Vecihe Aksoylar-1

Çocuklarımızın hatim cemiyetini yaptıktan sonra onlara mükâfât olarak bir Bursa gezisi düşündük. Amacımız çocukların maddî ve mânevî duygularını canlandırmak, onlara Osman Gazi, Orhan Gazi, I. ve II. Murat gibi Osmanlı’nın ilk sultanlarını, Emir Sultan, Muhyiddin Üftâde gibi mânevî önderleri ziyaret ettirmekti. Nihayet 9 Ağustos Çarşamba günü Vecihe Hanım Teyzemizi mûtat telefon saatimiz olan 10:00’da arayarak Bursa’ya yola çıkacağımızı bildirdik.

O muhterem hanımefendi ile sohbetin, son görüşmemiz olduğunu nereden bilebilirdim!?

Gayet dinç ve gür bir sesle:

“–Hayırla gidin, iyilikle gidin, gittiğiniz ziyaretlerde Vecihe’yi de duâdan unutmayın. Muhabbetle, saâdetle evladım!..” sözleri, meğer kendisinden son duyacaklarımmış! Velhâsıl bu ilk vedâ telefonu, son vedam olmuştu..

Çünkü aynı gün biz Bursa’ya hareket edince o da âniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırılmış. Üç günlük yoğun bakımdan çıkamadan aramızdan ayrıldı, yürekten yaralandık.. Uzakta oluşumuzdan dolayı da ayrıca sarsıldık. Evet, şu satırları yazdığımız sıralar cenaze namazı için Aziz Mahmud Hüdâyî Câmi-i Şerif’ine götürüldüğü ve seçkin bir cemaatin Vecihe Hanım Teyzemizi yolcu edeceği haberini aldım. Bütün varlığımla kendimi orada hissederek:

“–Yolculuğunuz mübârek olsun, canım Vecihe Hanım Teyzeciğim!..” dedim.

On yaşlarındaki büyük oğlumuz günlüğüne:

“–Tarih öğretmenimizi kaybettik!” diye kaydedip, sekiz yaşlarındaki oğlumuz da:

“–Bu söylenen Vecihe isminde başka biri olmalıdır, hayır o ölmedi!..” derken, tesellîyi âilece gıyâbî cenaze namazı kılmakta bulduk. Meğer ne kadar da çok bağlanıp sevmişiz onu! Maddî varlığından ayrılmakla o kadar hüzünlendim ki, bir şeyin kaybedilince kıymetinin daha iyi anlaşıldığını bir kere daha derinden hissettim. Cenâb-ı Hak’tan onun güzel hasletlerini bizlerde yaşatmasını ve mânevî beraberliğimizi kıyâmete kadar devam ettirmesini diliyorum.

Onun cetvel gibi düzgün hayatını, kelimelerle ifade etmek zor olsa da bir nebze bu satırlara kaydını düşürmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

Son Osmanlı hânedanından miras kalan bir hanımefendi olarak (doğumu 1928’ler) kalbimde gereken yerini aldı. Öyle ki, kendisini ilk gördüğümde gerek beden, gerekse ruh hâliyle farklı bir insan olduğunu hissetmiştim. Hiç konuşmasa da mütevâzîliğin vakarla bütünleştiği nâzik birisi olduğu anlaşılıyordu. Bir gün kendisine misafir olma lutfuna kavuşmuştum. Kapıdan güler yüzle, net ve tatlı bir İstanbul Türkçesiyle karşılamalarına hayran oldum. Oda, gayet sâde ve zarurî eşyalardan oluşuyordu. Eskiyi hatırlatan eşyalarda, kim bilir hangi kıymetli insanlar ağırlanmıştı. Öyle ki bu eşyalar, odaya ayrı bir rûhâniyet katıyordu. Aslında bu durumun daha ziyâde gençliğinde kendi ailesiyle beraber yaşayan kıymetli Sıddika Hanım Teyzemizden in’ikâs ettiğini de unutmamak gerekiyor.

O Sıddîka Hanım Teyze ki, Esad Erbilî Hazretleri’nin takdir ettiği sâliha hanımlardan biri ve aynı zamanda kendisi bir Çanakkale şehidi hanımı... Vecihe Hanım Teyze, sık sık ondan bahseder ve kendisinden âilece çok istifade ettiğini dile getirirdi. Zaman zaman ondan dinlediği kıssaları aktarırdı. İleri yaşına rağmen o kıssalardaki tarih, yer, kişi isimlerini tek tek ayrıntılı olarak anlatışı o kadar zevk verirdi ki, dinlemekten yazmaya fırsatım olmazdı. Halbuki kendisinin sadece aktardığını, Sıddîka Teyze’den dinleyenlerin ise, aynı zamanda çok feyiz aldığını ve tesirinde kaldığını söylerdi.

Vecihe Teyzemizle uzun süre aynı mecliste olduğumuz anlarda dahî sandalyeyi tercih etmesi ve arkasına dayanmadan önüne bakarak oturması dikkatimi çekerdi. O yaşta bu davranış, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda olmanın edebini öğretiyordu. Kendi hanesinde bile bir ömür boyu iskemlede oturmakla rahat ettiğini söylerdi. Sabah erken veya akşam geç vakitte ansızın kapısını çalsanız, mutlaka karşınıza düzgün giyinik vaziyette çıkardı. Haricî bir yerde abdest tazelemediği, sıcak günlerde çok terlemesine rağmen ferahlamak için gevşeyip alelade davranış göstermediği gibi hiçbir şeyden ve zorlandığı sıcak havadan şikayet etmez, elindeki yelpazesiyle:

“–Milyar kere şükür, elhamdülillah!..” derdi.

Öyle orijinal ifadeler kullanırdı ki, hepsi farklı ve özel olurdu. Hele yaş ve durumlarına göre, insanlara hitâbından örnek almaya çalışırdım. Fakat temelden beri böyle alışmadığım için onu örnek alışım bende yapmacıklık endişesi uyandırırdı. Çok sevdiği, hürmet ettiği, duâlarında ilk defa onları andığı kıymetli büyüklerimize “hazretimiz”, “vâlide sultanımız”, diye hitap ederlerdi. İsimlerin sonuna mutlaka “Hanım” ve “bey” ekleri gelirdi. Çocuklara ve bebeklere de “miniciğim”, “miniklerim”, “yavrucaklar” gibi tatlı sözleri olurdu. Ayrıca telefonlaşmalarımızda bütün âile efrâdını mutlaka tek tek sorardı. Beğendiği her sözün önünde “mâşâallâh” der ve iltifâta devam ederdi. O iltifatlarda en hoşuma gideni “Mâşâallâh! güzelin ötesi!..” ifadesidir. Bilhassa:

“–Nazara dikkat edin!..” der, “Evladım, muhabbete bile nazar olur, aman çok sevdiğiniz kişilerle olan samimi ilişkilerinizi anlatmayın, gizli tutun, mezardakilerin yüzde sekseni nazardan yatıyor.” diye tembihlerdi.

Misafir kabulleri, kendi ziyâretleri, tebrik, tâziye, alış-veriş günleri, ev işleri, dinlenme vesâire hepsini çok nizamlı olarak tanzim ederdi. Hediyeleşmeyi çok severdi. Şu sözlerini hiç unutamıyorum:

“–Evlâdım, siz, siz olun hediyeyi ehline verin. Verdiğiniz kişi ondan istifade etsin. O hediye ona yük olmasın. İnanın bir çiçek bile sulanmak, bakılmak ister. Her şeyin hakkını vermek gerekir. Ama her şey de güç istiyor!..”

Onun hiçbir yere eli boş gittiğini görmedim. Bilhassa çocuk sayısına göre mutlaka çikolatası hazır olurdu. Öyle ki, bir gün bizim çocuklar şunu sordular:

“–Anne!.. Vecihe Hanım Teyzemizin çikolata fabrikası mı var?”

Yine her gittiği yerde okuyacağı bir yazıyı çantasında hazır bulundururdu. Yıllarca komşusunun verdiği gazetelerin sohbet sayfalarını ayrı ayrı kupürler halinde kesip biriktirmişti, hâlâ da buna devam ediyordu. Bilhassa Osmanlı hikayelerini özellikle ayırır, zaman zaman tane tane okurdu. Takvim yaprakları için şu orijinal sözlerini hiç unutamam:

“–Bunlar birer hazîne dâiresi..”

1960’lara ait takvim ve gazete yapraklarından tarihî mevzular okuduğu olurdu. Tarihine öyle bağlıydı ki, “Osmanlı” derken ağzından bir Osmanlı daha çıkardı.

 Gençliğin bozulması, en derin yaralarındandı. Gözleri yaşararak:

“–Vah yazık, vah vah!” diye hayıflanırdı. “Aman evlatlarınıza itina gösteriniz, annelik en zor ve önemli meslek!.. Daima bir nasihat, bin duâ evladım..!” derdi.

“–Yavrularınızın her istediğini yapmayın, onların her istediğine «evet» demekle onlara en büyük yanlışlığı yapmış olursunuz.” derdi.

Bununla ilgili şöyle bir hatırasını anlatmıştı:

“–Bir gün bir bebek hediyesi almak için mağazaya girdim. Altı-yedi aylık bebekleri olan bir anne-baba, bebeklerine sana da ayakkabı alalım mı, hangisini alalım? diye bebekle konuşuyorlar. Bebek tevâfuken birkaç ayakkabıyı çekip alınca anne-baba «aman bak nasıl da bu ayakkabıyı beğenip istiyor, hemen alalım gözü kalmasın» diyerek o hayli pahalı ayakkabıyı daha yürümesini bilmeyen yavrucağa aldılar. Vah vah, şimdiden çocuklar evin kralı olmuş!”

Hatırıma gelenleri yazdıkça daha yenilerini hatırlıyorum. Yaklaşık üç yıllık beraberliğimizde hayatımı bu kadar müsbet yönde dolduran başka bir dostumun olmadığını düşünüyorum. Âh kıymetini bilip daha çok istifâde etseydik. Sanki daha uzun yıllarımız olacağını sanıyordum. Kendi tabirleriyle:

“–Sıfırın altındaki Vecihe’ye duâ istiyorum, Allah affetse de Vecihe kendi hatalarını affetmiyor!.. ” derdi.

Ben de:

“–Duâlarımda Allah’tan size sağlıklı uzun ömürler diliyorum.” deyince:

“–Aman evladım, Allah’tan başkasına muhtaç olmadan, kendi işini kendi görür hâlde hayırlı uzun ömür dileyiniz!..” diye beni düzeltirdi.

Öyle de oldu. 12 Ağustos 2006 Cumartesi 19.30’da kimsenin hizmetine muhtaç olmaksızın Dâr-ı Bekâya irtihâl etti.

Yeri asla doldurulamayacak, temiz bir ömrü bereketli bir şekilde yaşayan Vecihe Teyzemize, Cenab-ı Hak’tan gani gani rahmetler diliyorum. Ruhları için bir Fâtihâ, üç İhlâs-ı Şerif...

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle