Kadayıflı Yazı

Âlâsını hak edene de hakkı halk ediyor Hak,

Belâsını hak edene de hakkı halk ediyor Hak!

En netîce, hak edene hakkını halk ediyor Hak.

 

Bu yazıda cümleleri, kadayıfı tel tel ayırır gibi ayırdım. Tepsiye sermek, fırına sürmek, pişirmek ve şerbetini yedirmek işini de size bıraktım. Çünkü her aşamasını tek başına yapsaydım, “Benim” tatlım olurdu. Hâlbuki, “Bizim” tatlımız olsun istiyorum. Âfiyet, şifâ olsun…

* * *

Kadayıftan dem vurdum ya, gözlerimle gördüklerim sebebiyle gönlüm, bazen şerbeti katılmamış kadayıf gibi tatsız, bazen de cin biber turşusu gibi acı oluyor. Kendimce seyre açık bir yerlerdeyim. Neredeyim? Saçları ağarmış yetişkinlerin bile çocuk gibi şortla gezdiği, yurdum insanının, neredeyse altmış yıldır, “Lolita” yazılı külahlardan dondurma yediği tuhaf ve dar bir zaman diliminde... Üstelik yeni neslin misâl diye kopyaladığı, estetikten, ciddiyetten, nezâketten ve edepten uzak manzaradaki en mâsum fecaat bu, diyebilirim. Sabîleri yetişkinlerin şerrinden koruyup yetişmişlerin ocağında pişirmesi için Rabbime duâ ediyorum. Buna mukâbil şükür ki, şuurlu ve aydınlatıcı insanlar da mevcut. Onların varlığıyla seviniyorum.

“Açız!” diye dilenip “Fakirim!” diye dolanırken, yemeyip içmeyip internete, kuaföre, telefona, çula çaputa para yatıran, çalışmak yerine ondan bundan medet umup sağda solda fink atan, kanaat varken şikâyette, emek vermek varken beleş yemekte karar kılmış olan nice insan seyrediyorum. Buna mukâbil şükür ki, vakur, makbûl ve muhlis insanlar da mevcut. Onların varlığında tesellî buluyorum.

Sonra, “Leyleklerin ömrü laklakla geçer!” deyip leyleklere çamur atanın da dönüp en geveze leylekten iki misli fazla laklak yapanın da insan olduğunu müşâhede ediyorum. Hâlbuki iş, samimî gayretle ve iyi niyetle garibi, muhtacı, kimsesizi sevindirmekte… Neyse ki boş konuşanlara mukâbil, şu dünyada bir hoş sadâ bırakmak için koşturanlar da mevcut... Onların varlığıyla kuvvetleniyorum.

Zaten gayretsiz gâye, boş iddiâdan; gâyesiz gayret de mânâsızca sağa-sola savrulmaktan ibârettir. Hayırlı gâyesi olanın, hedefine doğru yol aldıracak coşkun ve taptaze bir gayreti ve sapasağlam bir niyeti olmalıdır. Dünya, sırattan sırata geçiş, aslî sırattaki vaziyeti, ettikleri ve ektikleriyle belirleyiş yeri... “Hiçbir husus, İslâm’ın muzaffer olmasının üstünde değildir!” düsturunu kavrama beldesi… “Asıl olan îman arkadaşlığı, din kardeşliğidir!” prensibinin gereğini yerine getirme sahası... “Hakkı ve hayrı yaşatmak için çalışanların, kavlî ve fiilî duâcısıyız!” diyebilme fırsatı… Şu hakîkati kesin ve net öğrenmenin yeri burası:

“Ne yol dünyadaki yoldan, ne de köprü dünyadaki köprüden ibarettir. Sırat’a doğru giderken, her bir durak, her bir geçit, her bir çukur ve tepe, imtihana sebeptir!”

Evet imtihan! Kazanan sevinecek ve Hakk’ın kendisine lûtfettiği nîmetler için şükredecek... Kaybeden üzülecek ve Hakk’ın nîmetlerinden mahrum kaldığı için üzülecek... İmtihan dünyasında devran hep böyle döne döne gelmiş, döne döne gidecek... Niye? Bedeller ödensin, görmeyen görsün, bilmeyen bilsin, diye.

E ne güzel! Hadi öyleyse, çokça görelim, çokça bilelim! Fakat o da şekeri fazla kaçmış kadayıf gibi, başlarken tatlı, sonradan yakıcı… Üstelik görenlerden ve bilenlerden olup kalbi körler ve câhiller arasında kalmak, ondan da yakıcı... Gerçi bunalıp daraldıkça, canı yandıkça özündeki cevheri keşfeden îmanlı insan için bu çok da zor bir problem değil. Zira aslında denklem basit:

“Ne kadar safâ, o kadar rehâvet ve gaflet!. Ne kadar çile, o kadar mücâdele ve kuvvet.”

Dânelerin içinde taşla çöp çoğalınca, elekten geçirir rahmet… Sebep mâlûm: Dünya fânîdir ve ucuz değildir Cennet…

Bolluk var hem! Sofralarda çeşit çeşit tatlı, meyve, pasta, börek, salata, meze, ekmek, içecek, ihtişam… Şimdi, adını huysuza çıkartırlar böyle bir sofraya oturmaktan kaçsan. Bence, kimseye aldırma ve yine de Yûsuf’un Züleyhâ’dan kaçması gibi, kaç sen! Çünkü yiyip içerken isrâf etmek de zinâ etmek gibi, haramlardan bir haram!..

Zaten herkes bilir: Yemek, doymak, yatmak, kalkmak, azalmak, çoğalmak, yalnızca insana mahsus değildir. İnsanı insan yapan, îman, hayâ, duygu ve fikir... İnancı zayıflayan, utanması kalmayan, tesettürü, tefekkürü ve secdesi kaybolan toplumlarda, “İnsan Kalma Mücâdelesi” pek mühimdir. İnsan ise geldiği soyun, içtiği suyun, pişirdiği aşın, gezdiği arkadaşın, ardına düştüğü adamın, ömrünü adadığı dâvânın eseridir. İnsan, körü körüne îtimâd ettiği her sözün, araştırmadan inandığı her haberin ve gafletle midesine indirdiği ekmeğin esiridir. O hâlde herkes, kime, neye, nereye güvendiğine dikkat etmelidir.

Bunu nasıl başaracağız? Evvelâ Rabbimize sığınacak, sonra da gözlerimizi iyi açacağız! Birileri, aklımıza gelmeyeni fikrimize zerk ediyorsa, zehri bal şerbeti diye her an içiriyorsa, lokmamıza kadar sokulup beynimizi kemiriyorsa, kalbimize, kalıbımıza balyozlar indiriyorsa; biz de uyanık olacak, nefsimizi ve neslimizi koruyacağız!

Yeter mi, yetmez! Şunu da iyi belleyeceğiz: Asıl imtihan, daraltan, bunaltan ve yalnızlaştıran seferlerde değil; ferahlatan ve rahatlatan zaferlerde saklıdır. Asıl imtihan, ağzın açlıktan kokarken değil, fırınından çıtır çıtır kadayıf kokusu yayılırken gelir. Çünkü etrafını, kaybettiğinde hakikî dostlar; kazandığında ise dosttan ziyade, dostluk postuna bürünmüş çakallar sarar. Bazen arsız daha da arsızlaşır, çirkef, daha da çirkefleşir. Niye? Her şeyin zıddıyla bilinmesi hikmetine binâen, mü’min kendini ve Rabbini daha iyi bilsin, mü’minliğini daha şuurlu ve hisli yaşayabilsin, diye…

Şimdi, sen sen ol, nefsine, evlâdına, din gardaşına, dâvâ yoldaşına, hakkı cesurca haykırana, Hak için yaşayana sahip çık. Elâleme yaranacağım, gayrıya şirinlik yapacağım derken, çantada keklik saydığın yakınlarını, alâkadan mahrum ve mahzun koma!.. Sen sen ol, ölümün her an gelebileceğinin farkında ol! Aklı başında biri hiç, geri sayımın devam ettiğini ve sürenin sınırlı olduğunu bile bile gevşeklik gösterebilir mi? Ölümü tefekkür et. Çünkü bu, hizmet enerjisini tazelemek ve hayata dair sevinci dengelemek demektir.

Zaten kadayıf da şerbetinin kıvamı ve pişme süresi dengelenebilmişse lezzetlidir. Peki denge nedir? Hani, “Sakla samanı, gelir zamanı!” derler ya... Denge, samanı saklayacağım derken, yaşadığı yeri samanlığa çevirmemektir.

Bu arada, kıyamet kapıya kuvvetle dayanmış, Dünyanın manyetik alanı değişiyor. Lâkin birileri hâlâ sen-ben kavgasında birbirini yiyor! Kendime, “Allah aşkına, muhabbetle «Bir» sofrada oturup kadayıf yemek varken, derdi niyeti ne ki bu insanlar birbirini yiyor?” diye sordum, içimdeki ses şöyle cevap verdi:

“-Âlâsını hak edene de hakkı halk ediyor Hak… Belâsını hak edene de hakkı halk ediyor Hak! En netîce, hak edene hakkını halk ediyor Hak!”

Öyleyse, şimdi Allah için mutfağa gidelim; nasîbimizi kuru lâfla değil, vasıflı hareketle isteyelim. Akşama birer tepsi tereyağlı kadayıf pişirelim. Payımız tatlı olsun, aşk olsun, feyz olsun, beraberce şükredelim.

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle