İkinin İkincisi

İKİNİN İKİNCİSİ

 

“Kim dünya nîmetlerinden bir şey sebebiyle kibirlenirse, Allah Teâlâ, o nîmet kulundan gidinceye kadar ona buğzeder.”

Hazret-i Ebû Bekir’e ait bu söz, Ebû Nuaym’ın Hilye isimli eserinde geçiyor.

“Ölüme karşı harîs ol, sana hayat verilir.” sözü de Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a ait.[1]

Esasında anlatmak istediğim konu, Cenâb-ı Peygamber’i sevmek, O’na itaat etmek, O’nun Sünnet-i Seniyyesi’ne harfiyen uymakla ilgili… Konuyu, “Peygamber Efendimiz’i anlatarak, O’na muhtaçlığımızı ifade edip, Sünnet’ine sarılmak mecbûriyetindeyiz, bu bizim için su, hava kadar önemli…” diyerek bir yazı kaleme alsam da bir şeyler eksikti, yazıyı sevemedim. İçim hiç rahat olmadı.

Peygamber Efendimiz’e itaat etmek, kişinin kendi kafasına göre, sevk-i tabiîsine göre yerine getireceği bir vazife değildi. Bu hususta bizlere rehberlik edecek, model bir insana ihtiyaç duyuyordum da kim olabilir diye düşünürken, Hazret-i Ebû Bekir’e ait bu iki sözü okuyuverdim. Bir de Peygamber Efendimiz’in söylediği, âyet-i kerîmede geçen[2] “ikinin ikincisi” sözü…

Hazret-i Ebû Bekir’in sözlerine dikkat edince, içlerinde, hayatın okunuşuna dair büyük bir tecrübe, hattâ tecrübenin de ötesinde kıymetli bir Allah bilgisi olduğu, kuru akılla bilinmesi mümkün olmayan, gayb âlemi ile, sırlar ile ilgili bu mevzûların okumakla öğrenilen bilgiler olmadığı görülür. Bu sözleri, ancak kendisine sırlar açılıp söyleme izni verilen bir “Allah dostu” söyleyebilir. Nasıl oluyor da Hazret-i Ebû Bekir, Allah Teâlâ ile ilgili böylesi bir bilgiye vâkıf oluyor, ömrüne ve kelimelerine sirâyet eden bu berekete nasıl erişiyor?

Bunu anlayabilmek için Hazret-i Ebû Bekir’in Peygamber Efendimiz ile münâsebetine ve “ikinin ikincisi” ifadesine odaklanmak gerekiyor. Tevbe Sûresi’nin 40. âyet-i kerîmesinde “ikinin ikincisi”nin Hazret-i Ebû Bekir olduğu, Cenâb-ı Hak tarafından belirtiliyor.

Ahlâk ve mizaç itibariyle Peygamber Efendimiz’e çok benzeyen Hazret-i Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz’le, İslâmiyet’ten önce çok yakın bir arkadaşlık ve dostluk kurar. Peygamber Efendimiz ile birlikte olduğu zamanlarda huzurludur, Mekke’den ayrıldığında O’nu özler, döndüğünde ilk önce O’nu ziyaret eder. Kuss bin Sâide’nin Ukâz’da yaptığı meşhur konuşmasını nübüvvetinden önce Hazret-i Peygamber’le birlikte dinlemiştir.

Hazret-i Ebû Bekir, tek Allâh’a inanmayı tavsiye edip bir peygamberin geleceğini haber veren bu konuşmadan sonra, gelecek son peygamberi hasretle beklemeye başlar. Peygamber Efendimiz’in, peygamberliğini îlân ettiğini duyar duymaz, tereddüt dahî etmeden O’na îmân eder. Efendimiz’e karşı sevgisi, hürmeti, bağlılığı, destek olması daha çok artar. Hazret-i Peygamber’in, O’nun üstünlüğünden söz ederken “kendisini herkesin yalanladığı bir sırada Ebû Bekr’in inandığını ve İslâmiyet için her şeyini fedâ ettiğini söylemesi”[3] bu hususu doğrular.

Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, Allah Rasûlü’ne kopmayan, ayrılmaz bir mânevî bağla bağlanıp büyük bir muhabbet beslemiştir. Attığı her adımı, Peygamber Efendimiz’in ayak izini takip ederek, bir milim ne öne ne de arkaya taşırmadan atar. İlim, irfan ve hikmet ehli, birinci halife, birçok tarikatin altın silsilesinde Peygamber Efendimiz’den sonra ismi zikredilen Hazret-i Ebû Bekir, Sünnet’e uymak ve Peygamber Efendimiz’e bağlılıkta örneklik teşkil ettiği için son derece kıymetli, mübârek bir zâttır. Hazret-i Ebû Bekir, bir peygamber değildir, ama o son Peygamber’in en kıymetli ümmetidir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a sorar, Cenâb-ı Peygamber:

“-Yâ Ömer, beni ne kadar seviyorsun, sevdiklerinin içinde ben hangi sıradayım?”

Bu soru, Peygamber Efendimiz’in kendi sevgisini öne çıkarmak maksadı ile sormuş olduğu bir soru değildir. Gerçekte îmânın nasıl olması gerektiğini öğretmek için sorulan bir sorudur. Hazret-i Ömer cevap verir:

“-Yâ Rasûlâllah! Can azîz; önce kendimi, sonra Seni severim.”

Bunun üzerine Efendimiz gülümser:

“-Ey Ömer! Beni, canından, malından, evlâd ü ıyâlinden daha çok sevmedikçe gerçekte îmân etmiş olmazsın.” (Buhârî, Eymân, 3)

Bizler, bu dünyada Cenâb-ı Allah tarafından kulluk sınavlarından geçirileceğiz. En önemli sınavı, “Kimi çok sevdiğimiz” konusunda vereceğiz. Çünkü kimi seviyorsak, onun gibi olmaya gayret ederiz, ona itaat etmek zor gelmez. “Kişi sevdiği ile beraberdir”[4], dünyada da âhirette de…

Günümüzde Peygamber Efendimiz’e ait olduğu söylenen bir hadîs-i şerîfi duyduğu zaman aklına, esasında hevâ ve hevesine, uygun düşmediği için kabullenemeyip:

“-Mevzûdur; böyle bir hadis söylenmiş olamaz!” diyerek rahatlıkla kulak ardı etme ve:

“-Benim akıl süzgecimden geçmeyen, hadis olamaz!” deme cüretini gösterenlerin varlığına şâhit oluyoruz.

“-Kur’ân bize kâfîdir, hadîs de ne imiş?!” diyen, Peygamber Efendimiz’i sanki bir “postacı” imiş gibi görüp, Rasûlullah Efendimiz’in terini, kokusunu, saçını sevip hürmet edenleri şirkle suçlayan, ifsad edicilerin sayısı gün geçtikçe artmakta…

Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini aslâ değiştiremeyeceklerini bilen münâfık zihniyetli bu sözde müslümanlar, İslâm’a vurulacak en büyük darbenin ümmetin gözünde Peygamber Efendimiz’i değersizleştirerek, Sünnet’i gereksiz gösterip hadîslerle alay edip, Peygamber Efendimiz’e duyulan muhabbeti şirke kadar götürüp, inananların kafalarını karıştırarak yapabileceklerini çok iyi biliyorlar.

İçinde bulunduğumuz şımarıklığa bir “Dur!” demek için çok önemlidir Hazret-i Ebû Bekir’i tanımak ve anlamak…

“-Âmennâ ve saddaknâ: Îman ettik ve doğru olduğunu kabul ettik.” sözü, îmânın özünü ve müslümanın duruşunu gösterir.

“Sıddîk” olmak, hakkı doğru kabul edip, doğrulayarak dâimâ doğru sözlü olmak mânâsına geldiği için, söz konusu olan Allah Rasûlü’nün sözleri ise:

“-Allah Rasûlü söylemiş ise doğrudur.” diyebilmekle başlar.

Doğru sözlü olmaktan önce gelen, hak olanın, doğru olanın kabul ve tasdik edilmesidir. Bir hadîs-i şerîfi duyar duymaz:

“-O mu söylemiş; eğer o söyledi ise, mutlaka doğrudur.” duruşu, takvâmızın da alâmetidir, sıddîk olduğumuzun da alâmetidir. Çünkü Allah Rasûlü’nü ancak sıddîk olanlar doğrular. Bir hadîs, “uydurma” yani “mevzû” değilse, zayıf dahî olsa kıymet arz eder. Zira onun, Sevgili’nin sözü olma ihtimali yüksektir. Bunun kıymetini, ancak seven anlar.

İsrâ ve Mîrac hâdisesi, sahâbe efendilerimiz için, akıllarının, duygularının allak bullak olduğu, “Acaba?”ların şeytan tarafından hemen devreye sokulduğu ağır bir imtihandır. Olağanüstü bu hâdisenin öncesinde, Allah Teâlâ tarafından bu hâdiseyi doğrulayan bir âyet inmemiştir. İsrâ ve Mîrâc’ı anlatan İsrâ ve Necm sûrelerindeki âyetler, hâdiseden sonra inmiştir. Bugün bizim için bu olağanüstü hâdiseyi, âyetlerden de okuyarak tasdik etmek çok kolaydır. Esas imtihanı sahâbe efendilerimiz vermiştir. Efendimiz’e, yaşadığı bu hâdiseyi Kureyş müşriklerine anlatmasını emreder Cenâb-ı Hak…

“-Ey Cebrâil, kavmim bunu tasdik etmez!” diye endişelenen Paygamber Efendimiz’e:

“-Ebû Bekir, Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” buyurur, Cebrâil -aleyhisselâm-…[5]

Müşrikler, Mîrac hâdisesini duyar duymaz Hazret-i Ebû Bekir’e koşarlar. Zira o, Peygamber Efendimiz’in tebliğinde en çok yardımcı olan kişidir. Verdiği destek çok büyük ve kıymetlidir. Mekke döneminde İslâmiyet’in yayılmasında Hazret-i Ebû Bekir’in Kureyş’in ileri gelenlerinden biri olmasının büyük tesiri olmuştur.

Hazret-i Peygamber’in Mekkeliler’i İslâmiyet’e gizlice dâvet ettiği sıralarda Kureyş’in ileri gelenlerinden birçok kimse, meselâ Hazret-i Osman bin Affân, Hazret-i Talha bin Ubeydullah, Hazret-i Sa‘d bin Ebû Vakkâs, Hazret-i Zübeyr bin Avvâm, Hazret-i Abdurrahman bin Avf, Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Hazret-i Osman bin Maz‘ûn, Hazret-i Abdullah bin Mes‘ûd, Hazret-i Ebû Seleme el-Mahzûmî, Hazret-i Hâlid bin Saîd bin Âs, Hazret-i Ubeyde bin Hâris, Hazret-i Habbâb bin Eret, Hazret-i Erkam bin Ebü’l-Erkam, Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Hazret-i Süheyb-i Rûmî onun vasıtasıyla müslüman olmuşlardır.

Hazret-i Ebû Bekir, Mekke döneminde Kureyşli müşriklerin ağır işkencelerine mâruz kalan müslüman kölelerle yabancılardan erkek, kadın, zayıf ve güçsüz pek çok kimseyi efendilerine büyük paralar ödeyerek satın alıp âzâd etmiştir. Kurtardığı bu sahabîler arasında Bilâl-i Habeşî, annesi Hamâme, Âmir bin Füheyre, Ubeys, Ümmü Ubeys, Ebû Fükeyhe, Zinnîre, Nehdiye ve Lübeyne sayılabilir. Onun servetini bu şekilde harcamasından rahatsız olan babası Ebû Kuhâfe; güçsüz ve zayıf köleler yerine güçlü kuvvetli kimseleri satın almasını tavsiye ettiği zaman, babasına satın aldığı kölelerden faydalanmayı düşünmediğini, bu hareketiyle Allâh’ın rızâsını kazanmayı umduğunu söylemiştir. Taberî, onun Allah yolundaki bu fedakârlığı üzerine, Leyl Sûresi’nin 5-7. âyetlerinin nâzil olduğunu rivayet eder.[6]

Allah Rasûlü’nün, Erkam bin Ebü’l-Erkam’ın evinde bulunduğu bir sırada Hazret-i Ebû Bekir’in ısrarı üzerine Mescid-i Harâm’a gidilir, o esnada üzerine saldıran Utbe bin Rebîa tarafından öldüresiye dövülür Hazret-i Ebû Bekir… Akşama kadar baygın yatar.

“-Allah Rasûlü yaşıyor mu?” diye ayılan Hazret-i Ebû Bekir, kendine gelince annesinden kendisini Peygamber Efendimiz’in bulunduğu Erkam’ın evine götürmesini ister. Rasûlullâh’ı sağ-sâlim görünce ağlayarak O’na sarılıp öper; sonra da kendisine yardım eden annesinin hidâyete ulaşması için Rasûl-i Ekrem’in duâsını niyaz eder. Peygamber Efendimiz, O’nun bu samimî arzusu üzerine duâ edince, annesi müslüman olur.

Bütün bu olanları bilip öfke ile seyreden Mekke müşriklerini, İsrâ ve Mîrac hâdisesini Peygamber Efendimiz’den duymak, pek sevindirir. Müslümanların aklını karıştırmak için ellerinden geleni yaparlar. Ama en önemli kişi Hazret-i Ebû Bekir’dir. Sahâbe Efendilerimiz, genelde onun duruşundan çok etkilenmektedirler.

Müşrikler, Hazret-i Ebû Bekir’e koşarak gelirler ve:

“-Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye geldiğini söylüyor. Bakalım buna ne diyeceksin?” derler. Onun cevâbı ise çok nettir:

“-O ne söylüyorsa doğrudur. Yalan söylemesine ihtimal yoktur. O’nun her söylediğine peşînen inanıyorum.”

“-Buna nasıl inanırsın, akla-mantığa uyuyor mu?” diye soran müşriklere:

“-Evet. Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüz kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tereddütsüz tasdik ediyorum.” buyurmuştur.

Gerçekten çok harika bir cevaptır bu!.. Kur’ân-ı Kerîm’in her âyetini Allah kelâmı olarak kabul etmek, Mîrâc’a çıktığını kabul etmek kadar zordur. Gerek hadîs-i şerîfleri, gerek Sünnet’e ittibâyı anlayabilmek; Hazret-i Ebû Bekir’in sahip olduğu tereddütsüz îmâna sahip olmakla mümkündür. Sorgulanması gereken sahîh hadisler değil, îman zaafiyeti yaşayan kalplerdir.

Daha sonra Hazret-i Ebû Bekir, Kâbe’de bulunan Allah Rasûlü Efendimiz’in yanına giderek, durumu bizzat kendisinden dinler ve:

“-Sadakte (doğru söyledin) yâ Rasûlâllah!...” der.

Allah Rasulü de bu sarsılmaz îman karşısında:

“-Sen sıddîksın, yâ Ebâ Bekir!” buyururlar.[7]

Hazret-i Ebû Bekir’in bu davranışı, sahâbe efendilerimizin de akıllarını başlarına getirir. Bizim için de önemlidir bu hâdise… Mekke müşrikleri gibi, hadîs ve Sünnet düşmanları karşısında nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini öğretir bizlere... Herhangi bir hadîs-i şerîfi, hele de Peygamber düşmanlarından ilk kez duyduğumuzda aklımıza ve nefsimize sevk etmeden, Hazret-i Ebû Bekir gibi, önce dinleyip:

“-O söyledi ise, doğrudur!” demeliyiz ki, hâine fırsat vermeyelim. Sonra işin ehline başvurmak, araştırıp doğrulamak/doğrulatmak, müslümanın vazifesidir.

Hazret-i Ali, Hazret-i Ebû Bekir için:

“-Sen şiddetli kasırgaların hareket ettiremediği ve şiddetli sarsıntıların yerinden oynatamadığı ulu bir dağ gibiydin!” buyurur.

Müslümanlar Medîne’ye hicret etmeye başlayınca Ebû Bekir de hicret için Hazret-i Peygamber’den izin ister. Hazret-i Peygamber, acele etmemesini, Allâh’ın kendisine bir arkadaş bulacağını söyleyince, Allah Rasûlü ile birlikte hicret etme şerefine nâil olacağını anlayarak hazırlık yapmaya başlar. İki güçlü deve satın alır. Her ikisini de çok iyi besler. Yolculuk için bütün ayrıntıları düşünür. Âilesinin hepsi hicret için seferber olur. Aradan dört ay geçmiştir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, “Kureyşliler’in kendisini öldürmeye karar verdiğini ve hicret etmesine izin verildiğini” Cebrâil -aleyhisselâm-’dan öğrenir öğrenmez Hazret-i Ebû Bekir’in evine gelerek Medîne’ye hicret edeceklerini söyler.

Hazret-i Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz ile Sevr Mağarası’nda gizlenmeye karar verdikten sonra kızı Esmâ’ya yol azığı hazırlatır. Oğlu Abdullâh’a da her gün Mekke müşriklerini takip edip kendilerine istihbarat getirmesini, gizlice karanlıkta yanlarına gelerek gün ağarmadan geri dönmesini, kölesi Âmir bin Füheyre’nin gündüz koyunlarını otlatıp, sütlerinden faydalanmaları için saklandıkları yere sürüsünü getirmesini, dönüşte de Abdullâh’ın izlerinin silinmesi için peşinden koyunları ile geri dönmesini tembihler. Herkes işini harfiyen yapar. Hazret-i Ebû Bekir, bütün hayatı boyunca Allah Rasûlü’ne, bu zor vazifesi esnasında, O’na hayatı kolaylaştırıp yardımcı olmak için çabalamıştır. Bugün bizim yapmamız gereken de budur.

Hazret-i Ömer, kendisini Hazret-i Ebû Bekir’e üstün tutmaya kalkanlara çok kızmış, Rasûlullah Efendimiz ile Hazret-i Ebû Bekr’in Sevr Mağarası’nda birlikte geçirdikleri geceyi hatırlatarak:

“-Vallâhi, Hazret-i Ebû Bekir’in o gecesi, Ömer’in bütün âilesinden daha hayırlıdır!” buyurmuştur.[8]

Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, o mağarada muhabbet ve gayretinin semeresini almış, ilâhî lûtuflara, ilâhî sırlara gark olarak, rûhu ve kalbi inkişaf etmiştir. “Üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi” payesine ermiştir.[9] Allah ve Rasûlü’ne duyulan muhabbet, Allah Teâlâ’ya ve Rasûlü’ne ittibâ, Kur’ân ve Sünnet yolunda gayret, Cenâb-ı Hak tarafından aslâ karşılıksız bırakılmaz. Yeter ki samimiyet, ihlâs olsun. Gizli zikrin ilk tâlimini, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Sevr Mağarası’nda Hazret-i Ebû Bekir’e vermiştir. İnşâallâh kıyamete kadar devam edecek olan “Altın Silsile”lerin ilk halkası, o gün belirlenmiştir.

Hazret-i Ebû Bekir, Medîne’de ilk önce, Rasûl-i Ekrem’in mescid yapılmasını uygun gördüğü arsayı satın alır. Yapılacak bütün savaşlara malının-mülkünün tamamını verip, “neden böyle yapıp evlâtlarını düşünmediği” sorulunca da:

“-Geriye Allah ve Rasûlü’nü bıraktım; onlara yetmez mi?” buyurarak, Allâh’ın rızka kefil olduğunu, Rasûlü’nü râzı edeni Allah Teâlâ’nın râzı edeceğini, hayatının her safhasında göstermiştir. Mal ve mülkünün tamamını, savaş hazırlıkları esnasında verse de Allah Teâlâ’nın lûtuf ve keremi ile, çok kısa sürede eski zenginliğine kavuşmuştur.

Sahâbe efendilerimiz, Hazret-i Ebû Bekr’i incitmekten çok korkarlardı. Çünkü O’nu inciten, Allah Rasûlü’nü üzer; Allah Rasûlü üzülünce de Allah Teâlâ’nın gazap etmesinden çekinirlerdi. Kumandanlığını Rasûlullâh’ın yaptığı bütün savaşlarda, Hudeybiye Antlaşması, Umretü’l-Kazâ, ilk hac kafilesinde ve Vedâ Haccı’nda bulunmuştur.

Uhud Savaşı’nın en şiddetli ânında, Hazret-i Hamza’nın şehid edildiği sırada, Allah Rasûlü’nü düşman saldırısından korumak için yerini alan birkaç sahâbîden birisi de o idi. Rasûlullah Efendimiz’in öldürülmesinden sonra hayatın hiçbir değerinin kalmayacağını bildiği için, canını-kanını fedâ etmekten aslâ geri durmamıştı.

Hicretin 6. yılında müslümanlar Hudeybiye’de Kureyşli süvârilerle karşılaştıkları zaman da Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine onunla istişâre etti. Barış görüşmeleri esnasında, Kureyş elçisi Urve bin Mes‘ûd’un müslümanları hedef alan ve onların Rasûl-i Ekrem’i bırakıp kaçacaklarını iddiâ eden hakaret dolu sözlerine Hazret-i Ebû Bekir, sert bir şekilde tepki gösterdi. Hudeybiye Antlaşması üzerine nâzil olan Fetih Sûresi’ni en iyi anlayanlardan biri olarak umre yapılmadan Medîne’ye dönme kararını bir türlü kabul edemeyen Hazret-i Ömer’i ikna etmişti.

Mekke’nin Fethi’nde İslâm ordusu şehre girdiği zaman doğruca babasının yanına gidip, onu Peygamber Efendimiz’in huzuruna getirmiş ve müslüman olmasını sağlamıştı. Böylece sağlığında annesi, babası ve bütün çocukları müslüman olan yegâne sahâbî olmuştu.[10]

Hicretin 11. yılı Safer ayının son haftasında rahatsızlanan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına yaptığı konuşmada:

“Allah Teâlâ’nın bir kulunu dünya ile kendi yanında olandan birini tercih etmekte serbest bıraktığını, o kulun da Allâh’ın yanında olanı tercih ettiğini” söyler.

Hazret-i Ebû Bekir, kastedilen kişinin Rasûl-i Ekrem olduğunu, vefâtının yaklaştığını anlar ve ağlamaya başlar.

Rasûlullah Efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını emreder. Bunun sebebini açıklarken de, “İslâmiyet’e O’ndan daha faydalı kimseyi tanımadığını, insanlar arasında bir dost edinecek olsa, O’nu tercih edeceğini” söyler.

Namaza çıkamayacak kadar hastalanınca, namazı Hazret-i Ebû Bekir’in kıldırmasını ister.[11]

Hazret-i Ebû Bekir, Rasûlullâh’ın vefat ettiğini öğrenince, O’nun hücre-i saâdetine girerek yüzünü açar, alnını öper ve mescide geçer. Başta firâsetiyle tanınan Hazret-i Ömer olmak üzere, şaşkınlık içinde bulunan ve Peygamber Efendimiz’in vefâtına bir türlü inanmak istemeyen ashâb-ı kirâmı ikna eden meşhur konuşmasını yapar.

Cenâb-ı Peygamber’i canından çok sevdiği hâlde vefâtında aklî melekelerini kaybetmez. Bu, O’nun îmânının kemâlinin alâmetidir. Her fânî olan; Allah Rasûlü dahî olsa vefat edecektir, sadece Allah bâkîdir. O’na kulluk edilir. Bu, sağlam bir kulluktur. Bu müstakîm duruşun sebebi, onun sıddîk olmasıdır. Sıddîk olanlar, savrulmazlar.

Hazret-i Ebû Bekir, halife seçildikten sonra, takip edeceği siyasetin genel esaslarını ortaya koyan meşhur hutbesinde:

“…Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ettiği müddetçe müslümanların kendisine itaat etmelerini ister.”

Ölçü budur; Allah ve Rasûlü’ne itaat edene, itaat edilir.

Hazret-i Ebû Bekir’in halife olduktan sonraki ilk icraati, Üsâme bin Zeyd’in kumandasında sefere hazırlanan orduyu göndermek olmuştur. Rasûlullâh’ın vefat etmeden önce Mûte Savaşı’nda şehid olanların intikamını almak üzere hazırladığı ve Sûriye’ye doğru göndermeyi kararlaştırdığı ordu, O’nun rahatsızlığı ve vefatı dolayısıyla yola çıkamamıştır.

Dinden dönme hâdiselerinden çekinen bazı sahâbîler, mürtedlerin Medîne’ye saldırabileceklerinden endişe ettiklerini Halife Ebû Bekr’e bildirerek Üsâme kumandasındaki orduyu göndermemesini ricâ ederler. Diğer bazı sahâbîler de Üsâme’nin çok genç ve tecrübesiz, ayrıca âzatlı bir kölenin oğlu olduğunu ileri sürerek bu komutanı değiştirmesini teklif ederler. Hazret-i Ebû Bekir, bütün bu teklif ve itirazları reddedip 1 Rebîülâhir 11 tarihinde Üsâme kumandasındaki sahabî ordusuna hareket emrini verir.

Ona göre Allah Rasûlü herhangi bir konuda karar vermişse, ona uyulmalıdır, Sünnet’e tâbî olmak gerekir. Allah Rasûlü’nün verdiği karar, Allah Teâlâ’nın kararıdır; bu kararı değiştirmek, mazaretler ileri sürmek, ümmet olma şuuruna yakışmaz. Allah Rasûlü’nün vefâtından sonra müslümanların, Hazret-i Ebû Bekr’in aldığı kararlara saygı duyup tatbikine yardımcı olduklarını gören kâfirler, bunun Sünnet’in bereketi olduğunu; Sünnet’i, tatbik eden müslümanları bölüp dağıtamayacaklarını anlarlar.

Kabilelerin bir kısmı da Rasûlullâh’ın vefâtı üzerine, “namaz kılmakla beraber artık zekât vermeyeceklerini” îlân ederler. Bu arada Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan yeni müslüman olmuş bazı kabileler, Medîne ile irtibatlarını kesmişler; bunların bir kısmı peygamberlik iddia eden yalancılara tâbî olurken bazıları zekât vermeyeceklerini bildirmişlerdir.

“Peygamber olduğunu iddia edenlerle savaşma” konusunda bir ihtilâf bulunmamakla birlikte, zekât vermek istemeyenlerle mücadele hususunda ashâb-ı güzîn efendilerimiz arasında farklı görüşler ortaya çıkar. Hazret-i Ömer, “Lâ ilâhe illâllah” diyenlerle savaşmanın doğru olmayacağını söylerken; bazıları o yıl zekât toplanmasından vazgeçilmesini teklif ederler.

Hangi sebeple olursa olsun irtidat edenlerle mücadelede kararlı olan Hazret-i Ebû Bekir, önce Medîne’deki sahâbîlerin tereddütlerini giderir. Namaz ile zekâtı birbirinden ayrı düşünmenin doğru olmayacağını, bunları ayrı birer ibadetmiş gibi görmek isteyenlerle savaşmanın şart olduğunu belirtir. Allah Rasûlü hangi ibadeti, nasıl uygulamışsa, şaşmadan aynı yolda gitmek gerektiğini, bunun Sünnet’in bereketi olduğunu; dînin tamamlandığını, bazı esaslarının terk edilmesine izin vermeyeceğini söyler. Böylece hem Arap yarımadası hem de İslâm Dîni, büyük bir fitneden kurtulmuştur.

Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer, “şeyhayn” diye anılmış, Kur’ân ve Sünnet’i çok iyi bildiği için Hazret-i Ebû Bekir’e “şeyhülislâm” unvanının verildiğini söyleyenler de olmuştur.[12]

Bazı fakih sahâbîler, Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer’in ittifak ettikleri hususları, diğer sahâbîlerin görüşlerine tercih etmişlerdir. İkisi arasında ihtilâf bulunduğu zaman Hazret-i Ebû Bekr’in görüşünün tercih edildiğini belirten İbn-i Kayyim el-Cevziyye, onun nassa muhalif, kaynağı zayıf hiçbir fetvâ ve hükmünün bulunmadığını, ayrıca hilâfetinin Hazret-i Peygamber’in yönetimine tamamen uygun olduğunu söyler.[13]

Hicret esnasında Sevr Mağarası’nda bulunan birinci kişi, Hazret-i Peygamber’dir. O’nu sevmek, Sünnet’ine tâbî olmak farzdır. İkinin ikincisi, Hazret-i Ebû Bekir’dir ve Peygamber’e nasıl tâbî olmak gerektiğini bizlere gösteren en büyük örneğimizdir.

Çok cömert olup Allah rızâsı için bol sadaka veren kişi, mutlaka sıddîkların arasına girecektir. Sadaka ile sıddîklık arasında büyük bir bağlantı vardır. Hazret-i Peygamber’i şartsız sevmek, Sünnet’ine teslim olmak; kişinin hayatına büyük bir bereket getirir. Hazret-i Ebû Bekir bunu, hayatında anne-baba, evlât-eş de dâhil bütün âilesinin müslüman olması ile görmüştür. Allah hepsinden râzı olsun.

 

[1] Bkz. Mustafa Fayda, “Ebû Bekir” md., TDV İslâm Ansiklopedisi, C. X, sh. 107.

[2] Bkz. et-Tevbe, 40.

[3] Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî, 5.

[4] Buhârî, Edeb, 96.

[5] İbn-i Sa’d, I, sh. 215.

[6] Taberî, Câmiʿu’l-Beyân, c. XXX, sh. 142.

[7] İbn-i Hişam, II, 5.

[8] Hâkim, III, 7/ 4268.

[9] Buhârî, Tefsir, 9/9; Müslim, Fedâilü’s-sahabe, 1.

[10] İbn-i Sa‘d, V, 451.

[11] Kettânî, I, 146-147.

[12] Kettânî, III, 176-177.

[13] İʿlâmü’l-Muvakkıʿîn, IV, 119-120.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle