarak dînî gayretler itibariyle gıbta edilecek bir durumdaydı. Ben kendisini tanıdığımda o, çok genç, incecik bir kızdı. O tarihlerde Ben Serencebey’de oturuyordum, O da Yıldız’da… Nereden icab etmişse, günün birinde bir mektupla bizi davet etti. Şâir, edebiyatçı, heyecanlı, neşeli ve faal bir İslâm davetçisi ile karşılaşmış olmaktan pek memnun kaldım. Kısa zamanda kaynaşıp dost olduk. Kendisini tanıdığım gün, kırmızı bir elbisesi vardı ki, ona ne kadar da yakışmıştı. Bir alev topu gibi yerinde duramıyor, âdeta etrafına ışık saçıyordu.

Zengin değildi. Ama birisi kendisine:

“–Şu elbisen ne kadar güzel!..” dese, onu hemen orada tasadduk ederdi. Vermekle huzur bulur, mesut olurdu. Onun, hayır yapmak hususundaki bu iştihası, Cenâb-ı Hakk’ı hoşnud etmiş olacak ki, sonradan zengin bir adamla evlendi. Bu sûretle gönlünce hayır yapmak imkânına kavuştu. Zevci vefat ettikten sonra, kendisine kalan yüklü mirası hep bu hayır yapma meylini tatmin için dağıttı, dağıttı, dağıttı… Fakir muhitlerde dolaşır, muhtaçlara yardım eder, fakir talebelere burslar verirdi. Hayatını bu verme meyliyle tamamladı. Fakat o, evlenmeden evvel orta hâlli olan âilesinin imkânları yüzünden gönlünce hayır yapamamaktan ciddî bir sûrette rahatsızdı.

Tesettürü sebebiyle iş bulamamıştı. Bir yayınevinde tashihçilik nev’inden pek az gelir getiren işler yapıyor ve kazancını, nefsini sıkıntıya sokacak derecede dağıtma gayreti peşinde koşuyordu. Çok ince ve zarif şiirleri vardır. Bunları “Yirmi Yılın Baharı” (İstanbul, 1968) ismiyle ne yapıp yapıp mütevâzî imkânlarıyla bastırmıştır. Lâkin müessese olamadığı için bu kitaba sarfettiği parayı geriye alacak kadar bile satış sağlayamadı.

Size bu şiir kitabından “Gözsüz Dünya” başlıklı kısa bir şiirini nakletmek isterim:

“Ben âmâ bir insanım

Işıklar yanıyor gözlerimde al al…

Ben âmâ bir insan;

Şehirler içimde renkli bir masal…

 

Görenlerden

Daha mutluyum ben

Daha bahtiyar.

 

Ben âmâ bir insanım;

Bugün görmesem bile,

Yarına

Ümidim var…”

O zamanlar islâmî basın zayıftı. Ciddî yazı yazacak bir yer bulamıyordu. Bundan dolayı her gün vazifeye giden bir memur gibi söz anlatacak bir genç bulmak maksadıyla evinden çıkar, herhangi bir cemaatin topluluğu içine dalarak kendi kendine sohbet ve telkin imkânı hâsıl etmeye çalışırdı. Bunun için yol parası bile bulamayıp tâ Yıldız’dan bazen Fâtih’e kadar yürüyerek gittiğini bilenler vardı. Bu hâliyle Müberrâ Hanım, eski “Bâciyan-i Rum”lardan biriydi. Lâkin bu gayretli mücâhide hanım, sağlığından dehşetli bir imtihana mâruzdu. Sayılamayacak kadar hastalığı vardı. Bunlar ona, dînî ilimler yanında tıb sahasında da bir doktor derecesinde bilgi sahibi olmayı sağlamıştı. Bir gün merhum Ayhan Songar Bey, Peyami Safa’dan bahsederken:

“–Benden fazla tıb bilir.” demişti.

Halbuki Peyami Safa doktor değildi. Lâkin çocukluğundan itibaren bir çok hastalıklara musâb olmuş ve bundan dolayı tıb kitaplarını okuyarak kendi dertlerinin âdeta doktoru olmuştu. Dokuzuncu Hâriciye Koğuşu’nda anlattığı çocuk, muhtemelen kendisi olmalıydı.

Müberra Hanım da hastalıklarla mücâdele ederken, âdeta Peyami Safa gibi olmuştu. Onun ince ruhu, sadece şiirlerine aksetmiş değildir. Zevk-i selîmi; evi, eşyalarının düzeni ve giyim kuşamında örnek alınacak bir derecede idi. Fakir zamanında da, zengin iken de müessir olduğu her yer bakımlı bir çiçek bahçesine benzerdi. Hele konuşması, tarih şuuru ve dînî inceliklerin âdeta bir meşheri idi. Yahya Kemal’in:

“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” diye başlayan şiirini öyle bir okuyuşu vardı ki… Başka bir defasında, Açık Deniz şiirinden:

“Aldım Rakofça kırların hür havasını

Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını” mısralarını okurken dinleyenlerin gözü önünde atlarının sırtında dağdan dağa aşan Osmanlı akıncılarının akınları canlanırdı.

Bir ara edebiyat muallimesi oldu; bilgili, düzenli, anlayışlı, talebelerini şahsiyetli yetiştirmeye gayret eder, idealist bir muallimeydi.

“–Okul bitse de hocalık bitmez” der, talebelerini arar, onlar tarafından hatırlanmak isterdi.

Lâkin hastalıklar bir türlü yakasını bırakmıyordu. En ızdıraplı günlerinde bile dersine devam eder, talebelerine güleryüzle muâmele ederek durumunu belli etmezdi. Pendik’te bir tepe üzerindeki ârâmgâhına (dinlenme yeri) tevdî edilerek âhiret yolculuğuna çıktığı güne kadar, gerek mektepte, gerek hâriçte gece-gündüz islâmî gayretten bir an bile fâriğ olmadı.

Bir amerikan romancısının “Ağaçlar Ayakta Ölür” isimli bir romanı vardır. Müberrâ hanım kardeşimiz de aynen böyle bir romanın kahramanı gibi çektiği hastalıklarla bir gün bile yatmadan ayakta ve hizmete devam ederken Cenâb-ı Hakk’ın “irciî” (Bana dönünüz!..) emr-i celîline ittiba ederek 2 Ağustos 2004’te Hakk’a yürüdü.

Allah Teâlâ, mümin kulunun ameline değil de, niyetine göre ecir verirmiş. Müberra Hanım için de öyle olur inşallah!.. Zira çok iyi biliyorum ki; yapmak istedikleri, yapabildiklerinden fazlaydı.

Mevlâ garîk-i rahmet eyleye!..

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle