Kadın Çalışmalı Mıdır?

İnsanlığın yaklaşık yarısını teşkil eden kadınların âtıl kalması, hiçbir şekilde çalışma hayatının içinde yer almaması elbette düşünülmemelidir, düşünülmemiştir de… Tarih boyunca kadınlar, çeşitli iş kollarında, evlerinde, tarlalarda binbir türlü işi yapmışlar ve yapmaya devam etmektedirler. O hâlde bu soruyu nasıl sormalıdır? “Kadınlar, erkeklerle eşit şartlarda, istedikleri veya istemedikleri her türlü işte, özellikle de evinin dışında çalışmalı mıdır?”

 

Kadının Ev Dışında Çalışması

Evet, aslında son iki yüz yılda öne çıkan soru budur. Mesele, “kadının çalışması”ndan ziyâde, “kadının ev dışında çalışması”dır. Evdeki işler bittiği için mi, kadın dışarıda çalışmayı istemektedir? Yoksa evdeki işleri kendi hâline bırakıp her hâlükârda dışarıda çalışması mı istenmektedir? Kadınlar, ev dışında çalışırken evdeki işleri kim yapacaktır? Kadın, illâ çalışacaksa, dışarıda çalışmak yerine kendi evinde çalışmasının ne gibi mahzurları vardır?

Sorular çok… Her biri, birbirinden önemli… İslâm’ın kadına ve onun çalışmasına dâir hükümlerine geçmeden önce, günümüz modern dünyasının kökeni olan Batı toplumunda kadının çalışmasına kısaca bakmak gerekir.

 

Ortaçağda Batılı Kadın

Tahrif olmuş Kitab-ı Mukaddes’in bakışıyla kadın, Şeytan ile birlik (!) olup Hazret-i Âdem’i kandırmış ve “insanlığın” cennetten dünyaya indirilmesine sebep olmuştur. Bu yüzden Allah kadın cinsine, “hâmilelik” ve “âdet görme” gibi cezâları (!) lâyık görmüştür. Rahipler, kadından uzak durmayı, Allâh’a yaklaşma vesilesi görürler ve bu yüzden kendilerine ömür boyunca evliliği yasaklarlar.

* * *

Hemen belirtelim ki, İslâm, kadına bu bakış açısıyla bakmayı yasaklar. Kur’ân-ı Kerim’e göre Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva, yasak ağaca birlikte yaklaşmışlar, bu günahı birlikte işlemişlerdir. Bu günahın cezası olarak babadan oğula ya da anneden kıza geçen bir “aslî günah” ve onun cezası yoktur. Her insan, annesinden doğduğunda tertemiz, günahsız bir fıtrat üzere dünyaya gelir. Hıristiyanlıkta, Hazret-i İsa’nın kendisini fedâ ederek insanlığı kurtarmaya çalıştığı ve papazların vaftiz suyuyla temizlenmek istedikleri “Hazret-i Âdem’den insanlığa intikal eden, doğuştan gelen günah” inancı, İslâm’da tamamen reddedilmiştir.

* * *

Ortaçağda Avrupa’da kadın, “fitne unsuru”, “şeytanın aracısı”, “lânetli” bir varlıktır; dolayısıyla onun kiliseye veya havraya girmesi bile uygun değildir. Sık sık kadın büyücüler, içlerindeki cin ve şeytan temizlenmek üzere umûma açık yerlerde yakılarak cezalandırılırlar. Kadın, evinde, çocukların annesi ve tarlada erkeğin yardımcısıdır. Kocası olmayan ve hayatını kazanmak, kendine ve çocuklarına bakmak zorunda kalan kadınlar için, “iş hayatı” çok sınırlıdır. Maalesef ihtiyaçlar sebebiyle en kıymetli varlığı olan bedenini, bir müddet sonra sermaye hâline getirmeye mecbur kalır. Gençlik ve güzellik bittiğinde ise, geride perişanlık ve sefâlet kol gezer.

Bu durum, “Sanayileşme Devrimi” ve “Dünya Savaşları”nın peşpeşe geldiği 20. yüzyıla kadar böyle devam eder. Sanayi devrimi ile Batılı erkek, “ucuz işçi”yi keşfetmiştir: Kadın ve çocuk… Erkeğe vereceği paranın yarısını, hatta daha da azını vererek daha uzun çalışma şartlarına zorlayabileceği bu iki zayıf halka, modern batı sanayisinin bütün yükünü asırlar boyu sırtlamıştır.

Kölelerin, hayatta kalmak için “karın tokluğu”na çalıştırılmasını ve öldüğü yerde, üzerinden asfaltların, yolların geçmesini mevzu etmiyoruz bile… Çünkü köleler, bir “insan” bile değildir.

 

İslâm’da Kadın

Câhiliye toplumunda kadının durumu, “kitap ehli” Yahudi ve Hıristiyanlardan çok da farklı değildir. Üstüne üstlük alınıp satılan, hor ve hakir görülen, gerektiğinden sebepsizce hayatına son verilen bir varlıktır. Anne belki biraz muhteremdir, ama “eş” ve “kız” konumundaki kadınlar, hiçbir şekilde hürmete layık değildir. İslâm, kız çocuklardan utanılan bir toplumda ve zamanda geldi. Peygamberimiz, ilk kızına “babasının süsü” mânâsında “Zeyneb” adını koydu. Bir erkek çocuğun müjdesi geldiğinde nasıl kutlanılıp kurban kesiliyorsa, Allah Rasûlü’ne kız çocuklarının doğduğu müjdelendiğinde aynı şekilde  kurban kestirdi, sevindi, sevincini paylaştı.

Araplar, doğan kız çocuklarından kurtulmanın yollarını ararken Peygamber Efendimiz kızları ile de gurur duydu. Onları “diri diri gömmeyi” hiçbir zaman düşünmediği gibi, İslâm’ın prensipleri kendisine Cebrail tarafından indirildikçe bu hunhar câhiliye âdetini kökünden kaldırdı.

Kadınlara, hukukî tam bir şahsiyet ve ihtiram sahibi bir mevkî verdi. Kadınlar, evlilik kararından itibaren “seçme” veya “red etme hakkı”na sahip kılındı. Meşrû ölçüler içerisinde istediği kimse ile evlenmesine müsaade edildi. Evlilik öncesinde ve sonrasında edindiği mülkler tamamen kendi şahsına tahsis edildi. Evlenen kadınların, kocaları ihtiyaç sahibi de olsa, evin geçimine katkıda bulunma mecburiyetleri kaldırıldı. İsterse, şartlar da uygunsa ticaret yapmasına, kendi malını değerlendirip arttırmasına müsaade edildi. Mirastan pay sahibi kılındı.

Her ne kadar günümüzde “İslâm’da kadınların mirasta erkeğin yarısı kadar hak” sahibi olması sebebiyle çeşitli iftira ve ithamlarda bulunulmuşsa da bu, meselenin layıkıyla bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Burada ehemmiyetine binâen meseleye bir parantez açmaya gerek görüyoruz.

 

İslâm’da Kadının Mirastaki Payı

Kur’ân-ı Kerim, miras hükümlerini bildirirken kadına, erkeğin aldığının yarısı kadar pay biçmiştir. Bu durum, ilâhî adâlete ve haklar/sorumluluklar arasındaki müthiş dengeye dayanmaktadır. Şöyle ki:

İslâm’a göre kadın, baba evinden kendi mülkü olarak getirdiği her şeyin sahibidir. Bunu kocasıyla paylaşmak zorunda değildir. Aynı şekilde düğün öncesinde veya esnasında verilen her türlü hediye de kadına âittir. Buna ilâveten kadın, “bir sosyal güvence” mâhiyetinde olan ve miktarını kendinin belirleyeceği “mehir” ile teminat altına alınmıştır.

Kadın, evlendikten sonra yeme-içme, barınma, kıyafet vb. bütün ihtiyaçları mâkul ölçüler içerisinde kocası tarafından karşılanmak sûretiyle rahatlatılmıştır. Kadın, kendi şahsî servetiyle trilyoner olsa, kocası da -bugünün ifadeleriyle- asgarî gelir ile geçinse, o koca, hanımının ihtiyacı olan şeyleri her hâlükârda helâlinden temin etmekle mükelleftir. Kadın, âile geçimi ve kocanın yükünü hafifletmek için kendi servetinden bir şey ödemek zorunda değildir. Ama fazileti ve âilesindeki huzur açısından gönüllü olarak ikramda bulunursa, o başka…

Bunun dışında evin iç işlerinde de kadına birçok haklar verilmiştir. Bunlardan sadece bir tanesini hatırlatıp İslâm’ın bu konudaki ahkâmının çok fazla bilinmediğine temas edelim. Meselâ bir kadın, kendi doğurmuş olduğu öz çocuğuna süt vermek istemese, baba, İslâm Hukuku’na göre, ona bir süt anne bulmak mecburiyetindedir. Bu misalde de görüldüğü gibi, İslâm, kadını âdeta “müstesnâ bir mevki”ye yerleştirmiş, ona sıklet (ağırlık) oluşturacak maddî ve mânevî her türlü yükü omzundan alarak her türlü ekonomik hürriyeti bahşetmiştir.

Eğer bir kadının kocası vefat etse, ondan alacağı mirasın yanı sıra, kadının en yakınları olan babası, dedesi, erkek kardeşi, amcası, dayısı vs. sırasıyla o kadının asgarî maddî ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür. Şayet yakınlarından kendisini himâye edecek kimse olmazsa, İslâm devleti, o kadının ve âilesinin her türlü ihtiyacını karşılamakla sorumludur.

Böyle sıkı bir koruma altına alınmış, istediği zaman kendi servetini kullanıp büyütme imkânı sağlanmış, gerek kocasından mehir, iâşe vb. gelirlerle, gerekse kocasının ardından en yakın akrabalarına zimmetlenerek ihtiyaçları garanti altına alınmış kadına, bir de “tam miras” payı verilmiş olsaydı, bu durum, tamamen erkeklerin aleyhine dengenin bozulması demekti. Çünkü erkek, yukarıda da temas ettiğimiz gibi evlilik için gerekli masrafları (hediye, velîme: düğün yemeği, mehir vb.) karşılamanın yanında, eşinin ve çocuklarının her türlü masrafını da helâlinden tedârik etmek durumundadır. Buna ilâveten anne, kız kardeş vb. kimsesiz hanım akrabalarının ihtiyaçlarına da mümkün mertebe yetişmelidir. Erkeğin böyle bir maddî mükellefiyetini ise karşılayabileceği iki ana kaynak vardır; el emeği ile kazandığı para ve miras ile kendisine düşen pay… İşte İslâm’ın miras hakkındaki taksimatı ve bunun sebepleri kısaca bunlardan ibarettir.

 

İslâm’a Göre Kadın Çalışmalı mıdır?

Aslında bir önceki bölümde, kadının her türlü ihtiyacının kocası tarafından karşılanması gerektiğini ifade etmiştik. Dolayısıyla evi geçindirmek, daha fazla para kazanmak vb. sebeplerle erkeğin, hanımını çalışmaya zorlaması düşünülemez. Bu, öncelikle kocanın vazifesidir. Ancak kadın çalışmayı kendisi istiyorsa, ne yapmalıdır?

Bu durum, aslında kişiden kişiye, âileden âileye farklılıklar arz eder. Bu yüzden tek bir kalemde, herkes için “çalışmalıdır” veya “çalışmamalıdır” demek zordur. Aldığı eğitim, sosyal konumu, becerileri, ihtiyaçlar, âilenin yapısı, çocuklar, çalışılacak işin özellikleri, mesâi şartları, ihtilat ortamı vb. birçok husus bu konuda önemli farklılıklara sebep olmaktadır. Ama biz genel hatlarıyla şöyle bir tablo çizebiliriz: Eğer bir annenin, bakıma muhtaç çocukları varsa, onlara en az kendisi gibi bakacak kimseyi de bulamıyorsa, öncelikle vazifesi evi ve çocuklarıdır. Çünkü Rabbimiz, onu, evin geçiminden değil, çocukların bakım ve terbiyesinden mes’ûl tutmaktadır. Ancak çocukları yok ya da var olan çocuklarına kendisi gibi bakabilecek güvenilir ve tercîhen akraba bakıcılara sahipse, kocasının rızâsını da alarak “fıtratını uygun” ve “meşrû işlerde” çalışabilirler.

 

Fıtrata Uygun ve Meşrû İşler

Aslında bu başlık da çok geniş kapsamlı bir ifadedir. Kadın fıtratı, yani yaratılışı ile erkeğin fıtratı bir değildir. Genel itibariyle erkekler, hâricî işlere daha meyilli şekilde yaratılmışlardır. Bedenî güç gerektiren, stres yüklü, yorucu mesâî şartları bulunan işlerde kadınların çalışması, zamanla büyük rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Meselâ bir kömür madeninde ya da bir tır ile uzun ve yorucu yolculuklar yapan kadınları düşünelim. Bu kadının fıtratı, buna uygun mudur?

“Kadın ve erkekler eşittir” diyen kimseler, olimpiyat vb. yarışmalarda bile kadınlarla erkekleri ayrı kulvarda yarıştırmaktadırlar. Bu en basit örnek bile yaratılıştaki farklılığı isbat etmez mi? O hâlde kadın fıtratına aykırı olmayan işler, hemen hemen akl-ı selim olan herkesin rahatça tesbit edebileceği iş kollarıdır. Meselâ hastabakıcılığı, hemşirelik, ana okulu öğretmenliği, doktorluk, hocahanımlık vs...

Aslında bir müslüman toplumun, kendi hanımlarını muâyene edecek bir doktoru, büluğa ermiş kızlarını eğitecek bir muallimi vb. yetiştirmeleri “farz-ı kifâye”dir. Yani toplumun hepsine birden yüklenmiş bir farzdır. Eğer bir müslüman toplum, bu farzı yerine getirecek kadar “yetişmiş hanıma” sahip değilse, kademe kademe bütün herkes bundan sorumlu olur.

Meşrû işler hususunda da birkaç cümle söylemekte fayda var. İslâm’a göre, bütün iş kolları, erkek ve kadın farkı gözetmeksizin öncelikle “helâl” olmak zorundadır. Açıkça haram kılınmış (içki, kumar, fuhuş, uyuşturucu, faiz, tefecilik vb.) bir hususta çalışan bir erkek ile kadın arasında fark yoktur, bu, ikisi açısından da “haram”dır. Eğer başka hiçbir iş imkânı bulamamışsa, bir taraftan helâl iş kolları aramaya devam etmek kaydıyla, “aç kalmayacak” kadar bu işlerde çalışılabilir. Ama bu durum bile zarûrete bağlı ve zarûret miktarıncadır. Bizim, şüphelilerden bile uzak durmamız gerekirken açıkça haram olan sahalarda kalbimizi karartmamız uygun değildir.

Buna ilâveten “kadın-erkek ihtilatın”ın bulunduğu iş kollarında çalışmak, kadınlar için olduğu kadar erkekler için de sakıncalıdır. Hanımını, erkeklerle beraber çalışmaması noktasında ikaz eden beylerin, aynı odada yabancı bir hanım sekreter çalıştırmaları, ne kadar İslâmîdir? Kadınlara haram olan şeyler, erkeklere helâl midir?

 

Modern Hayat ve Çalışma

Aslında günümüz modern hayatının kadını çalışmaya zorlamasının en büyük sebebi, “ekonomi çarkının dişlerini büyütmek”tir. Bu çarkın arasına, âilenin, eşlerin, çocukların veya toplumun sıkışmasının onlar açısından hiçbir mahzruru yoktur. O, meseleye tamamen “ekonomi” merkezli bakmakta ve “daha fazla üretim, daha fazla tüketim” gayesini gütmektedir.

Kadının, en basit araç-gereçten en pahalı eşyaya kadar “reklâm yüzü” tabiri ile pazarlanması ve “tahrik unsuru bir metâ” hâline getirilmesi, kadınlık şahsiyeti açısından en büyük kayıptır. Bu, hem erkeklerin duygu, düşünce ve meyillerini istismardır; hem de kadınların mânevî şahsiyetlerini ayaklar altına almaktır.

Diğer taraftan modern hayat tarzı; “Bu devirde tek maaşla geçinmek zor!” ana fikrinden yola çıkarak erkekleri, “Kendi özgürlüğünü elde etmek için ekonomik özgürlüğe kavuşmalısın!” diyerek kadınları ağına düşürmektedir. Daha çok çalışmak ve daha çok kazanmak için neredeyse birbirini göremeyen âile fertleri arasında nasıl bir sevgi, saygı, birliktelik oluşabilir ki?!

Kadın, kendisini iş dünyasında kariyer yapmaya adadıktan sonra, kreş, servis, bakıcı, makyaj, kıyafet, kuaför vb. masraflarından ne kadar arttırabilmektedir ki, âile ekonomisine katkısı olsun? Karışık ortamlarda, en güzel kıyafetleri ile, en göz alıcı şekillerde kendine vitrine eden bakımlı (!) kadınların arasında çalışan bir erkek, eşine göz ve gönül olarak ne kadar sâdık kalabilecektir? Başkasına süslenmek için âdeta servet ödeyen, vakitlerini bu işe tahsis eden kadın, evde, eşine ne kadar vakit ayırabilecektir? Eşlerin ikisi de yorgun-argın eve geldiklerinde birbirlerine nasıl güleryüz ve anlayış gösterebileceklerdir? Anne ve babalarının, işlerine ayırdıkları zamanın en azından bir kısmını kendilerine de ayırmasının bekleyen çocukların bekleyişi daha ne kadar sürecektir?

Böyle bir hayat tarzında, kazanan kimdir, kaybeden kim? Biz, bilerek veya bilmeyerek cümbür cemaat böyle bir hayat tarzına doğru sürükleniyoruz. Geride ne kalıyor; daha mutlu bir nesil mi, daha huzurlu bir gelecek mi, daha verimli bir ekonomi mi?

Eğer gerçekten zenginleşebilmek buna bağlı ise, kaybettiğimiz “mutlu ve huzurlu âile yuvası” bu zenginlikle mukayese edilebilir mi?

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle