Eğitimci Bir Gönül Doktorudur

Muhterem efendim, eğitimciler, Peygamber Efendimiz r’in sahâbeyi karakter ve kabiliyetlerine göre tanıyıp yetiştirdiği gibi, öğrencilerinden kabiliyetli ve istîdatlı olanları nasıl tespit etmeli ve bu özel kabiliyetleri yetiştirirken hangi hususlara dikkat etmelidirler?

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın her birinde farklı tecellîlerini gösterdiği, bir sanat eseridir. Her insan, parmak izleri gibi farklıdır. Bu sebeple eğitimde muhatabın en iyi şekilde tanınması elzemdir. Zira problemini çözdüğünüz insan sizindir.

Eğitimde en mühim hususiyetlerden biri de fıtratları tespit etmektir. Meselâ Efendimiz r, merhamet dolu bir gönle mâlik Hazret-i Ebû Bekir’i farklı bir kıvamda, diğer taraftan celâdetli bir yapıya sahip olan Hazret-i Ömer’i farklı bir sûrette, Muaz bin Cebel’i, Enes bin Mâlik’i ve Habeşli Vahşî’yi ayrı ayrı eğitimlerle terbiye etmiştir. Lâkin bu farklı eğitimler neticesinde hepsi de yıldız şahsiyetler hâline gelmiştir.

Ayrıca Peygamber Efendimiz r, istîdat sahibi sahâbîleriyle daha fazla meşgul olurdu: Muaz bin Cebel ve Enes bin Mâlik gibi…

Ebû Hüreyre şöyle demiştir:

“–Muhâcir kardeşlerimiz ticâretle ve Ensâr kardeşlerimiz de ziraat ve hurmalıklarıyla meşgul olurken, ben yarı aç yarı tok, Hazret-i Peygamber r’in yanından ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Rasûlullah r’in yanında bulunur, onların şâhid olmadığı nice şeylere şâhid olur ve onların ezberleyemediklerini ezberlerdim.” (Bkz. Buhârî, İlim, 42)

Eğitimci de muhatabının hâlini sîmâsından tanıyacak bir hassâsiyete ulaşmalıdır. Muhatabının sıkıntılarını, dertlerini görmeden, sürekli ona bir şeyler öğretmeye çalışmak, müsbet netice vermez. Evvela rûha girecek bir damar bulmalıdır.

Eğitimci, talebelerinin dertleriyle dertlenmeli, sevinciyle sevinmeli ve onları bir arkadaş ve kardeş bilmelidir. Dostluk ve kardeşliğin hâl lisânına da âşinâ olmalıdır. En mühim eğitim, dert ortağı olarak, dertlere derman olarak îman kardeşliğin yaşanmasıyla mümkündür. Hazret-i Ömer t hep mâtemlerin civârında dolaşırdı. Peygamber Efendimiz r, zulüm gören hayvanların dahî dert ortağı idi. Eğitimci, gönül kapısını talebelerine sonuna kadar açacak ki, talebe ona meyledip ilgi göstersin.

Eğitimci, firâset sahibi olmalıdır. Muhatabının dinlemeye, almaya hazır olduğu zamanları kollamalıdır. Din heyecandır. Başarılı bir eğitim; heyecanlı, alâkanın uyandığı bir ortam ister.

Her insan, söyleyeceği sözün mühim ve kıymetli olduğuna inanır ve dikkate alınmak ister. Bu sebeple eğitimci, kendisine herhangi bir problemi için mürâcaat eden talebesini başından savar gibi değil, büyük bir dikkat ve îtinâ ile dinlemelidir. Düşünüp söylemelidir. Zira söylediğini geri almak mümkün değildir. Baştan savmak ise âcizliktir. Eğitimci, talebesini ciddiye almalı, ona değer vermeli ve bunu hareketleriyle de ona hissettirmelidir.

 Eğitimci, kendisine emânet edilen her bir öğrencinin, istikbâlin zirve şahsiyetlerinden biri olabileceği ihtimâlini dikkate almalı; dünyayı değiştirebilecek dâhîlerin, belki de elinin altında olabileceğini unutmamalıdır.

Matematiğe meyli olan matematiğe, şiire meyli olan da şiire yönlendirilmelidir. Toplumda her mesleğe ihtiyaç vardır. Mühim olan, kâbiliyetlere doğru yön verebilmektir.

Câmi imamı, sendikacı; sendikacı, câmi imamı olursa, hizmetten netice alınamaz. Rasûlullah r Efendimiz ashâbını dâimâ kābiliyetlerine göre istihdam ederdi.

Lâkin göz ardı edilmemesi gereken bir nokta da şudur ki, karakter ve şahsiyetler muhtelif olduğu için, bir metot veya tavsiye, bir talebeye fayda verirken diğerine zarar verebilir. Bu yüzden eğitimci, talebelerinin mânevî kartvizitlerini iyi okumalı; başka bir ifadeyle, talebelerinin karakter ve istîdâdını elindeki tesbih taneleri gibi tanımalıdır.

Mesela üç yaşında bir çocuğa baktığımız zaman, biri kedi yavrusuna süt verir, diğeri o yavruya taş atar. Burada ikisinin de eğitime ihtiyacı vardır. Zira eğitim sayesinde biri fazilette daha çok merhale katedecek, diğeri ise kötü husûsiyetleri terk edecek.

Koskoca bir çınar istîdâdındaki talebesini bir metre boyunda bir çalıya dönüştüren eğitimci, Allah katında mes’ûl olur. Zira bu, emânete ihânettir. Kapına gelen taleben, hayır-hasenatla donatılmak üzere sana ihsân edilen ilâhî bir emanettir.

Âcizliğin, tembelliğin, yorgunluğun olduğu yerde eğitim yoktur. Eğitimin sermayesi, muhabbettir, aşktır, gayrettir.

Talebeyle irtibat kurarken, onların duygularını anlamalı, değerlendirmeli ve ona göre muâmele etmelidir. Bu, bir doktorun tedâviden önce teşhise, yani ağrı ve sızının sebebini kavramaya mecbur olması gibi bir keyfiyettir.

Mâlum, insanların istîdatları birbirinden farklı, zaafları da muhteliftir. Bu sebeple eğitimcinin âdeta bir ruh doktoru titizliğiyle insana yaklaşması gerekir. Birine faydalı olan bir söz ve davranış, bir başkasına zarar verebilir. Bu yüzden eğitiminden mes’ûl olduğumuz insanların karakterlerini çok iyi tanımamız lâzımdır. Her talebeyle ne kadar meşgul olmak îcâb ederse, o kadar alâka gösterilmelidir.

Velhâsıl;

İnsan önce kul olacak ki, kulluğu güzel bir şekilde tebliğ etsin. Kulluğu yaşayacak ki, yaşanmasına vesîle olsun.

Sahâbe yaşayarak tebliğ etti. Sahâbe, sözde değil, fiilde ve tatbikatta sahâbe idi. Dünyanın dört bir tarafına sefer ettiler.

Peygamber Efendimiz r, en büyük zamanını gençliğin eğitimine ayırırdı. Onların her birini istîdatlarına göre inkişâf ettirirdi. Kimini kumandan, kimini muallim, kimini elçi olacak şekilde, kabiliyetlerine göre yetiştirirdi.

Demek ki, istîdâdı doğru tespit ederek, dînimize, vatanımıza, milletimize en faydalı olacak şekilde talebelerimizi yetiştireceğiz.

Sosyal mevzuda yeteneği olan talebemizi, mekaniğe sevk etmeyeceğiz. Edebiyata meyilli olan talebemizi, mimarlık veya mühendisliğe sevk etmeyeceğiz.

Ancak takvâ, bütün eğitimin ayrılmaz bir parçası olacak. Eğitimin kalbinde “takvâ” olursa; kişi, günümüzün birtakım musîbetlerinden, menfî hâllerinden, internetin, televizyonun ve sokakların zararlarından kendisini korur.

Takvâ sahibi bir gençlik; şahsiyet itibarıyla çok faydalı, diri bir heyecan, feyz ve vecd içinde yaşar. İçi-dışı berrak ve takvâlı yetişen bir genç, bayrağın ve vatanın da kendisine emânet olduğu duygusu içinde yaşar.

“Bu vatanı, Rabbim bana emânet olarak verdi. Ben de kendimden sonra gelecek nesillere bu emâneti hakkıyla muhafaza ederek bırakacağım!” şuuru ve vazife heyecanı içinde, gece-gündüz ter dökerek yaşar.

Bilir ki; takvâ içinde yetişen göz nuru nesiller, Allah’tan başkasından korkmaz ve aslâ ümitsizliğe düşmezler!..

Eğitimci, karşılaşacağı zorluklardan yılmamalı, şikâyet etmemeli, bilâkis karşılaştığı her zorluğun, hizmetindeki kuvvet, dirâyet ve liyâkatini imtihan ettiğini düşünmelidir. Çetin şartlar altında bulunmaktan dolayı mukâvemeti artmalı, daha da kuvvet bulmalıdır. En büyük güçlükler, peygamberlerin hayatındadır. Güçlü bir eğitimci, muhtaç olduğu insanı kendisi inşâ etmelidir.

Sahâbe Çin’e, Semerkand’a giderken yorulmadı, üşenmedi, aslâ yılmadı.

Tâmir edilen bir eşyâ, tâmircinin kartvizitidir. Eğitimcinin kalitesi de yetiştirdiği talebe ile ölçülür. Teftişte, talebeye bakarak hocanın durumuna karar verilir. Talebe, eğitimcinin kartvizitidir.

İngiliz sosyoloğu Toynbee, Kahire’ye gider. Müslümanların sosyal yapısını ve hayatlarını inceler. Orada bir müslüman dilenci görür ve yanına giderek onun hâlet-i rûhiyesini, hissiyâtını tahlil etmeye çalışır. Ona der ki:

“-Sana para versem ne yaparsın?”

Başında sinekler uçuşan dilenci:

“-Duâ ederim.” der.

“-Peki, Allah, senin duânı kabul eder mi?” diye tekrar sorar.

Dilenci de:

“-Benim vazifem, beni sevindirdiğin için sana duâ etmektir. Allah dilerse kabul eder, dilerse etmez.” der.

Toynbee, dilencinin verdiği cevâba çok şaşırır ve:

“-Bizim âlim geçinen papazlar, kendi gibi bir insanın günahını çıkartıp onu cennetlik yaptığını iddia ediyor. Oysa burada dînin en sıradan bir ferdi bile bana «Allah dilerse kabul eder; dilerse etmez!» diyor.” der.

İnsanlara haddini bilmeyi ve Allâh’ın kullarını ancak yine Allâh’ın bağışlayabileceğini ifade eden bu hâlet-i rûhiyeye, bu gönül terbiyesine, hak bir dînin mensuplarına kazandırdığı kalbî eğitim seviyesine hayran olur.

 

Efendim, peki, eğitime engel olacak şekilde problem çıkaran, her türlü gayrete rağmen netice hâsıl olmayan talebeler hususunda neler yapılmalıdır?

Bir çürük elma, bir sandık sağlam elmayı bozar. O çürük elmayı sandığın içinden almak lâzım. Bir sandık sağlam elma, bir çürük elmayı tamir edemez.

Bahçıvan tohumunu eker, tohumu tarla farelerinden korur. Bakımına dikkat eder, gerisi ilâhî takdirdir. Mühim olan, eğitimcinin, kâbiliyetleri doğru tespit edip ona güzel bir yön vermesidir.

Bugün ebeveynler, çocuklarının sadece dünyevî istikbali için gayret ediyor, sınav salonlarının kapısında bekliyorlar. Çocuğun ne kadar dünyada kalacağı da meçhul! Aynı gayreti âhireti için göstermiyor ve âhireti için ne yapması gerektiğini düşünemiyorlar. “Benim kalbim temiz!” deyip geçip gidiyorlar. Sen Allâh’a isyan et, “Benim kalbim temiz!” de… Olacak iş değil!

Aliya İzzetbegoviç’in çok isabetli bir tespiti vardır:

“Savaş, harpte yenilince değil; düşmana benzeyince kaybedilir.”

Fâtiha Sûresi’nde Rabbimiz ne buyuruyor:

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّاۤلّ۪ينَ

“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” (el-Fâtiha, 7)

Onun için talebeye İslâm karakter ve şahsiyet vermek zarurî. Gayr-ı müslimlere karşı bir aşağılık duygusu verilmeyecek...

Tanzîmat devrinde; memleketimizin maddî terakkîsine hizmet edecek gençler, Avrupâî tahsil görsünler diye, Avrupa’ya gönderildi. Maalesef onlar memlekete; «kalpleri Fransız, apoletleri Osmanlı» olarak döndüler. Hattâ lisana bile pek çok Fransızca kelime girdi. Bu yabancılaşmış nesiller, Osmanlı’nın sonunu getirdiler.

Aşağılık duygusu yaşamak, fert için, âile için, toplum için bir felâkettir.

Bir mütefekkir şöyle der:

“Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki tek fark, terazinin bir kefesini diğerinden ağır getiren bir gram gibidir. Yetişmiş bir avuç insanın varsa gâlip milletsin, yoksa mahkûm…”

Bu sebeple iyi yetişmiş, bir avuç fedâkar insanın varsa gâlip milletsin. Yoksa mağlupsun!

Bir savaşta îmanlı yürekler şehid oluyorsa neticede zafer vardır. Çanakkale, bunun en güzel misallerinden biridir. Fakat bir savaşta -tâbir câizse- molozlar, yani iç dünyası bomboş yürekler ölüyorsa, o zaman da acı bir hezimet yaşanır. Geriye yalnız ibretlik bir enkaz kalır. Vatan da harabeye döner.

Bir milletin gençleri, güç ve kâbiliyetlerini nefsâniyetin hoyratlığı içinde zâyî ediyorsa, onların mensup oldukları milletin âkıbeti, hüsrandan başka bir şey olamaz.

Bugün öyle bir zamandayız ki insanlar sele kapılmış kütükler gibi şuursuzca sürükleniyor. Daha hazini şu ki, geçtiği topraklara hayat bahşedecek kudrette nice ırmaklar, ehil kimseler tarafından doğru bir mecrâya sevk edilmediği için maalesef lağımlara akıyor. Böyle zor zamanlarda yapılan hizmet ve gayretlere Cenâb-ı Hak, “قَرْضًا حَسَنًا : güzel bir borç” buyuruyor. Bu hizmetlerin kadrini bilmemiz îcâb eder.

Bugün birtakım anne ve babalar, evlâtlarını Kur’ân tahsili alabilecekleri mekânlara göndermeye kıyamıyorlar(!). Çünkü evlâtlarını aşırı rahat içinde yaşatmayı şefkat zannediyorlar. Yurt ve kurs gibi yerlerde, mahrumiyet yaşayacak diye endişe ediyorlar. Hâlbuki gerçek mahrumiyeti ve gerçek ayrılığı düşünmek îcâb ediyor.

Bizler, evlâtlarımızı Allah yolunda yetiştirebilirsek;

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ

“Onlara merhametli Rabb’in söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) beyânı veçhile âhirette de beraber olacağız.

Yok, eğer evlâtlarımız, -Allah korusun- ayrı dünyaların insanları olarak yetişmişse, bu sefer ilâhî hitap şöyle olacak:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59)

Evlâtlarımızı sâlih ve sâliha olarak yetiştirebilmek için, onların sâdık ve sâdıkalarla ünsiyet kurmalarını sağlamak elzemdir.

Sâdık ve sâdıkalarla ünsiyet kuramazsa, -isterse peygamber yakını olsun- âkıbet hüsrandır. Zira Cenâb-ı Hak, Nûh u’a, oğlu için; “…O aslâ senin ailenden değildir!..” buyurdu. (Hûd, 46)

 

Eğitimciler, kalplerine enâniyet, kibir gibi kötü duyguların gelmemesi ve öğrencilerine merhamet ve şefkatle muâmeleye devam edebilmeleri için kendilerine nasıl bir telkinde bulunmalıdırlar?

Eğitimci, talebelerine karşı müşfik, âdil ve insaflı olmalı, kaldıramayacakları bir vazife yüklemeyip, herkesi gücü ölçüsünde değerlendirmelidir.

Zira Cenâb-ı Hak, tâkat fazlasını istemiyor. Önce kendini ihyâ edeceksin, ondan sonra kendini tâkatin nisbetinde talebenden mes’ûl göreceksin.

Eğitimci, mensubu olduğu mesleğin, her şeyden önce kendisi için büyük bir nîmet ve lûtuf olduğunu düşünmeli, buna şükrâne olarak da talebesinin maddî-mânevî donanımından kendini mes’ûl görmelidir. Düşünmeli ki talebe olmasa, eğitimci de olamazdı.

Bir eğitimcide “benlik” ve “iddiâ”, yerini “aşk” ve “muhabbet”e terk etmelidir. Kârun ve İblis, “ben” dedi kahroldu. Aşk ve muhabbetin olduğu yerde, muvaffakıyeti kendine izâfe etmek ve “ben” demek yoktur. Dâimâ “Sen yâ Rabbi!” diyebilmelidir. Eğitimcinin hayatı, samimî ve gösterişten uzak bir gayret ve hizmet esâsı üzerine kurulmalıdır.

Talebeler, eğitimciye zimmetlidir. Muallim, zayıf alan bir talebesinin rûhuna gidecek bir damar bularak onun noksanını telâfiye gayret etmelidir.

Âdil bir öğretmen, bütün sınıfın öğretmenidir. Adâletin olmadığı sınıfta huzur olmaz, huzurun olmadığı sınıfta ders işlenemez, ders işlenmeyen yerde de eğitim olmaz. Bir eğitimci dâimâ adâlet tevzî etmeli, her talebenin hakkını verebilmelidir. Aksi hâlde talebesi kendisine sadaka-yı câriye değil, seyyie-i câriye olur.

Eğitimci, adâleti gözetmenin, herkese eşit davranmak değil, hakkı neyse onu vermek olduğunu bilmelidir. Adâleti zedeleyecek her türlü davranıştan da kaçınmalıdır. Zeki ve istidatlılara ehemmiyet verirken, onun altındakileri kenara itmek, zulümdür. Bir eğitimci, sadece hüküm verirken değil, ölçüp tartarken, şâhitlik yaparken, hâsılı her zaman ve her hususta âdil olmalıdır.

Bütün peygamberlere çobanlık yaptırılmıştır. Kademe kademe eğitimden geçirilmiştir. Eğitimin kademe kademe olması zarurîdir. Zira tecrübe mühimdir.

Çoban, güttüğü sürünün hâlet-i rûhiyesinden anlar. Çoban, sürüsünü otlak yerde yayar, orada dinlendirir, orada gıdâlandırır. Kurak yere sürmez. Çoban, sürüsünü kurtlar ve canavarlardan korur. Çoban, hasta olan bir kuzuyu dahî kurtlara bırakmaz, kucağına alır, sürüye dâhil eder. Çoban, bazen önden, bazen arkadan gelerek dâimâ mes’ûl olduğu sürüyü kontrol eder.

 Eğitimcinin en çok dikkat edeceği husus, kusuru nefsinden, muvaffakıyeti Rabbinden bilmektir.

Eğitimci,

“Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşi ben yaman.” demeyi bilmelidir.

Eğitimci; güler yüzüyle, tatlı diliyle huzur tevzî etmeli, öğretmeye ve eğitmeye önce sevdirerek başlamalıdır. Çiçekleri sevdiren; onların rengiyle, şekliyle, âhengiyle tebessüm hâlinde olmasıdır. Unutmamak gerekir ki, her insan ihsâna (iyilik, ikram ve güzelliğe) mağluptur; tatlı dile, güler yüze meftundur. Âyet-i kerîmede:

وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا

“…İnsanlara güzel söz söyleyin!..” (el-Bakara, 83) buyruluyor.

Bir eğitimcinin ağzından da dâimâ pırlanta sözler çıkmalıdır. Karşısındakine bir akarsuyun akışı gibi ferahlık vermelidir. Kırıcı, sert, kaba ölçülerle insan eğitimi yapılamaz. Kaba söz ve kaba muâmele; eğitimci için en büyük zaaflardan biridir. Allah korusun, âbâd edeceği yerde berbat eder.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yürüyüşünde tabiî ol ve sesini alçalt! Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19)

Efendimiz r; “Lâ tağdab / Öfkelenme.” buyuruyor.[1] Öfke zarar verir, cephe açar; tatlı dil ise yumuşatır. Kur’ân’ın tâlim ettiği rahmet diliyle konuşmaya gayret etmek îcâb eder:

 Kavlen kerîmâ[2]: İkramkâr ve iltifatkâr söz söyle…

 Kavlen meysûrâ[3]: Gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyle…

 Kavlen mârûfâ[4]: Güzel söz ve tatlı dille konuş…

Eğitimci, sözü yumuşak ve güzel söylemeli, hep hayırlı şeyler konuşmalıdır. Zira hiç kimse sert sözlerden ve kabalıktan hoşlanmaz. Gönüllere girebilmenin en güzel yolu, tatlı dil, yumuşaklık ve tevâzûdur. Kendisini psikolojik olarak iyi hissetmeyen bir pilota nasıl ki uçma izni verilmezse, aynı şekilde öfkeli veya morali bozuk bir eğitimcinin de derse girmesine müsâade edilmemelidir.

Örnek bir eğitimci, gönül mütehassısı (uzmanı)dır. Eğitimci, ruhlara ebedî hayat aşısı yapan bir gönül doktorudur.

Gül ve çiçek manzaraları, en haşin ve nâdan bir insanı bile tebessüm ettirdiği gibi, insanlara rehberlik yapan kimseler de, böyle gül tabiatlı olmalı, en katı kalpleri bile yumuşatıp, en abus çehreleri dahî gülümsetebilmelidir.

Eğitim hizmeti, sabır isteyen bir yolculuktur. Hiçbir dere ya da akarsu dağa tırmanamaz. Dağı aşmak için ancak onun kenarından dolaşmalıdır. Böyle olduğu takdirde katedilen mesafe uzun olsa da arzu edilen maksat hâsıl olmuş olur.

Hazret-i Ömer t buyurur:

“Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol!”

Sertliğin aşırısı kin doğurur. Sert hocayı talebe sevmez. Sevmezse o hocadan bir şey öğrenemez. Hoşgörünün fazlası da otoriteyi zayıflatır. Başarı, bu ikisi arasında dengeyi sağlayabilmekle mümkündür. Disiplin adına, eğitimcinin emri altındakilere zulmetmesi, hiçbir zaman tasvib edilemez.

Eğitim, zorluklar karşısında şikâyeti unutma sanatıdır. Tahammülsüzlük ve şikâyetin başladığı yerde eğitim biter. Ashâb-ı kirâm, şikâyet, bezginlik ve yorgunluk göstermedi. Hak dostları da hâkezâ…

Eğitimci hangi zümrenin içinde bulunursa bulunsun, her hâlükârda îman heyecanını koruyabilen; kalbini mal-mülk ve menfaat endişelerinden uzak tutabilen, eğitilmeye muhtaç gönüllerin sessiz feryatlarına kulak verebilen kimsedir.

Hak dostlarının gönlü gibi, gönül bir dergâh hâline gelmeli ve bütün mahlûkâtı şefkat ve merhametle içine almalıdır. Tamirciye eşyanın bozuğu gider. Tamircinin mahâreti de, eser ve sanatından belli olur. Eğitimcinin gönlü, Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanarak mânevî bir rehabilite merkezi hâline gelmelidir.

Eğitimci olmak için şefkat ve merhamet duygularının güçlü olması lâzımdır. Şefkat ve merhamet, bir mü’minin tabiat-i asliyesidir. Güçlü bir merhamet, âmm/umûmî ve şâmil/şümullü, geniş olandır. Merhamet, eğitimcinin kalbinde hiç sönmeyen bir ateş gibidir.

Talebeyi, tedaviye muhtaç yaralı bir kuş gibi görüp ona şefkat ve merhametle yaklaşmak gerekir. Çünkü şefkat ve merhamet, selîm vicdanlar yetiştirmek için en tesirli iksirdir.

Merhamet, sende olanı ondan mahrum olana ikram etmendir. Merhamet ve şefkat mahrûmu, menfaatperest bir insanı eğitimci yapmak, insanlığa zulmetmektir. Bu hâl, kurda koyun sürüsünü teslim etmek gibidir.

Velhâsıl; talebesine örnek olacak bir eğitimcinin her davranışının Her davranışımızın Ecmel, Ekmel ve Ahsen olması lâzım.

اَجْمَلُ / Ecmel, yani her hâl ve davranışı gönle huzur ve ferahlık verecek zarâfet ve letâfette olmalı.

اَكْمَلُ / Ekmel, yani her hususta olgunluk, mükemmellik, hattâ ihtişam sergilemeli.

اَحْسَنُ / Ahsen, yani her işini en güzel bir sûrette îfâ ederek etrafına güzellikler tevzî etmeli. (Devam edecek…)

 

[1] Bkz. Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73.

[2] el-İsrâ, 23.

[3] el-İsrâ, 28.

[4] el-Bakara, 263.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle