Fedâkâr Peygamberim

Güneş’in karanlığa doğmaktan bıktığı, yağmurların kaç zamandan beri yağmadığı kızgın çöllerde, İsmail’in ayaklarının vurduğu yerden bir hayat iksirinin çıktığı gibi, Mekke’nin cehâletle, zulümle, haksızlıkla boyanmış sokaklarının birinde bir umut dünyaya geldi. O, herkesin umudu idi. Mazlum olanın da, zâlim olanın da... Belki zâlim zulmüyle ne denli acziyetler içine düştüğünün farkında değildi. Ama O:

“-Zâlime zulmünü engelleyerek iyilik yapmış olursunuz.” buyurdu ümmetine…

Dolayısıyla O, zâlimlerin zulmetmesini engelleyerek de rahmet ve muhabbet peygamberi idi.

Bütün güzel hasletler, O’nun “Emsalsiz Şahsiyeti”nde cem’ olmuştu. İnsana dâir ne kadar güzellik varsa, hepsi O’ndaydı. İnsan olmanın şerefini, mü’min olmanın izzetini en güzel O temsil ediyordu. Allâh’ın insanlık için bir umut ışığı olarak gönderdiği O, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- idi.

Ümmetine örnek olma makamında olmakla beraber, bir kul olarak kendisine yüklenen misyonu, en hassas bir şekilde îfâ etmek için ve hayatını müslüman tavrı ve duruşu içinde geçirmek için tâvizsiz bir hayat yaşamaktaydı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

O, en merhametli idi; bir kardeşinin ayağına diken batsa yüreği yanardı.

O, en cömertti; bir vâdi dolusu koyun sürüsünü, ona iştahla bakan, hatta henüz müslüman dahî olmamış birisine verecek kadar cömertti.

O, en vefâkâr idi; yıllar sonra bile sevdiklerine âit bir hâtıradan dolayı gözleri dolar, onlara olan muhabbetinden dolayı arkada kalanlara sevgisini esirgemezdi.

O, Allâh’ın insanlığa gönderdiği bir rahmetti; kendisine onca zulüm ve işkenceye rağmen:

“-Onlar bilmiyorlar, farkında olsalar böyle davranmazlar!..” diyerek en zor zamanında bile af yolunu seçmişti.

Ve O, en fedâkârdı.

Fedâkârlık, en çok O’nun hayatında güzeldi.

Fedâkârlık, O’nda bir numûne hâline geliyordu.

Evet. Bir ömür boyu bitmeyen bir fedâkârlık anlayışı...

Kendi dertlerini unutup, bütün bir insanlık âleminin kurtuluşu için âdeta kendini fedâ edercesine bir fedâkârlık.

Durgun bir suya düşen bir taş misâli, dalga dalga büyüyen, evini, sokağını, caddesini, şehrini, ülkesini ve bütün dünyayı saran bir fedâkârlık…

Benlik duygusu adına, kendisini hep sıfır noktasında gören, ama başkasının ihtiyaçlarını giderme adına, sıkıntılarına ortak olma adına gözü kara, gözü kapalı bir fedâkârlık anlayışı.

O ümmetini sevdikçe, ümmeti O’na:

“-Fedâke ebî ve ümmî: Anam-babam sana fedâ olsun Yâ Rasûlâllah!” diyordu. En sevdiklerinden vazgeçecek derecede büyük bir fedâkârlık...

Ki, o ümmet, O’nun getirdiği dâvâ uğruna en sevdiklerinden vazgeçmedi mi?

O ulvî dâvâ uğruna anne evlâdından, koca eşinden, evlât annesinden vazgeçmedi mi?

O’na fedâ olma adına bağlarından, evlerinden, hâtıralarından vazgeçmediler mi?

İşte bu fedâkârlığın karşılığını, O, bütün hayatını ümmetine adamakla gösteriyordu.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fedâkârlığın zirvesini kendisini Rabbine adamakla îfâ ediyordu. Bunu, O’nun biricik Rabbi, yüce kelâmında, şöyle ifade ediyordu:

“De ki: «Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ındır.»” (el-En’âm, 162)

Tıpkı bu âyet-i kerîmede, Hazret-i İbrahim’in lisânından beyân edildiği gibi, Allah Rasûlü, bütün hayatını, malını, canını Allâh’a adamıştı. İslam ahlâkının bütün insanlar arasında yaygınlaşması, huzur, barış ve sevgi ahlâkının hâkim olması için maddî ve mânevî bütün imkânlarını seferber etmişti. Bu uğurda, her türlü zorluğa büyük bir şevk ve teslimiyetle tâlip olmuştu.

İşte o fedâkârlık numûnelerinden bir tablo:

Hazret-i Âişe’den rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu güzel ahlâkı:

“Rasûlullah, başkalarını nefsine tercih ederdi. sözleriyle ifâde edilmiştir. (Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s Sahâbe, I, 297; ayrıca bkz: Terğib, V/148)

O, yemez yedirir, giymez giydirirdi. Ashâbından hangisi olursa olsun öncelik, her zaman onların dertleri ile ilgilenmekti.

Hazret-i Hüseyin’den rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte ise âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasulullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâkı şöyle anlatılmaktadır:

“Babama, Rasûlullâh’ın oturuşunu sordum, şöyle dedi: «Allah Rasûlü, ancak zikir üzere otururlardı. Belli yerleri kendisine tahsis etmediği gibi, böyle yapmaktan insanları da sakındırırdı. Bir meclise vardığında, nerede meclis bitmişse (boş yer var ise), o noktada oturur ve sahabîlere de böyle davranmalarını emrederdi. Kendisiyle oturan herkese payını verirdi. Onunla oturan hiç kimse, Rasûlullâh’ın katında kendisinden daha üstün birinin olduğu kanaatine varmazdı. Kim Rasûlullah ile oturursa veya bir ihtiyacını Hazret-i Peygamber’den almak için kendisine giderse, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, (o şahıs işini halledip) ayrılana kadar onu terk etmezdi. Kim Allah Rasûlü’nden bir ihtiyacını istese, ya o ihtiyacı yerine getirir veya tatlı bir söz söyleyerek onun gönlünü alırdı. O’nun güler yüzü, güzel ahlâkı, o insanları zengin kılmıştı.” (Kandehlevî, a.g.e., c: 1, sayfa: 28)

Bir başka hadîs-i şerîfte, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu üstün ahlâkı şöyle anlatılmaktadır:

“Yezid et-Teymî şöyle anlatıyor: Huzeyfe’nin yanındaydım. Bir kişi Huzeyfe’ye:

«“-Eğer ben Rasûlullâh’ın zamanına yetişseydim, O’nunla beraber savaşır ve büyük bir metânet gösterirdim!..» dedi.

Huzeyfe, ona:

«-Sen mi öyle yapacaktın? Allâh’a yemin ederim ki, Ahzâb günü Rasûlullah ile beraberdim. Şiddetli rüzgar ve korkunç bir soğuk vardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Bir kişi yok mudur ki, müşriklerden bir haber getirsin de kıyamet günü benimle beraber bulunsun.” buyurdu.

(Kimse gönüllü olarak çıkmayınca) Allah Rasûlü, (müşriklerden) haber getirmem için beni gönderdi. Gidip Kureyş’in durumunu öğrendikten sonra Rasûlullâh’a vardım. Düşmanın yanından döndükten sonra yine eskisi gibi titriyordum. Rasûlullâh’a olanları anlattım. Allah Rasûlü, kendi abasını bana giydirdi. Aba sırtındaydı ve onunla namaz kılıyordu. Ve sabaha kadar Hazret-i Peygamber’in abası altında uyudum.»” (Kandehlevî, a.g.e., c: 1, sayfa: 318)

Siz bir Peygamber düşünün ki, abasının altında ümmetinden bir insan uyuyor. Siz bir ordu komutanı, devlet başkanı düşünün ki, insanlar O’nun şefkat kanatları altında kendilerini güvende hissediyorlar. O, insan ayrımı yapmadan, sonsuz fedâkârlık hisleriyle gönlünü herkese açmıştı.

 Sürekli kendisini başkalarının yerine koymak, sürekli kardeşlerinin dertleri husûsunda kaygılı olmak ve sürekli mü’minlerin izzetini korumak ve yaşatmak… İşte Allah Rasûlü’nün ümmetine bizzat yaşayarak öğrettiği müslüman tavrı...

İşte Efendimiz’in bizlerden istediği asıl fedâkârlık… Bu fedâkârlığa da, kendimize karşı sorumluluklarımızı yaparak başlamak gerekiyor. Zira kendimizi aşmadan, kendimizle ilgili dâhilî problemlerimizi hâlletmeden, kardeşlerimiz için fedâkâr olmamız bir hayli zor olsa gerek...

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle