Günahım Benim

Öncelikle rica ederim, bana öyle şaşkın bakma… Sevgilisin işte… İster inan, ister inanma…

Diyeceksin ki belki:

“–Hayırdır, dağlarda kurtlar öldü, başka sevilecek bir şey kalmadı da mı beni sevdin?!”

Ne desen haklısın. Zîrâ, adın kötüye çıktığından, sevilmeye alışkın değilsindir sen… Hâlbuki hissediyorum, senden ne kadar uzak kalsam, benim için o kadar sevinir; ne zaman da içine düşsem, bir o kadar üzülürsün…  

Seni düşman bellemişler, lâkin, senin ne canın var ki, bana düşmanlık edesin? Yok be yâhû! İnsan ne ediyorsa, kendi kendine ediyor… Çiğ süt emdiğinden midir nedir, dönüp suçunu da sana yüklüyor! Eee, kadrinin bilinmediği yerde durmak, somurtkan etmişse seni, suç kimin? Suratın asık diye, tabiî, pek herkes haz etmez senden. Gel, şimdi boş vereyim de herkesi, kendimce anlatayım. Zira, başkalarının, ne bilirim ahvâlinden…

Yaratılmış her şey gibi, senin de sevilmeye, sevgiyle hakikatinin fark edilmesine ihtiyacın var. Kelaynaklarla tavusları kıyasladığı gibi, seni sevapla karşılaştırır insan!.. Sevabı kayırır, seni yerin dibine sokar sokar çıkarır. Oysa, hadi söyle, sen olmasan, sana düşmek olmasa, nereden bilecekler onu kayırmayı? Ve seni bir sevaba çevirmeye kâdir değil midir sanki Yaratan?

Canım Günahçığım… Sen, seni zaten bilirsin… Bazen bir bakışım, bazen bir sözüm olursun. Bazen bir hayâlimde, bazen bir hareketimdesin… Ara sıra ellerimle, ara sıra ayaklarımla… Bazen gözlerim, bazen niyetlerimle dokunurum sana. “Hayır, bulaşırsın bana!” demeyeceğim, zira, ille de bu söz söylenecekse, öznesi “ben” olmalıdır. Sen sadece işin gereği, durman gereken yerde, bir edeple, bir ölçüyle durursun. Vallâhi, senin dahî bir edebin vardır. Bazen, terbiyesizlik ederek, hatta pek edepsiz ve fütursuzca, “Ben, bulaşırım sana…”

Ve bir de bakarım ki, benim bu hâlime rağmen sen, aczimi, zayıflığımı ve çirkin yanlarımı, acı yüklü bakışlarla yüzüme söyleyen, dertli bir dost gibisin. Çünkü sen, O’nun tecellîlerinden bir tecellîsin… Seninle karşılaşmak, zorlu bir imtihan… Belki de bu yüzdendir, sana yakalanınca, farklı bahanelerle temize çıkarmaya çalışması kendini, insanların…

Elbette sen, eli kolu olmayan, gariban bir mahlûksun… Sende bir irâde yok… Sana gelen, seni tutan, ya da seni yerinde rahat bırakan benim… Zîrâ pek cüz’i de olsa, irâde, bana verilmiştir.  Gördüm ki, tüm insanlar da böyle… Herkes, sana kendince dokunuyor. Hani, birinde bir model oluyorsun, diğerinde bir başka… Her Âdem ve her Havva, dokuyup giyiyor üstüne seni, kendi istîdâdınca…  

 Öyle, seni işlemek husûsunda, çok kabiliyetli olduğum söylenemez. Kimse ile günah yarıştıracak durumum da yok, ama senden azâde olmuş, hiç değilim. “Çok günahkârım!” derkenki riyâdan, Allah’a sığınırım. Ecirde doruk olmadığım gibi, günahta da geçenlerim pek çoktur…   

Bakıyorum, kiminde kâr olmuşsun, kiminde zarar… Dinliyorum, kiminde âh olmuşsun, kiminde inkâr… Kimi elde cinâyet, kimi elde hizmet olması gibi bir bıçağın, senin de öyle,  farklı şekilleniyor varlığın…

Hani, günah işleyenin güzelliğinden ne olur, der, ya nicesi… Vallâhi bakıyorum, günah ile daha da bir güzelleşiyor kimisi… Sen, seni suçlamayı bırakıp, püre edercesine kendi başına vuran kişinin yüzüne, öyle değişik bir ışık katıyorsun ki, kolay kolay anlatılmaz.  O, ezikliği, utancı ve pişmanlığı andıran bir ışıktır… Hani, annesinden gizli yaramazlık yapmış bir çocuğun yüzüne yerleşen, tedirgin, çâresiz, bir o kadar da ümitli ifade gibi… Düşün ki, o anne bir de, her yapılanı görür olsun da, çocuk bunu bile bile, kendini tutamasın… Kim ister o çocuğun yerinde olmayı?! Ama işte, her insan, biraz o çocuktur…

Bazen, aynaya baktığımda, senin yüzüme kondurduğun ezikliği ve hüznü görüp, kendime gülümsüyorum. Çünkü beni, kendimi beğenmekten ve büyüklenmekten alıkoyuyorsun. Diyorum ki:

“–A densiz! Acep sende bu kadar eziklik olmasa, şimdiye çoktan Firavun kesilmez miydin? Bunca günahınla bile, insanlarda kusur görüyor, onlara dikleniyor, onlardan hesap soruyorsun! Hatta ileri gidiyor, yargılıyor, vurup kırıyorsun! Acep, her yanın hayır ve sevaptan ibaret olaydı, hâlin nice olurdu!? Zîra sevâbın mı günah, günahın mı sevap, daha onu bile bilmiyorsun!”

Hâsılı sevgili suçum, sen, öylesine güçlü bir frensin ki, benlik arabam, kibir sapağına dalıp,  ne zaman aşırı hız yapmaya kalksa… Cesurca ve dimdik karşısında durup:

“–Yavaşşş!..” diyorsun, “Yavaş ol bakalım! Beni unutma!”

Ardından bir acı fren sesi, ki rahmetiyle, kimsecikler duymuyor… Fakat, ne zaman bu fren, beni hizmetten ve ümitten  alıkoyacak bir vesvese hâline geliyor, işte o zaman, aşmam gereken bir engel oluyorsun. İyi bil ki, o vakit, seni düşünmeyi bırakıp, yola devam etmek zorundayım. Çünkü ne kadar büyük olursan ol, neticede sen, yüce rahmet karşısında, bir varlık iddia edemeyecek kadar küçüksün!..   

O engin merhamet denizine kıyasla küçücük olduğunu söylemem, seni küçümsemem anlamına gelmez. Vallahi seni basite almak, seni adam yerine koymamak; ancak gaflettir. Bir atomu küçüklüğünden dolayı küçümsemek nasıl aptalca olursa, seni ciddiye almayıp, sana karşı lakayt olmak da aynı şekilde aptalcadır. O hâlde, hikmetler yüklü varlığın karşısında, saygıyla durmalıyım. Bunu yaparken, seni gözümde lüzumundan fazla büyütüp, rahmetten ümidimi kesecek olursam, beni dürt, ki aklım başıma gelsin… Sana düşmemden ziyâde,  senden ötürü ümitsizliğe düşmem üzer seni… Bilirim, bunu hiç istemezsin.   

Suçuma rağmen, arsız ve pişkin dolaşmaya kalkarsam, şüphesiz bu, sana karşı bir edepsizlik olur. Zîrâ, yüce rahmet, aynı zamanda yüce bir adâlettir ki, senin dahi âhın yerde kalmaz. Öyleyse, Yüceler Yücesi’nden gâfil, kara câhillerden olmamalıyım. Dedim ya, bilmem başkasının ahvâlini, o hâlde zan konuşturmanın âlemi yok ama… Doğrusu, az-çok bende olmasaydın, günah işleyen diğerlerini hor görme ihtimâlim, büyüyüp azman olacaktı.

Senden, payına düşen hisseyi alabilen, kârlıdır. “Gününü”, “günâh”ından duyduğu pişmanlıkla, “âh” edip inleyerek geçirene, “günah-kâr” denir. Zira ancak bu kişi için, “günah”, “kâr”a gebedir. Ah be günah, sen işte o demde, yüzü gülensin… Ne vakit ki, biri seni “Estağfirullah el-Azîm!” iniltisiyle yakar, o vakit gülümsersin. Kaç dost var ki, yakacaksın da, sen onu yaktın diye sevinip, bir de sana gülecek?!  

Sen, bizzat amel defterimde, yakınlarımda, ya da uzağımda bulunmakla, aczimi ve merhamete muhtaçlığımı her an hatırlatırsın. Bu sayede, bana karşı yapılan yanlışları affedebilmek gibi bir faziletle tanışırım. Çünkü, hataları affedilmez ve örtülmezse, hâli pek yaman olacak bir nefs taşıyorum ve bu durum, bana öyle bir güç veriyor ki, işte o kuvvetle, bağışlanmak ümidiyle bağışlamayı… Ve setredilmek umuduyla, setretmeyi tadıyorum… Bir de senin sâyende, bal tadında zehir misâli iltifatların, öldürücü tesirinden korunuyor… Kim ne kadar yüceltirse yüceltsin, umursamıyor… Ve sadece, O’nun bana, “Kulum!” deyip demeyeceği endişesiyle yaşıyorum…

Sevgili Günahım… Seni nasıl yok sayarım ki… Vallahi sen, Hak tarafından, derin bir hikmetle yaratıldın ve benim için varsın…  Sevaplarımdan ötürü dikleşen boynum, senin sâyende bükülmeyi öğrendi… Bir “ben” düşün ki, yaptığı hayırlar, ona ateş olsun… Var mı böyle “ben” deme… Hem ne de çok, tahmin bile edemezsin. İşte, sevap ile Rabbinden uzaklaşan bu nice “ben” için, seni yarattı Allah… Ki onlar arasında nicesi, seninle haddini bilir ve sesini keser. Elbet, sevabıyla güzelleşip, günahıyla çirkinleşenler de vardır ya, bu ayrı mevzû…  

Senin güzelliğin, neticen itibarı iledir. Şöyle ki: Sana düşerim ve bu düşüş beni, tevbeye, gözyaşına, mahcupluğa götürür. Ne zaman, senden yana gama düşsem, üzerimde öylesine şefkatli bir bakış hissederim ki, bu aynı, suçundan dolayı kedere düşmüş bir çocuğa, annesinin şefkatle bakışı gibidir. Hani o vakit, çocuk annesine nasıl büyük bir minnetle, iyice sarılırsa, ben de bana bakana öylece yaklaşırım. O vakit, şeytancık araya girmeye yeltenir, ama o öyle bir andır ki, girecek ara bulamaz da, deliye döner. O deliye dönedursun,  benim de gönlümü bir huzur kaplar da, hem ağlar, hem o ağlayış içinde tebessümler saçarım.  

De ki, kim sığınır? Fukara, fakir, kusurlu, âciz, suçlu olan sığınır… Hiç görülmüş mü ki, bir zengin gide de, bir başka zengine sığına…  İşte o öyle bir andır ki, sevgili suçum, bütün varlığım, acı içerisinde, bir yavru kedi gibi, Rahmân’ın kapısına sığınır. Sırf beni oraya götürdün diye, sırf bu sebeple, üstelik delicesine severim seni! İşte orada, affedilmek ümidiyle büzülmüş beklerken, yokuşun düz, acının haz olduğunu anlarım… O anda sadece lutuflardan bir lutuf olursun, ki hâlime bakıp da, başını taşlara vurur da şeytan, ona bile acırım….

Âh Sevgili Günahım! Seni hor göremem. Rahmetin kadrini bilmem, seninle mümkündür. Hele hele, sevap işlediği vakit, burnu havalara kalkan bir nefs için, âh’ı edilecek bir günah, daha hayırlı değil midir?

Hâsılı canım, seni, sırf adın kötüye çıktı diye yerenlerden olmak, bana yakışmaz. Zira sen o kadar kötü olaydın, Rabbim, senden arınmış bir toplumu helâk edip, seni işleyecek yeni bir topluluğu yaratacağını söylemezdi. Sen, bana lazım olmasaydın, Rabbim seni, amel defterime değil, semtime bile uğratmazdı. Demek, kendini umman addetmeye meyyal, deli dalgalı nefsim için, var bir dalgakıran tarafın, ki seni bana lutfeyledi.

Sevgili Günahım… Sensiz kimse yoktur, ama sen aslında pek garipsin… Peygamberlerin gönülleri dışında, sana kapı açmamış bir ev de yoktur, diyar da… Halk önünde taşlanan, kuytularda okşanan bir zavallı gibisin. Aslında şaşkınsın hâlimden… Sana düşer düşer, sonra dönüp seni kötüler dilim. Kötü olan sen değilsin… Seni şirret ve kötü kılan, sana karşı “ben”in takındığı tavırdır.  Nitekim aynı “ben”in tavrı, en hayırlı işi çirkin yapmaya da yeter. Sevabın hırsıyla parlayan bin gözden, günahın pişmanlığıyla ağlayan bir çift göz, daha iyi değil midir?!

Diyeceğim o ki… Sana düşüp, af için Hak huzurunda gözleri yanmak güzel şey… Sana düşüp, güvenecek sermayesi kalmayan fakir olmak güzel şey… Düşüp, dostu Allah olmak güzel şey… Gece gündüz senden kaçarak, O’na yaklaşmak… Ve olur ya, an gelip yakalanınca sana, yine O’nun huzurunda, senden ötürü, “Rahmet! Medeett!” diye ağlaşmak güzel şey…

İnanmak ne güzel, günahım! İhlâs ile inanan bir kul için sen, kaçarken de, yakalandığında da ecirsin.

Biliyorum ki, “ben” kapını çalmadıkça, yine o “ben” için sevinmedesin. Biliyorum ki, kucağına ne dem düşsem, “ben”den daha çok yanmada için… Hatta belki de senin o yangınındır, tevbeme sebep olan… Sen, elsiz-kolsuz bir kapısın… Kırk türlü oyun ile sana kol takan, seni açan, benim… Sana gelen, ihtirasla, zaafla kapını zorlayan benim… Sen dağlarda salınan bir ceylanken, sana saldıran kurt benim...  

Nefsime serkeşlik vermişse, sevâbı neyleyim?! Ve o Nemrut nefse boyun büktürdüğün vakit, işte, o vakit, sevap da sensin!

Hâsılı günahçığım, her iş gibi, senin de güzelliğin ya da çirkinliğin, neticen iledir. Kendisinden, gerekli mesaj alındığı vakit; musibet, nasihate döner... Leş kirlidir, lâkin mü’min, leşteki beyaz dişi de, hayranlıkla, seyredendir. Her leşi, o beyaz dişten mahrum, her bembeyaz dişliyi de helâl ü hoş sanmak, zaten tam hamlık… Zaten sen, hep o hamlıklarımın kurbanı değil misin?!

Canım Günahım! Dilerim Sen, Sevgili’nin huzuruna, herkes gibi çıkacağım gün geldiğinde, çıkınımdaki biricik yüküm ol da, ezileyim… Sen olmazsan, bendeki bu dik kafacık eğilir mi?… Bırakma beni suçum… Bırakma beni kusurum… Bırakma beni sevgilim…

Hadi şimdi gel, seninle diz dize oturup, sevaplarım için af dileyelim… Sonra, dizini dizime nasip eden Hakk’a, aczimizle şükreyleyelim… Ve hadi gel de sonunda, Yâr’e ısmarlayalım bizi… Sanki Yâr bizden ayrı; biz, bize sahipmişiz gibi…

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle