En Büyük Tebliğ, İslâm’ı Yaşamaktır

 

Hazret-i Ömer’in, Allâh’a inanmayan bir hizmetlisi vardı. Hazret-i Ömer onun müslüman olmasını isterdi. Sık sık aralarında şu konuşma geçerdi:

“-Benden hoşnut musun?” diye soran Hazret-i Ömer’e hizmetlisi:

“-Tabiî ki hoşnudum ey Emîre’l-Mü’minîn, sen iyi bir insansın!” derdi. Bu kez Hazret-i Ömer:

“-Ahlâkımı beğeniyor musun?” diye sordu. Hizmetlisi:

“-Elbette beğeniyorum.” diye cevap verirdi. Hazret-i Ömer:

“-Benim iyiliğim ve ahlâkım, dînimden gelir. Benim dînim için ne diyorsun?” diye dîni teklif edince hizmetlisi bu kez çekinmeden:

“-Efendim, sizin dîniniz güzel, lâkin beni zorlamazsanız babamın dininde kalmak isterim.” derdi. Lâkin Hazret-i Ömer’in İslâm’ı yaşayışı, iyilik ve güzel ahlâkı zamanla hizmetlinin İslâm’la şereflenmesine sebep oldu.

* * *

Yeniçeri, evde karısı ile kavga etmiş. O hışımla dışarı çıkmış. Senelerdir komşusu olan Rum’u görmüş, koşarak adamı yere yatırmış, palayı çıkartmış, boğazına dayamış:

“-Çabuk Müslüman ol!.. Bunca yıldır içimizdesin, hâlâ İslâm olmadın.”

Rum komşusu korkusundan:

“-Tamam.” demiş, “Müslüman olayım, söyle bana, anlat nasıl müslüman olacağımı, ben de müslüman olayım.”

O zaman yeniçeri adamın göğsünden ayağını kaldırmış, palasını yerine sokmuş düşünmeye başlamış:

“-Ben de bilmiyorum, gel, hocaya bir soralım.”

* * *

Bu iki hâdiseyi karşılaştırdığımız zaman günümüz açısından göze çarpan çok önemli hususlar var. Şöyle ki:

Patron-çalışan münâsebetleri, beşerî münâsebetlerin en sancılı olanlarındandır. Yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, gücünün üstünde iş teklif etmemek, bayramlarda, Ramazan aylarında yükünü hafifletmek, hakkı olan ücreti, alnının teri kurumadan vermek, büyüklük taslamamak, onu incitmeden, hakir görmeden, değerli olduğunu, insan olduğunu hissettirmek... Bunlar patronların, yanında çalışanlar için dikkat etmesi gerekli olan hususlardan sadece birkaç tanesi…

En büyük kul hakları, işveren-çalışan arasında olur. Hazret-i Ömer, işveren olarak yanında çalışan hizmetlisini o kadar çok memnun ediyor ki, çalışanı “Senden memnunum, sen iyi bir adamsın!” diyebiliyor. Birbirini en iyi, en yakın olanlar tanıyabilirler. Kişiyi en çok konumu kendisinden daha düşük olan yakın çalışanı tanır. Çünkü kendini beğendirme gayreti, kaybedecek hiçbir şeyi ve mecburiyeti olmadığı için işverenler, çalışanlarının yanında maskesiz olurlar. Hazret-i Ömer, bütün bu şartlara rağmen yanında çalışanı tarafından takdir edilecek güzel bir ahlâka sahip...

Davranışlarımız ile güven, saygı, sevgi uyandırdığımız kişilerde tekliflerimiz cevap bulur, ricâlarımız bile emir hâlini alır. Aynı şekilde herkes gibi biz de ahlâkını, duruşunu beğenmediğimiz insanlar, ağızları ile kuş tutsalar dahî bunu dikkate almayız. Dediği ile ettiği birbirini tutmayan insanları palavracı, şartlatan veya en azından tutarsız ve dengesiz kimseler olarak görürüz.

İslâmî tebliğin can alıcı noktası da işte budur: “Gönlüne giremediğimiz kişinin, aklına da giremeyiz!..” Bizi sevmeyen kişi, bizden köşe bucak kaçacak yer arar. Kaldı ki oturup bizimle sohbet etsin. Kaldı ki; bizim ricâ ettiğimiz bir şeyi, gönül rızâsı ile seve seve yapsın. Ebeveyn-evlât münâsebetlerinde de aynı kurallar geçerlidir.

Tebliğde dikkat edilecek bir diğer prensip de: “Fikirler dinlenir, ama şahsiyet sahibi karakterlerin izinden gidilir.” İnsanlar, sözlerden çok işlere bakarlar. “Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.” Kişiler, her türlü fikirleri dinlerler, hattâ beğenirler bile, ama eğer peşinden gitmeleri gerekli bir kişi var ise, bunlar şahsiyet sahibi, karakterli kimseler olur.

Üçüncü husus da, yanımızda çalışan kişi bize muhtaçtır, biz onun bu zaafından faydalanıp birçok şeyi kabul etmesi için zorlayabiliriz. O, bizim ısrarımızla bir karar verir, ama bu kararı, gönlüne sinerek vermemiş olabilir. O yüzden tebliğde, en yakınımızdaki insanların bile zamana ihtiyacı olabilir. Bu da İslâm’ın gözettiği “tedrîcilik ve maslahat prensiplerinin hayata tatbiki”dir. Burada Hazret-i Ömer, yanında çalışan hizmetlisini tehdit etmeden, zorlamadan, onu mecbur etmeden hak dîne dâvet ediyor. Bunu yaparken de onu akıl ve görüş sahibi bir ferd olarak, bir insan olarak kabul ediyor ve en haklı dâveti bile önce “teklif ve ricâ” ediyor, onu buna mecbur etmiyor. Kabul etmediği zaman da kendisine kin güdüp işine son vermiyor. Biliyor ki; dînî hayat ve din seçimi, gönül işidir. Zorlamaya gelmez. Bu şekilde davranmaya, tâvizsiz bir şekilde devam ediyor. İslâm dâveti bir kere yapılıp kenara çekilinmez, canından bezdirecek şekilde bıktırarak, usandırarak da tebliğ olmaz. Duruma, şartlara bakarak firâset ve teennî ile hareket edilir ve bu samimi ısrarın bereketi, er geç ortaya çıkar. Belirli aralıklarla teklifin tekrarı, kişinin unutmasına mahal vermeden düşünme fırsatlarını çoğaltmak açısından hayırlıdır. Sonuç, yani hidâyet, ancak Allâhu Azîmuşşân’ın takdîri iledir.

Parlak ve yaldızlı sözlere hiç ihtiyaç olmaksızın, din samimî bir yaşayış içinde tebliğ edilir. “Emr-i bi’l-maruf, nehyi ani’l-münker”de muvaffakiyet, doğru bilgiye sahip olmak ve bu bilgileri hayatımıza geçirmek sûreti ile canlı bir örnek olmakla mümkündür.

* * *

“-İyi ki müslümanları tanımadan önce Kur’ân’ı tanımışım. Eğer önce müslümanları tanımış olsaydım, aslâ müslüman olamazdım...” demiş Yusuf İslâm…

Bu cümle, müslüman olan herkesin beynine balyoz gibi inmeli... Müslümanların sonsuz âhiret hayatı yerine dünya hayatının geçici câzibelerine bağlanmaları, dillerinin söylediğine bir türlü bütün kalpleri ile îman edememeleri, İslâm ile müslümanlar arasında bir uçurum meydana getiriyor. Cenâb-ı Hakk’ın, Hucurât Sûresi’nde bedevîlerin hâlini anlatırken işaret buyurduğu husus, günümüzde de başka bir şekliyle tekrarlanmış oluyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Bedevîler «Îmân ettik!» dediler. De ki: «Siz henüz îmân etmediniz. Ama «boyun eğdik» deyin. Henüz îman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allâh’a ve Rasûlüne itaat ederseniz, Allah size amellerinizden hiçbir şey eksiltmez, çünkü Allah gafûrdur, rahîmdir.” (el-Hucurât, 14)

İslâm olmak başka bir şeydir, îman ehli olmak bambaşka... Teslim olmak, boyun eğmek cevizin kabuğudur, kâmil mânâda îman ise, cevizin içidir, özüdür.

* * *

Müslüman Hacı Bey, fabrikasındaki işçileri asgarî ücretle ve zor şartlar altında çalıştırıyor. Kadın-erkek farkı gözetmeksizin mesâîye zorluyor. O kadar garibanın sırtından kazandığı para ile her sene umreye gidiyor. Allah Teâlâ, kullarının zannı üzeredir. Bu hacı beyin dinini ne derece güzel temsil ettiğini çalışanlarına sorsak acaba ne cevap verirler?!

Müslüman olmakla gurur duyuyor, beş vakit cemaatle namaz kılıyor, yine de dükkânında yalan yere yemin ederek malını satıyor. “Vallahi o fiyata kurtarmaz!” diye yemin ediyor, bir de öğreniyoruz ki, o fiyattan daha aşağısı ile de kâr elde ediliyormuş.

Bir hanım, pür tesettür geziyor; namazlarına, ibadetlerine hassasiyetle devam ediyor. Fakat kendisinin dışında tesettüre lâyıkıyla riâyet etmeyen, ameli zayıf insanları da iradesizlikle, “zayıf îman, düşük ahlâk, takvâdan uzak bir hayat” ile suçluyor, ayıplayıp kınıyor. Şimdi bu hatun dinini nasıl temsil ve tebliğ eder?

Bir muharebe esnasında Kelime-i Şehâdet getirdiği hâlde düşmanının zoru görünce müslüman olduğunu düşünüp îman ettiğine inanmayan ve onu öldüren Hazret-i Halid bin Velid’e Peygamberimiz nasıl kızmış ve:

“-Onun kalbini açıp baktın mı?” diye sormuştu. (Buhârî, Ahkâm, 35) Bununla da yetinmeyip bir mü’min öldürüldü diyerek diyetini ödetmişti.

O hâlde bizim vazifemiz, insanların kalplerindeki îman ve takvâyı tartmak, onları bu noktada sîgaya çekmek değildir. Kimin Allah katında daha makbul bir insan olduğunu bilemeyiz. Biz, elbette dış görünüşe ve yaptıklarına bakarak insanlar için değerlendirmelerde bulunacağız; ama insanların iç dünyasını bilemeyeceğimizi de hiçbir zaman göz ardı etmeyeceğiz.

Diğer taraftan insanları horlamak, kınamak, eleştirmek başlı başına bir kibir alâmetidir. Kibir ise, en büyük mânevî hastalıklardandır.

Tekrar başa dönersek, İslâm’ı yaşamayan, İslâm’ı temsil edemez. Yaşayanın hâli, dil olur, kelimelere dökülüp konuşmasa da tesir eder. Din, yaşanarak öğrenilir, öğretilir. Kâbe sevgisi, Peygamber sevgisi, Mescid-i Nebî sevgisi gibi sevgiler kuru kuruya anlatmakla kalplere kazınmaz. Ancak gönül diliyle ifade edilenler gönüllerde yer bulur. İsterse bu dil, kelimelere, lisanlara dökülmemiş olsun…

Namazın, irâdemizi nasıl çelikleştirdiği, yaşanmadan bilinemez. Orucun kişinin takvâsını artırdığı, oruç tutulmadan onun ruh üzerindeki tesiri bizzat yaşanmadan bilinemez. Kişinin nefsinin mutmain olması, nefis terbiyesi, çile çekilmeden, riyazat yapılmadan zikrin lezzeti alınmadan bilinemez. Kişi, hayatı boyunca yaşadığı imtihan ve tecrübelerle olgunlaşır. Bu olgunluğun nasıl bir süreç içinde ve nasıl bir değişimle olduğu, yaşanmadan anlaşılamaz. Kur’ân-ı Kerîm’in ruhların üzerinde verdiği sükûnet, gönle verdiği neşe, Kur’an tilâvet edilmeden anlaşılamaz. Sadakanın hastalıkları tedavi ettiği, musibetlerin önüne geçtiği, sadaka verilmeden, tecrübe etmeden anlaşılmaz. Kısaca din, ancak yaşanarak öğrenilir ve yaşanarak anlatılır. En kalıcı eğitim de budur. O sebeple din, anlatılmakla birlikte uygulamaya geçirilmezse, kuru bir dâvâdan ibaret kalır.

İslâm, üçlü saç ayağı üzerine kurulmuştur; îman, ibadet ve ahlâk. Kişilerin bizi kâle alması, bu üçlünün mükemmelen yaşantımızın içinde bulunması elzemdir. Bal yemeği seven İmâm-ı A’zam, bala düşkün bir çocuğu sadece sözüyle baldan vazgeçiremeyeceğini bildiğinden evvelâ kendisi balı bırakır.

* * *

Bâyezid-i Bistamî Hazretleri, hac için yola düşer. Yolda bir Allah dostu ile karşılaşır ve o zâta, iki yüz dirhemi olduğunu ve hacca gitmekte olduğunu söyler. Allah dostu o zât, Bâyezid Hazretleri’ne şu tavsiyede bulunur:

“Dünyalığının bir kısmını muhtaçlara, gariplere, bîçârelere dağıt. Onların gönüllerine gir, duâlarını al ki, rûhunun ufku açılsın. İlk defa gönlüne haccettir ki, rakik bir gönülle yapacağın hac makbul olsun!..”

İnsanın kalbi, “sırlar hazinesi”dir. Bu hazineyi, ancak Allah Teâlâ rızasını kazanmak için bir gönle girmekle doldurabiliriz.

Bir dileğin var ise, gönüllere girmeye gayret et; çünkü sevenler, sevdiklerini gönüllerinde taşırlar. Sevilmedikçe kimseye tesir edemeyiz.

Çok güzel bir söz vardır:

“Siz, İslâm’ı yükseltmeye çalışmayın, İslâm zaten yüksektir. Siz İslâm’ı yaşayarak yükselmeye bakın!”

En gelişmiş teknolojileri, en bilimsel sözcükleri kullanarak gençleri etkilemeye çalışsak da câmilerimize gençlerimizi getiremiyorsak, bu kadar konuşma nereye gidiyor, biz nerede hata yaptık bir düşünmemiz gerekiyor.

* * *

Serhazin Süleyman Amberağa Câmii, Beşiktaş’ta vaaz ettiğim tarihi camilerden birisi idi. Beşiktaşlı hanımlardan, merhum Gönenli Mehmed Efendi’nin de bu câmide vaaz ettiğini öğrendim. Hanımlar, o günleri yâd ederken gözleri yaşlı idi:

“-Hocamız nereye giderse biz de peşinden giderdik. Hepimizi tek tek tanır, ihtiyacımız olan şeyleri söylerdi. Bazen birimize durup dururken:

“-Biraz daha sabret, Allah yollarınızı açar inşâallah!..” derdi.

O hanım da gözyaşları içinde hocaya duâ ederdi. Câmiye gelir, önce huşû içinde iki rekât namaz kılar, Peygamber Efendimize salât ü selâm getirir, hem ilâhî söyler, hem de vaaz ederdi. On beş dakikayı geçmezdi vaazları, ama tadı, rûhumuzda iz bırakır, tekrar görmek için hasretle beklerdik.

Hanımlar, hocaefendinin sohbetinin olduğu günlerde hiç kimseye randevu vermez, hocamızın sâdık takipçisi olurlardı. Hanımların hâlleri, hocamızın sohbetleri ile çok değişti. Yaşantıları, İslâmî hassasiyetleri gelişti. Bizi gören kocalarımız bile bu hâlden etkileniyordu. Hocamız, sohbetleri ile sanki hepimizin ahlâkını inşâ ederdi.”

* * *

Bütün bu anlatılanlar, hocaefendinin yaşantısı ile örnek bir şahsiyet olup kişilerin ruhlarında tesir bırakan, gönül ehli bir tebliğci olduğunu göstermiyor mu? Peki, gönlü dünya arzularıyla dolu tebliğciler kimlere tesir etsin? Dünya sevgimiz, mal-mülk sevgimiz, lüks-konfor sevgimiz ve Allah Rasulü’nün yaşantısından çok uzakta bir yaşantı içinde olmamız, tebliğimizi tesirli mi kılar, tesirsiz mi? Tabiî ki düşük tesirli, hattâ bazen kulaktan öteye geçmeyen hâle getirir. Mânâ âlemi güçlü olan, insan da dahil olmak üzere bütün eşyaya tesir eder, söz geçirir. “Şem’i gör ki, yanmadan yandırmadı pervaneyi.” Bir insan, kendisi ateş olmadan, hiçbir mumu yakamaz!..

Dünyevîleşen, dünyayı bu kadar çok seven bir tebliğcinin, âhireti anlattığı zaman tesir bırakabilmesi mümkün olabilir mi? Dünya-âhiret arasına sıkışmış bir tebliğci, kendi kafası ve gönlü bu kadar karışıkken, hayata dâir aşırı düşkünlükleri ve emelleri varken “Nefis terbiyesi yapın!” diyebilir mi? Dese bile, tesirli olabilir mi?

Şair Cahid Zarifoğlu’nun dediği gibi; “Ey Müslüman, İslâm’ı öyle diri ve sağlam yaşa ki, seni öldürmeye gelen, sende dirilsin!..”

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle