İstanbul Misafirleri

Birkaç ay önce Şırnak İlâhiyat Fakültesi’de okuyan bir grup öğrenci İstanbul’u ziyaret etmişlerdi. Bu vesileyle “Emsalsiz Örnek Şahsiyet” isimli eserini okudukları ve kendisinin kaleminden Peygamber Efendimiz’in örnek ahlâkını keşfetmeye başladıkları muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile de bizzat görüşüp tanışmak istediler. Bu görüşmenin ardından memleketlerine dönüp düşünce ve hâtıralarını kaleme döktüler ve bize gönderdiler. Şimdi sizleri, bu samimi, sıcacık ve muhabbet yüklü satırlarla baş başa bırakıyoruz:

 

Emrah Gülay’dan

“Sevgili hocam, sizden ilk defa kitap aldım. Odanızda ilk kez bulundum. Odanızın havasından bile karakteriniz belli oluyor.

Kitabı okudum. Ben Peygamberimizi tanıdığımı, kişiliğini, karakterini öğrendiğimi sanıyordum. Anladım ki, Efendim hakkında bilgisiz câhilin biriymişim. Artık O’nun adı anılınca duygulanıyorum.

Utanıyorum, O’na lâyık ümmet olamadık… O, bizim için neler yapmış, mahşer gününde de yapmaya devam edecek… Elimden geldiğince Efendimin yolundan gitmeye çalışacağım. Zâlim nefsime savaş açacağım. Biliyorum ki, bu, benim için daha hayırlıdır.

Kitabı okuduktan sonra kendimde birçok yanlışın olduğunun farkına vardım. Dünyaya nasıl da bağlanmışım. Şimdi isteğim, Efendim’i kalbimden çıkarmamak… O’nu hep sevmek… O’nun yolundan gitmek…

Bu dünyaya madem geldik; Allâh’a ihlâslı bir kul, Muhammed’e lâyık bir ümmet olmaya çalışmak zorunda olduğumuz fikrini bu kitap bana kazandırdı. Efendim, şimdi Seni daha çok seviyorum. Sen ne güzelmişsin!.. Gerçekten de üstünsün. Senin yolunda gitmeyi, Sen imamken arkanda namaz kılmayı, dünya malına değişmezdim Efendim… Seni görmeyi ne kadar çok istiyorum. Ama biliyorum ki, sonsuz âlemde seni görmek mümkün ve ben bunun için Allâh’a bol bol duâ edeceğim.

Bu kitapla birlikte hayatımı kendi kurallarımla değil, Kur’ân’ın kuralları ve Efendimizin sünneti ile yaşamaya karar verdim. Artık çevremdeki insanlara, hatta hayvanlara nasıl muâmele etmem gerektiğini, her sözüme dikkat etmem gerektiğini, kısacası “adam gibi adam” olmam gerektiğini kavradım.

Allâh’ım… Senin rızanı kazanmış ve Efendimiz’e lâyık olmuş bir insan olabilmemi nasip eyle…

Peygamberimiz meşakkatlere, fakirliğe nasıl da tahammül etmiş. Bizlerse elimize diken batsa dünyayı ayağa kaldırıyoruz. O dikenin günahlarımıza kefaret olacağını hiç mi hiç düşünmüyoruz. Allah bizleri affetsin.

Aşkın mânâsını şimdi daha iyi anlıyorum. Aşkın olmadığına inanırdım. Aşk var. Allah aşkı, Rasûl’ün aşkı var. Ve bu aşk, bizlere yeter. Yalancı aşklar aramaya hiç gerek yok!.. Şunu da iyice anladım ki, çocuğum olursa, o daha küçükken ona Efendimizi anlatacağım. Onun için önce ben tanımalıyım O’nu… Biz çocukken Efendimizi bize kimse tanıtmadı; ama bizler kendi çocuklarımıza, nesillerimize anlatacağız. Onların da bu aşkı tatmaya hakkı var.

İman zâyi olduğunda güvenlik kalmaz. Dini yaşamayanın dünyası da olmaz. Kim dinsiz bir hayata râzı olursa, yokluğa mahkûmdur; felâh bulmaz.”

 

Zeyneb Çalışkan’dan

“FAHRÎ ÜNİVERSİTE

Giderken pek de fikir sahibi olamadığım, gittiğimde ağladığım ve ayrıldığımda beni ağlatan yer…

Bir ilim ve bilim merkezi olan “ONT Üniversitesi”… Tıpkı bir özel okul düzeniyle çalışan, tecrübeli, samimi bir mekân… İki kütüphanesi, iki bahçesi, voleybol sahası, her seviyeye uygun sınıflar, güzel ve etkileyici programlar, sohbetler, her yerde Peygamber Efendimzii hatırlatan panolar-resimler... Sistemli bir müessese idi ve organizasyonları gâyet iyiydi. Hocahanımlar -yaşları bizimkine yakın olmasına rağmen- o kadar tecrübeli ve cana yakındılar ki, iyi bir iletişim ve güzel bir muhabbet ile derslerimizi işliyorduk. Bir arap hocamız vardı, Türkçe bilmemesine rağmen dersini hem sevdirip hem öğretebilmek için bir hayli uğraşmıştı bizlerle… Orası tam bir “Fahrî Üniversite” bence…

Orada isteyen öğrenciler, istedikleri dersleri görebiliyorlar, boş zamanlarını da faydalı aktivitelerle geçirebiliyorlardı. Her memleketten ve her yaştan öğrenci vardı; Türk, Moğol, Kırgız, Rus… Farklı arkadaşlıklar ve farklı sohbetler…

Ramazan ayında orada olmak, bir başka ayrıcalığımızdı. Sahurdan sonra Eyüp Sultan’da sabah namazı kılmak da çok zevkliydi. Öğrencilerin ortak istekleri doğrultusunda küçük geziler düzenlendi. Orada namazı, bir imam ve cemaat eşliğinde huşû ile kılıyorduk. İbadetler daha bir haz veriyordu.

Dahası da var, ama anlatılmaz, yaşanır.”

Bir de yazı gönderiyorum; duygu ve düşüncelerimi ifade eden… İnşaallah, derginizde yayınlanır:

İÇE YOLCULUK

Dertliyim, sıkıntılıyım, bitkinim… Sebebi, kendimin farkında değilim.

Hayatımdaki kelimeler… Sizi doğru kullandığımda beni vezir, yanlış kullandığımda rezil eden kelimelersiniz. Artık biliyorum… Beni bıraksanız ne kadar da pişman olurum, sizi doğru yerde sarf etmediğim için… Oysa size ne kadar çok ihtiyacım olduğunu, sizi kullanmadığım o zamanları düşününce anlıyorum. Kendimle ve başkalarıyla konuşmayarak, zaman geçtikçe kabuk bağlamaya ve sertleşmeye başladım. Tıpkı bir ceviz gibi… Ceviz önce yeşil ve yumuşaktır ya hani, zaman geçtikçe sararmaya başlar ve sert bir kabuk içine girer. Artık onun kabuğunu kırmadan kendisinden istifade edemezsin. Ben de hayata önce safça yaklaşıyor, darbe aldıkça sertleşiyorum; dış çevrem beni ne kadar kötü etkilerse, kabuğuma o kadar çekiliyorum. İçimde ne kadar iyiyim, mutluyum ve çöküntüdeyim, bilinmez kimse tarafından… Ama dışarıya sert kabuklu bir ceviz intibaı veriyorum. Sonra belki de gerçekten ceviz oluyor ve bir süre sonra kendi âlemimde yok olup gidiyorum.

Dertlerim ne kadar büyükse, beni o kadar yıpratıyor; hayata da bir o kadar küsüyorum. Oysaki yaşadığım şeylerin daha beterinin olduğu, aklımın ucundan geçmiyor. Hep kendimden üsttekilere bakıyor; mutlu görünmeye çalışan, ama içinde binbir dertle dolaşan maskeli mutlulara özeniyorum. Dertliyim diyecek biri olsaydı, o dertliler dertlisi Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’den başkası olamazdı. Ama Peygambere değil de başkalarına özeniyormuşum. Özendiğim, örnek aldığım insanlara dikkatlice bakıyorum da ne kadar acınacak bir durumda olduklarını, kendilerine bile hayırları olmadığını daha iyi idrak edebiliyorum ve kızıyorum kendime…

Bazen her şeyden ümidimi kesebiliyorum. Kimle konuşsam, bir şeylerle ne kadar uğraşsam da tatmin etmiyor ruhumu… Sebebini bilmediğim huzursuzluklar yaşıyorum, çıkış bulamıyorum, sonra da isyan ediyorum. “Rabbim beni unuttu” veya “Beni sevmiyor” diye gaflete düşüyorum kendi kendime… Oysa Allah, hiç kimseyi unutmaz ve terk etmez. İnsan, sadece kendisi uzaklaşır kerîm Rabbinden…

Herkes unutsa da O beni unutmuyor. “Bittim!” dediğimde “Yettim kulum!” diyormuş. Ben ne kadar istesem, O, kat kat fazlasını veriyormuş. Utanıyorum, sonra af diliyorum kapısında… Sonra ruhuma doktor oluyorum, onun hastalıklarını tedavi etmek için… Ve onunla konuşmaya başlıyorum:

«Rabbim, sana ne güzel vasıflar vermiş. Öncelikle yaratılmışsın. Ezelî hikmet sahibi Rabbim, seni sevmeseydi, hiçlikten var etmezdi… Sonra insan olarak yaratıldın. Herhangi bir cansız varlık veya bir hayvan yahut bitki şeklinde değil!.. Daha önemlisi, Müslüman bir fert olarak Müslüman bir âilede dünyaya geldin. Bu, nimetlerin en büyüğü… Çünkü inanan insan, dünyadaki en aziz varlık!.. Tabiî bunun farkındaysa… Sonra dünyanın bütün nimetleri, önüne serilmiş durumda… Aklın yerinde, sağlığın yerinde, hürsün, vatanın esaret altında değil!.. Öyleyse bir çınar gibi, dimdik doğrul ve sevin!.. Ye’si, ümitsizliği terk et; tekrar köklerinden beslen ve yenilen… Ruhunun damarlarına taptaze iman heyecanı yürüsün, tekrar yeşillesin dalların… Tekrar meyveye dursun bütün vücudun… Sen dirilmeye niyetlenen bir tohum olduğun müddetçe, kendi kabuğunun içinde kalıp çürümeyeceksin; merak etme!..» (Zeynep Çalışkan)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle