Bir Dikenin Söylediği

Hayatımızda o kadar çok detay var ki… Yıllarca kullandığımız eşyanın zamanla bir manası kalmadığı gibi bazen hiç de önemli olmayan ya da o an için önemsemediğimiz bir şey aniden bizim için çok şey ifade edebiliyor.

Haberleşmenin çok zor olduğu dönemlerde yokluk ve kıtlık da eklenince geçimini sağlamak için insanlar uzak diyarlara gitmek zorunda kalmışlar. Ne olacağını bilemedikleri bir geleceği göğüslemek üzere yurdundan yuvasından yıllarca ayrı kalmışlar.

İşte “giden gelmiyor, acep ne iştir?” denildiği bu dönemlerde, aynı köyden iki arkadaş, iş aramak üzere gurbete yollanmış. Köye elleri boş dönmemek için çalışıp çabalayıp geceli gündüzlü para biriktirmişler. Nihayet “artık yeter” deyip birlikte köye dönmeye karar vermişler. Uzun ve meşakkatli geçen bir yolculuktan sonra, köylerine ve sevdiklerine kavuşmanın heyecanı içinde bir su kenarında mola vermişler.

Biraz dinlendikten sonra Fatih ayağa kalkmış, eline bir bıçak alıp arkadaşının karşısına dikilmiş:

“-Çabuk paralarını bana ver!..”

Süleyman şaşkınlık içinde:

“-Şaka yapıyorsun galiba, biz seninle arkadaş değil miyiz? Çocukluğumuz, gençliğimiz, hatta çalışmamız bile birlikteydi, ne sıkıntılara birlikte katlanmadık mı? Ben sana ne kötülük yaptım?” demiş.

Fatih, son derece kararlı ve sert bir şekilde:

“-Evet, söylediklerin doğru, ama ben şimdi seni öldürüp paranı alır, köye dönünce de yıllardır göz koyduğum hanımını alır, keyifle yaşarım!..” diye niyetini belli etmiş.

“-Peki, köye gidince beni sorarlarsa ne cevap vereceksin?”

“-Hastalıktan öldü, derim.”

“-Hastalıktan öldüğümü nasıl ispatlayacaksın?”

“-Hiç şahidin yok ki, insanlar hemen bana inanırlar.”

“-Hiç mi Allah’tan korkmuyorsun?!..”

Fatih, daha fazla konuşmasına fırsat vermeden Süleyman’ın elini-ayağını bağlamış. O sırada bir rüzgâr esmiş, ağaçlardan yapraklar dökülmüş, otlar etrafa savrulmuş. İsmi “ülingir” olan yuvarlak dikenler, yanlarına doğru yuvarlanmış. Süleyman, yerde yuvarlanan dikene bakarak acı içinde:

“-İşte…” demiş, “şu diken bana şahitlik eder Allâh’ın izniyle…”

Gözü dönmüş zalim adam, o kadar gülmüş ki bu söze…

“-Bir diken ha… Bu kadar akılsız olduğunu bilmiyordum!..” demiş ve arkadaşını, gözünü kırpmadan öldürmüş. Üzerindeki para ve eşyalarını almış, cesedini hemen oraya gömmüş ve köye ulaşmış. Tanıyan herkes:

“-Hoş geldin.” dedikten sonra birlikte yola çıktıkları Süleyman’ı sormuşlar. O da herkese aynı cevabı vermiş. Kara haber tez zamanda duyulmuş. Süleyman’dan haber bekleyen hanımı ağıtlar yakmış, çaresiz; “Kaderim!..” diye kabullenmiş beyinin yokluğunu...

Aradan bir müddet geçtikten sonra, Fatih, merhum Süleyman’ın eşiyle evlenmek istediğini dile getirmiş. Köylüler de münâsip görmüşler. Kadını da, “Gençsin, ölenle ölünmez!..” diye diye ikna etmişler. Ve evlenmişler.

Bir gün bağlık bahçelik bir yerde otururlarken Fatih, başını kadının dizine yaslamış etrafı seyrederken, rüzgâr hafif hafif esmeye başlamış. Adam kahkahayla gülmüş. Kadıncağız şaşkın şaşkın etrafına bakmış kimse yok. Ortada gülünecek, hele kahkaha atılacak bir durum da yok. Merak edip sormuş neden bu kadar güldüğünü… Fatih:

“-Hiç.” demiş.

“-Nasıl hiç, bu kadar gülmenin bir sebebi olmalı, söyle ben de güleyim.” diye ısrar etmiş.

Adam:

“-Uzun bir hikâye…” deyip geçiştirmeye çalıştıysa da kadın:

“-Vaktim var, dinlerim” demiş.

Fatih, rüzgârı, Süleyman’ın vefat edişini ve bu esnada, bir dikeni kendisine şâhit tutmasını güle güle anlatmış. Durmadan da:

“-Bir diken şâhitlik edecekmiş, ne komik?!” diyor ve kahkahalarla gülüyormuş.

 Kadıncağız o kadar şaşırmış ki, anlatılanları hiç kesmeden büyük bir merakla dinlemiş. Sonra da Fatih’e belli etmeden yetkili mercilere şikâyet etmiş ve Fatih, Süleyman’ı öldürmekten hapse atılmış. Böylece bir dikenin şâhitliği de tamamlanmış.

Rabbim dilerse, canlı cansız varlıkları bize şâhitlik ettirir. Eskiden radyo, televizyon vesâire yoktu; âileler, akrabalar, komşular bir araya geldiklerinde başlarından geçen enteresan hâdiseleri, duyduklarını, gördüklerini anlatırlar; büyük-küçük herkes merakla dinler, herkes kıssadan hissesini alır, en azından büyüklerin yanında saygıyla durmasını ve konuşan kişiyi sabırla dinlemesini öğrenirlerdi. Dedemin yanına her gittiğimde şark klasiklerini büyük bir keyifle okur, sanki vak’aları bizzat yaşamışçasına bize naklederdi. Tabiî bazı kelimeleri anlayamazdık o da bize anlayacağımız bir şekilde anlatırdı. Şeyh Sâdî’nin “Bostan” ve “Gülistan”, Hazret-i Mevlânâ’nın ibretli hikâyelerine hayranlığım, o günlerde aile sıcaklığı içinde sunulmuş olmasındandır. Bana bu hikâyeyi nakleden ninemi rahmetle yâd ediyorum ve bu kıssadan bir hisse çıkarmak bâbından:

“İyilik veya kötülük hiçbir zaman kaybolmaz. Er-geç yerini bulur, gün gelir ortaya çıkar. İyiler karşılığını, kötüler de müstehakkını bulur.” diyorum.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle