Avucunda Mi̇sk Kokan İnci̇ler

Bu yazımda sana bir cennet bahçesinden bahsedeceğim. Zarâfet, sempati, ilgi, güzellik, incelik, zekâ, güç, ilim gibi birçok iyi hasleti içinde bulunduran, içerisinde türlü renklerde çiçekler toplayıp, kokladığımız, soluklandığımız, her gün yeni bir renge gebe kalan, her an farklı bir râyiha ile bizi şaşırtıp, heyecanlandıran bir cennet bahçesinden bahsedeceğim. Bu bahçelerin adı bazen Ayşe, bazen Hatice, bazen Sevde... Bu gün sana senden, belki henüz tanış bile olmadığın kadından bahsedeceğim.

Kadın ki Havva; kadınlığın en güzel özeti; mahbûb, matlûb, biraz inkisâr, hasret, aidiyet... Sen Havva’sın! Yeryüzünde başka hiçbir kadın yokmuşçasına eşin ile bağ kurabilecek, arzu edilen, sözlerinle onu iknâ edici olan Havva’sın. Biraz dünyaya yönelik, daha çabuk kalbi dönebilen, daha kolay reklamlara, renklere kapılabilen, ama bir o kadar da hızlı kendi kendini tedavi edebilen, ubûdiyetteki yerini hiçbir zaman kaybetmeyen Havva’sın sen... Erkeğin sırtındaki yükü hafifletmeye aday, yüce Allâh’ın, Âdem için âdeta bir mola, sığınma evi olarak yarattığı, her an müşfik, her an sevgi dolu olmaya istidatlı Havva...

Kadın ki Âişe; muhteşem zekânın mücessem hâli… Bütün kadınların yerinde olmak için can attığı mülhime... İlim kadını, vahyin kulağı, İslâmî hususlarda nokta taviz vermeyen mü’mine kul, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in göz bebeği… Sen Âişe’sin; vahyi ilk ağızdan duymuşçasına iliklerine kadar hissetme melekelerine sahip, duyduğunu ezberleyebilecek, ilim yolunda tekâmül edebilecek, gerektiğinde kıskanan, sevilen, yaramazlıklar yapan bir kadın olacak, gerektiğinde hakkında söylenen iftiralara karşı dimdik durabilecek, siyâsî konularda söz sahibi olan Âişe... Belki yeri gelecek eşinle tartışacak[1], âilesinde söz sahibi Âişe... Sen; güçlü, sevecen, sevilen, hayatı boyunca ilme tâlip, âbide, lüksten ateşten kaçar gibi kaçan, iffet timsâli annemiz meşrepli olmaya adaysın!

Kadın ki Meryem, kadın ki anne! İsmiyle müsemmâ, Allâh’a adanmış bir ömür, tertemiz bir hayat... Dünyaya bir can gelirken ödenen bedeli, asırlar öncesinden yaşamış; asırlara annelik yapıp, doğum esnasında hurma ve su desteğini tavsiye gönderen Meryem... Bazen kadın olmanın susmak gerektiğini öğreten, susan mazlum kulunun savunucusunun Yüce Allah olduğunu gösteren Annemiz… Sen ki Meryem’sin; anneysen sînende yanan ateşlerin dumanını saklamasını bilen, yalnızca Allâh’a güvenen, adı “kul”, adı “adanmış”, adı “anne” olan Meryem...

Kadın ki Belkıs; Hüdhüd kuşunu sarayına hayran bırakacak kadar bir ihtişam ve saltanata sahip bir hükümdar… Hem dillere destansı bir güzellik, hem de:

“-Peygamberse Süleyman’la savaşamayız!..” diyecek kadar akıllı, Hazret-i Süleyman’ın peygamberliğini anlamak için plânlar kuracak, başarılı olacak kadar diplomat, bu kadar gücün içinde de Süleyman’ın peygamberliğine îman ettikten sonra onunla evlenip, halk tabiriyle, sözüm ona “koca boyunduruğuna girecek” kadar da mütevâzı...

Sen ki Belkıs’sın!.. Evet! Belki kavimlere hükmedecek güce, yeteneğe sahip, iddiâ edilenin aksine yeri geldiğinde birçok erkekten akıllı olabilecek, nesillere hâkim bir kadın… Ama ne kadar güçlü olursa olsun; “Önce yuvam, önce evim, önce kadınlığım, önce anneliğim!” diyen bir kadın… Meteryalist bir çağda soluklansa da, içine çektiği hiçbir nefhanın sâfiyetini bozmasına izin vermeyen, bütün dünyevî ihtirasları elinin tersiyle itebilecek olan kadın… Sen ki evvelâ; “Evim cennet olursa, dâreynimiz saadet bulur!” mefkûresiyle, önce evinin içini yapıcı bir mimar, kendi evine haram göz ve söz değmesine izin vermeyen hükümdar; Belkıs!

Kadın ki Asiye… Firavun’un karısı… Âyet ve hadiste adı geçen, büyük muvahhid! Sarayların, hizmetçilerin, lüks hayatın yüzüne bakmak şöyle dursun, akîdesi uğruna kızgın kumlar üstünde işkence yapılırken, inancına sahip çıkan büyük dâvâ insanı! Yüce Allâh’ın Hazret-i Mûsâ’nın deredeki sepetini kollarına emanet ettiği, peygamber büyütmekle şereflenmiş, göğsünün kafesinden küfür buğusunun bir kez dahî geçmesine izin verilmeyen mücâhide. Sen ki; akîdesinin sağlamlığı nesilden nesle geçecek, evlâdını sağlam bir inançla büyütecek, bu rûhu istikbâle aktarmaya memur Asiye’nin torunu...

Kadın ki; Râbiatü’l-Adeviyye; hiç dünyevî lezzetin tadına bakmadan, dünyayı terk etmiş zâhide, zâkire... Allâh’ın sevgisinden başka bir sevginin kalbine gölgesi bile düşmemiş, gece ve gündüz her ânı, ibadet ve zikirle tezyin edilmiş Allah dostu… Onun hakkında yazacak onlarca şeyden sadece bir pâre anarak kalbimizin buğusunu biraz dağıtalım:

Râbiatü’l-Adeviyye gece namazını kıldı. Namazını tamamladıktan sonra:

“-Yâ Rabbi! Şu vakitte bir çok kişi uyudu, bir çoğu sevdiğine gitti, ben de Sana geldim. Çünkü benim sevdiğim Sensin!” diye duâ etti, sonra zikre başladı.

Seccadesinin başında zikir çekerken uyuyakaldı. Evine bir hırsız girdi. Hırsız, sağına soluna bakındıktan sonra:

“-Oldukça az eşyası olan birisiymiş ama yine de hiçbir şey almadan olmaz!” diye düşünerek etrafta bulduğu parçaları çantasına doldurdu. Tam evden çıkacaktı ki; bir de baktı az önce girdiği kapı kaybolmuş, baktığı her yer duvar... Aldıklarını bırakarak tekrar baktı, kapı orada duruyordu. Çantasını tekrar doldurdu, kapı yine gözden kayboldu. Bunu üç defa denedi. Duvar dalga dalga yarılarak:

“-Ey hırsız, seven uyudu, ama sevilen ayakta!” diye dile geldi. Bu hâdise üzerine hırsız da îman etti.

Hayatı boyunca kerâmetlere gebe bir Allah dostu Râbiatü’l-Adeviyye... Sen ki; dereceler kat edebilecek bir zâkire, bulunduğun çağın Râbia’sı olmaya aday bir sülûk ehlisin.

Sen, adın ne olursa olsun, asırlardır yaşayan Fâtıma, Hanne, Sâre, Hatice annelerimiz gibi nicelerinin rûhunu içinde taşıyan, nâzende avuçlarına sinmiş misk kokusuyla zamana sığdırılamayan bu incilerin vârisi, İslâm kadınısın!.

Sevgili hemcinsim; sahip olduğun mirasın kıymetini bildiğini, o titreyen avuçlarında misk kokan incileri nasıl bir hassâsiyetle tutup sahiplendiğini biliyor, seni sevgiyle kucaklıyorum.

bedahet42@gmail.com

 

[1] Bkz: Atâullah b. Fazlullah, Ravzatü’l-Ahbâb, sh: 360.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle