Medine Günleri -9

O nâdide mekâna rûhâniyetlerinin izdüşümlerini bırakmış nice âşıklardan teberrüken birkaçını yâd ettiğimiz bu kısımda, son olarak Bosnalı âşık Mestan’dan bahsetmek isterim. Bu hâdiseyi her duyuşumda, İslâm dairesine girmiş olan herkesin ne kadar çok hürmete lâyık olduğunu, herhangi bir günahına şu veya bu şekilde şahit olduğumuz kardeşlerimize peşin hükümle bakmanın yanlışlığını iliklerime kadar hissederim.

Zaten hiçbirimizin son nefesimizi nasıl vereceğimize dair bir garantisi yok. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de herkese “öncelikle kendi kusurlarının derdine düşmesini” tavsiye buyurmakta…[1] Rabbimiz’in herkesi kuşatan sınırsız merhametinin ne şekilde tecellî edeceği ise, ancak O’nun salâhiyetinde şüphesiz... Nitekim O, “ölüden diriyi çıkarma” kudretini, çeşit çeşit misalle sergilemekte… Câhiliye devri insanını yıldız sahâbîlere dönüştüren, sarhoş Bişr’i Bişr-i Hafî hâline getiren O...

Hâsılı bize düşen; bütün din kardeşlerimizi peşin hüküm ve sû-i zanla lekelenmemiş bir muhabbetle kucaklamak, hangi kardeşimizin bizi fersah fersah geçip rızâ-yı ilâhîye, Rasûlullah aşkına kavuşabileceğini bilemeyeceğimizi hatırımızdan çıkarmamak...

Bu kısa girizgâhtan sonra, haydi şimdi Süleyman Özer Hocaefendi’nin anlatımıyla Mestan’ın hikâyesine kulak verelim:

“1999 yılında, anacığımla beraber hacca gittik. Önce Medîne’ye vardık. Zannediyorum, dördüncü gündü. Yeşil kubbenin altında hacılarımızla beraber okuduğumuz Kur’ân’ın bağışlamasını ve duâsını yaptıktan sonra otellerimize dönüyorduk.

Cennetü’l-Bakî tarafındaki kapıda bir arbede gördük; kargaşa, kavga gibi bir gürültü vardı. Yanımdaki bir arkadaşla beraber merakla kalabalığa yöneldik. İçerden zayıf, sarışın, kirli sakallı bir genç çıkardılar. Mermerin üzerine uzattılar, kalp masajı yaptılar; birisi:

«-Ben doktorum.» dedi, ama genç, rûhunu teslim etmişti.

Başında da Bosnalıların (Boşnakların) taktığı keçeden şapkası olan bir ağabey ağlıyordu. Belli ki yakınıydı. Sordum ona:

«-Kimdi bu?» diye. Dedi ki:

«-Bu, bizim köyün ayyaşıydı. Sürekli içer, bütün köyü rahatsız ederdi. Onu gördüğümüzde yolumuzu değiştirirdik, illâllah etmiştik çünkü… Adı, Mestan. Ben, onun köyünün muhtarıyım. Bir gün bana geldi, dedi ki:

«-Muhtar, ben Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rüyamda gördüm. Benim yakamdan öyle bir tuttu, öyle bir salladı... “Mestan!!! Yeter artık, ne bu senin rezilliğin? Çabuk, bana geliyorsun! Yeter artık!” dedi... Beni ne olur Medîne’ye götür muhtar! Allah aşkına beni Medîne’ye götür...»

Sabahtan akşama kadar ayık gezmeyen Mestan’ın, bu hikâyeyi benden içki alabilmek için uydurduğunu düşündüm, inanmadım yani… Başıma belâ olmasın diye üç-beş kuruş çıkardım, verdim, gönderdim. Mestan, bütün köyü kapı kapı gezmiş.

«-Ben Peygamberimi gördüm, beni çağırıyor, ne olur beni Medîne’ye götürün...» demiş.

Herkes benim gibi düşünmüş herhalde ki üç-beş kuruş vermişler, göndermişler. Mestan bakıyor ki elindeki parayla Medîne’ye gitme, hacca gitme parası arasında bir dünya fark var, tekrar bana geliyor:

«-Muhtar, sen bizim başımızsın, ben sana “Beni Medîne’ye götür!” diyorum. Vallâhi, damınızı, taşınızı yakarım sizin... Beni Medîne’ye götür, harmanınızı yakarım... Beni Muhammed’im çağırıyor...» dedi.

Dört-beş tane ineğimiz vardı, sattık üç-dört tanesini, hacca geldik. İlk olarak Medîne’ye geldik, biz geleli üç gün oldu. Otelin önünde otobüs durur durmaz, Mestan, birisinin kolundan tuttu:

«-Peygamber nerde?» dedi, bu tarafta diye cevapladılar. Mestan o tarafa doğru koşmaya başladı. Ben de arkasından bağırıyorum:

«Mestan, valizlerimiz... Odamıza yerleşelim...» diye, dinlemiyor.

Ben de peşinden koşuyorum, yer-yurt bilmiyoruz, birbirimizi kaybederiz diye… Mestan, Mescid-i Nebevî’yi çevreleyen duvardan içeriye girdi, koyverdi ününü[2]:

«-Yâ Rasûlâllah, ben geldim!... Ben, bir yolunu buldum, geldim yâ Rasûlâllah... Sen beni davet ettin, geldim yâ Rasûlâllah...» diye koşuyor...

Orada bağırtmazlar, hemen polisler îkaz eder “Şşştt, edep!” der normalde… Hiç kimse müdahale etmiyor Mestan’a... Hac zamanı orası çok kalabalık olur, gidenler bilir, Yeşil Kubbe’nin altında, “Cennet Bahçesi” diye tâbir edilen, minber ile mihrabın arasında namaz kılmak için üç-dört saat beklersin, sıra gelmez bazen; o kadar kalabalık olur. O kalabalığı sürat teknesi gibi yardı, Peygamber Efendimiz’in Kabr-i Şerîfi’nin parmaklıklarına yanağını dayadı:

«-Yâ Rasûlâllah, ben geldim. Sen beni bu kadar mı çok sevdin? Beni dâvet ettin, bu ne büyük bir şeref... Ben bütün günahlarıma tevbe ettim, ama biliyor musun? Sen bana şefaat edecek misin diye çok merak ediyorum. Ben seni çok seviyorum, yâ Rasûlâllah!...»

Hep aynı şeyleri söylüyor... Başında bir-iki saat bekledim, üç saat oldu, olacak gibi değil, omzuna vurdum:

«-Mestan, hadi gidelim, otelimize yerleşelim, tekrar gelelim.» dedim.

«-Muhtar, git başımdan, tamam, sen vazifeni yaptın. Artık ben buradayım. Otel de senin, valiz de... Git artık...» dedi.

O zaman, gece 12’de kapanıyor Mescid-i Nebevî, sabah imsak vaktinde açılıyor. Mescid-i Nebevî kapanacağı zaman polisler:

«-Haydi tamam, çık artık.» diyorlar. Diyor ki:

«-Ben O’nun misafiriyim, beni O dâvet etti, ne olur beni çıkarmayın...»

Ağlayışına, samimiyetine bakarak müsaade ediyorlar. Yeşil Kubbe’nin altında sadece Mestan ve Allah Rasûlü... Şu şerefe bakın... Beraber sabahlıyorlar... Mestan hiçbir şey yiyip içmiyor. İkinci gün de aynı, yalvarıyor yakarıyor, kalıyor. Artık renk-menk solmuş Mestan’da. Sadece zemzem içiyor, namaz kılıyor. Üçüncü gün polis âmiri türünden bir adam geliyor, diyor ki:

«-Bu adamı çıkartın dışarıya, bir şeyler yesin içsin, tekrar anlayış gösterin, tekrar gelsin. Ama şimdi çıkartın, bu ölecek, solmuş rengi, çıkartın!» diyor, emrediyor. Polisler geliyor:

«-Hadi çık sen artık, yemeğini ye, sonra gel.» diyorlar.

«-Ben aç değilim, iyiyim ben, beni çıkarmayın, beni O’ndan ayırmayın, ben O’nun misafiriyim, beni kendisi davet etti.» diyor.

Karşılıklı ısrar devam ediyor. Tabi emir aldıkları için karga tulumba vaziyette, kollarından bacaklarından tutuyorlar. Tam bütün mü’minlerin:

«-Esselâmü aleyke yâ Rasûlâllah!» dedikleri noktada, Mestan başını çeviriyor Allah Rasûlü’ne:

«Yâ Rasûlâllah, Sen’in misafirine neyi revâ görüyorlar... Beni Sn çağırmadın mı? Sen’in türbedârlarının benden haberi yok mu? Beni Sen’den ayırıyorlar, yâ Rasûlâllah!» derken, polislerin kollarında rûhunu teslim ediyor Mestan...”

Bütün bunları Muhtar Efendi’den dinleyen hocaefendi şöyle tamamlıyor sözünü:

“-Fıtrat olarak kıskanç biri değilim. Ama ben Mestan’ı o kadar çok kıskandım ki... Dedim ki kendi kendime:

«-Yâhû sen şu kadar senedir hocalık yapıyorsun, sülâlen hoca, küçüklüğünden beri Kur’ân okuyorsun. Nasıl bir insansın ki, Mestan kadar olamadın. Allah Rasûlü’nden ayrıldığın için kalbin duracak kadar Allah Rasûlü’nü sevemedin...»

Tabi bırakmadım ondan sonra Mestan’ı. Yıkanıp kefenlenmesi esnasında gassallar bastılar tokadı bana:

«-Çık dışarıya.» diye.

Yarım yamalak Arapçamla dedim ki:

«-Öldürün beni, vallâhi sizi Allâh’a şikâyet ederim, ben onun aşkına şâhidim...»

Anlayış gösterdiler sonra. Yıkadık, uykuda bir insanın yüzüne su damlar da, irkilir kalkar ya, aynen onun gibi, bir tebessüm, güldü gülecek... Her an Allah Rasûlü’nü görüyor gibi, yüzünde öyle bir ifade...

O hacdan sonraki her gidişimde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i selâmladıktan sonra:

«-Aşkına şahit olduğum, imrendiğim, kıskandığım Bosnalı Mestan sana da selâm olsun.» dedim. Her gidişimde Mestan’ı hiç unutmadım. Allah Mestan’ın aşkını cümlemize nasip eylesin.”

Cennetü’l-Bakî kabristanını ziyaret ettikçe orada bir de âşık Mestan’ın medfun bulunduğunu gıptayla hatırlarken düşünüyorum. Bu bahtiyarlığına sebep teşkil edecek ne oldu kimbilir? Bir duygu derinliği, güzel bir hâl, dilinden dökülmüş ya da kendisi için edilmiş makbul bir duâ... Allâhu a’lem.

Rabbim, cümlemize muhabbetine varan yolda muvaffakıyetler ihsan eylesin. Bizlere de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sancağı altında toplanan o bahtiyar kullarının arasında olma lûtfunda bulunsun. Âmîn. (Devam Edecek)

 

[1] “Kendi kusurları ile meşgul olup, insanların ayıplarını görmeye fırsat bulamayan kimseye müjdeler olsun.” (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 4/281)

[2] Ün: Yüksek ses, bağırma, nidâ.

PAYLAŞ:                

Didar Meltem Erdem

Didar Meltem Erdem

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle