Kırık Aynalar Serzenişi

“Avuçlarında yasemenleri kuruyan çocuk!..

Yüreğine dokun...”

                                                                                 

Hayata dâir söylenecek ne kadar da çok şeyimiz var... Günler art arda dizilip ardından muzır bir çocuk gibi tebessüm ediyor yüzümüze…

“-Her şey bir yarıştan ibaretti. Bak… Seni geçtim.” diyor ve çalımla savurup eteğini geçip gidiyor.

Bize, bizden arta kalan yine biziz sadece… Fotoğraflardan yüreğimize asılıp duran sevgi dolu bakışlar… Ve yüreğimize sızıp için için yakan özlemler de olmasa… Hiçbir şey yaşamamışım. Doğmuşum ve donmuş kalmışım yıllar yılı deyiverecek insan… Duyguların kesiştiği noktada, ayakta ve hayattayız aslında... Akıl çoğu yerde gururumuz ve dahî yaşamak için umudumuz olsa da, bir yerlerde yine donup kalacak akıllıca..

İnsan ne ile tasvir eder ki kendisini… Bir meçhulün kıyısında dolaşırken merhaba dediği ismiyle mi?

Aynaya her baktığında târifi değişen sûretiyle mi?! Gezindiği yerlerin gölgesini taşıyan gözleriyle mi?! Dokundukça şekillenen, şekillendikçe şekillendiren elleriyle mi?! Kâinat mı sende, sen mi kâinatta nihân..

Yoksa derinlerde inleyen misin?! Yusufî sevdaya düşüp bekleyen sen misin kuyularda yârânını? Ağyar eline düşen sen misin? Ağyar dilindeki Züleyha mısın yoksa?

Tarif edildim tarifsizliklerde… Talih bu ya, isimsizim. Dürdüler ismimi, tarihin dehlizlerine… An oldu ağladım gecelerce… “Ben kimim, bu gidiş nereye?!”

Su diye şekerlere bandırdıkları emzikler sundular. İlkin ne tadını duydum şekerin, balın… Vurgunu vardı yüreğimde koparılmışlığın… Ve bir gün uyuttular beni… Hiç uyanamam sanmıştım. Gözlerimi gri bir göğe açmıştım korkuyla… Ya beynim, ya da gök sallanıyordu. Ne kitaplarım, ne de kalemim… Hiç biri yoktu yanımda. Kesilmiş ağaçların sofrasında, etrafımdaki mobilyalara bakıyordum yalnızca… Pencerem deniz özgürlüğüne değil, beton yalnızlığına mahkûmdu artık… Beynim, egzoz yorgunluğuna…

Ruhlarımızı, o gün bu gündür sel basıyor. Şehre asit yağmurları yağmış ne gam... Uyuşan benliğimizi sellerden hangi sal kurtarır şimdi… Sözüm ona “benlik” dedim… Hâl bu ya... Acaba hangi sel taşır bizi… Ya da hangi okyanusun tuğyânına sebep olur, gaflet yüklü ağırlıklarımız... Örselemedikçe hiçbir şeyini tanımıyor insan... Deşilmeyen taze, dokunulmayan hoş kokulu gelebiliyor uzaktan… Dilin ucuyla dokununca acı bile tatlı geliyor insana…

Aynanın karşısında ne de güzeldik oysa… Ne de tatlıydık… Hep kaçtığımız madalyonun öbür yüzü vardı. Hakikî kimliğimiz oradaydı. Oysa ne lezzetler değişmişti, ne de aynadaki sûretimiz... Acılaşan yüreğimizi kusuyordu, dilimiz sadece…

Her gün aynı göğe bakan bizler değil miydik yoksa… Söyleyin artık aynalar... Konuşun asırları yüklenen tozlu sayfalar anlatın… Anlatın beni… Ağlatacaksanız, siz ağlatın beni... Derinliğimde koca bir duvar… Hakîkatle rüya arasında inceden bir zar… Kayboluyor insanlığım… Çığlıklarım gök kubbeyi dolduruyor yıllar yılı… Üzerimize yağmur değil, mazlumların, yetimlerin gözyaşları yağıyor.

Kapatıyorum gözlerimi ve yine dönüyorum kendi boşluğuma… Bir daha açamam kaybolurum korkusuyla… Önce ağlattılar bizi, sonra susturdular; bir daha hiç ağlamamacasına…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle