Severken De Îti̇dâl

Sevgi ya da daha tatlı söyleyişiyle muhabbet; insana verilmiş en büyük sermayelerden birisi… Çünkü insanların davranışları, düşüncelerine; düşünceleri de duygularına bağlı… Bu duygular içinde en muharrik (harekete geçiren) duygulardan birisi de sevmek… İnsan sevdiği uğruna, aç kalır, açıkta kalır, malını verir, canını verir.

Sevmek, “el-Vedûd” olan Rabbimizden kullarına birer hediye… O’nun verdiği sevgiyle, O’nun sevdirdiği şeyleri, O’nun izin verdiği kadar seviyoruz.  Hani merhametle ilgili bri rivâyet var; Rabbimizin kendi rahmetinin yüzde birini kâinâta paylaştırdığı, yüzde doksan dokuzunu ise, âhirete, kendine sakladığı ile ilgili… Aslında muhabbet de böyle… Çünkü insan, muhabbeti de, merhamet gibi dozajında almazsa; çekim kuvvetine yenik düşer, yok olur gider. Bunun tarih içinde pek çok örnekleri olmuş; bunlara meczub demişler, dîvâne oldu, demişler. İnsanların bazıları, aşklarından dillere düşmüş, gözlerini ak bürümüş. Şayet bu, insanların ekseriyetine ve daha yüksek seviyede uğramış olsaydı, hayat yaşanmaz hâle gelirdi.

İşte bu sebeple sevgiyi de “itidalli” (dengeli) kullanmak lâzım… Sevilecek şeyleri doğru seçmek ve sevilmesi gerektiği nisbette sevmek lâzım… Rabbimiz, âyet-i kerîmede, bir “oyuncak” hükmünde[1] olan fânî dünyada, kullarına birtakım şeylerin sevdirildiğini haber vermiş. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuş:

“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)

Demek ki, bazı şeylerin sevgisi fıtrattan… Rabbimiz sevdirmese, bizim onu seveceğimiz yok! Rabbimiz, onun sevgisini içimize koymasa, biz o sevgi uğrunda çile çekmeyiz, fedakârlıklara katlanamayız. Demek ki, hayatın devamı için de sevgi şart… Kalbinde sevgi olmayan, katı kalpli kimse etrafını inciten, zehir zemberek konuşan, kalp kıran ve hayatı yaşanılmaz bir hâle dönüştüren kimse oluyor. Rabbimiz, ilâhî bir lütuf olarak Peygamber Efendimizin insanlara davranışlarında mülâyim ve güzel ahlâklı oluşunun insanların O’nun etrafında hâlelenmesinin sebebi olduğunu haber vermiştir. (Bkz: Âl-i İmrân, 159)

Sevgi; merhameti, şefkati, tatlı dili, fedakârlığı, olgunluğu, anlayışlı olmayı, cömertliği vs. birçok güzel haslet ve ahlâkı beraberinde getiriyor. Tıpkı sevgiden mahrumiyetin bunları tek tek yok etmesi gibi…

O hâlde insan, sevecek… Allâh’ın fıtrattan sevdirdiği şeyleri de sevecek… Âilesini, eşini-dostunu, annesini-babasını, evlâdını, akrabasını… Hatta servet kazanmayı, güzel bir nâm bırakmak için gayret etmeyi, insanlara faydalı olmayı, onların yüzünde tebessüm açtıran hizmet ve faaliyetlerde bulunmayı…

Ancak bu sevgi, bir sınır dâhilinde olduğu zaman makbul… Kontrolsüz, aşırı bir sevgi patlaması da istenmiyor. Bütün bu sevilenler, Allâh’a duyulan sevginin hep altında kalacak… O’na olan sevgiyle at başı gitmeyecek, ona yetişmeye ve onu geçmeye çalışmayacak!.. Ve kesinlikle O’nun sevgisine bir rakip ve alternatif olmayacak!..[2] Zira böylesine kontrolsüz ve aşırı sevgi, insanın içindeki sevginin ziyanı, israfı demek… Aynı şekilde bu sevginin aşırılığı, insanların o sevdiklerine karşı başka sapıklıklara ve yanlışlara sevk etmekte… Daha açık ifadesiyle, Allah’tan çok sevilmeye başlanan varlıklar, “şirk”e dönüşmekte…[3]

Peki, biz sevdiğimiz şeylerin “tapınılacak” şeyler hâline dönüşüp dönüşmediğini nereden anlayabiliriz? Bunun pek çok yolu var; ama en pratiği, sevdiğimiz şeyin emir ve yasakları ile Allâh’ın emir ve yasaklarının birbirine ters düştüğü zamanlardaki tercihlerimiz… Meselâ evladımızı çok seviyoruz. Evladımızın bizden bir talebi var; ancak bu istek Allâh’ın açık bir emrine aykırı… Böyle bir durumda hangisini tercih ediyoruz? Evlâdımızın isteğini kırmamak, onu incitmemek için Allâh’ın fermanını mı çiğniyoruz? İşte o zaman, “…Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır.” (Bkz: et-Teğâbün Sûresi, 14) âyet-i kerîmesi devreye giriyor.

İnsandaki bu sevme meyli sebebiyle, sevginin kayacağı her şey bir fitne, yani imtihan sebebi kabul edilmiş. (Bkz: el-Enfâl Sûresi, 28) İnsan, bu hassas noktaları için Allah tarafından uyarılmış. Buna rağmen insan, göz göre kendini ateşe atıyorsa, yapacak fazla bir şey de kalmıyor, maalesef…

Diğer taraftan sevginin, kime ne oranda gösterileceği de önemli… Meselâ Yâkub -aleyhisselâm-’ın evladına olan muhabbeti, onunla arasına derin bir hasret ve gurbet meydana getirmiş. Rabbimizin “er-Rakîb” ism-i şerîfi tecellî etmiş. Aynı şekilde, Hıristiyanların Hazret-i Îsa’ya olan sevgileri, onu “rab” ilan etmeye ve “ilâh” görmeye götürmüş. Yine Hazret-i Nûh devrinde sâlih insanlara olan meyil ve muhabbet, onların heykellerinin yapılmasına bir müddet sonra da onlara tapılmasına ve tarihteki ilk putçuluğa sebep teşkil etmiş. O hâlde sevdiğimiz kimseleri, “niçin sevdiğimiz” önemli olduğu gibi, “ne kadar” seveceğimiz” de önemli… Bu noktada îtidali kaybetmek de insanı ilâhî gazaba veya dalâlete sürükleyebiliyor.

Bu yüzden Peygamber Efendimizin “kendi resminin ve silüetinin yapılmasını” yasaklaması çok ibretli… Ashâb-ı kiram arasında o günlerde âdeta kelimelerle Peygamber Efendimizin resmi çizilebilecek durumdayken, hiçbirisi O’nun resmini yapmaya teşebbüs etmemiş. Zira bunun vahim neticesi, tarih içinde pek çok kez tekerrür etmiş. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz, “Lâ fahre: Övünmek yok!” diyerek, kendisine Allâh’ın verdiği fazilet, farklılık ve nimetleri saymış; ancak kendisinin sıradan bir “kul” olduğunu da sık sık vurgulamış. Tam da bu yüzden biz, kelime-i şehâdette, “abdühû ve rasûlühû” deriz; yani Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Allâh’ın kulu ve rasûlü”!...

Bu denge, insanın bütün sevdikleri için geçerli… Kimi seviyoruz, niçin seviyoruz, ne kadar seviyoruz ve nereye kadar seviyoruz? Bütün sevdiklerimize, bu ölçüyle bakarsak ve bu sevginin ziyadeleştiği dönemlerde, tekrar itidale dönersek; hep kârlı oluruz. Aksi hâlde hem kendimize, hem de sevdiğimize maddî-mânevî zarar vermiş oluruz.

Sevgi hakkındaki bir önemli husus da, “sevgi”nin tam zıddı olan “öfke”ye dönüşmesi… Seven kimse, herhangi bir sebeple sevgisini kaybeder, ihanete uğrar vb. şekillerde sevdiği kimseden soğursa; bu sevgi olduğu yerde kalmaz, sevgi nisbetinde öfkeye dönüşebilir. Bu hususta da îtidali kaybetmemek, adâlet ve hakkaniyetten uzaklaşmamak lâzımdır.

Son bir husus da, sevdiğimiz kimseler, sevgiye lâyık olan kimselerse ve sevgimiz, gerektiği nisbetteyse; bu sevgi, yelkeni dolduran rüzgâr gibi, bizi hak ettiğimiz noktaya kısa sürede ulaştırır. Muhabbet, lâyıkına yöneltildiğinde bizi âdeta kanatlandırır. Ancak sevgi, layık olmayan kişi, eşya ve hâdiselere yönelik olursa, o nisbette de bizi felâkete sürükler. Bu mânâda sevgi, iki ucu sivri bir bıçak gibidir.

Elbette nihâî plânda, insan, kendi kalbinde de söz sahibi değildir. Bu yüzden Rabbimiz, mü’minlere îmanı sevdirdiğini, küfür, günah ve isyanı ise çirkin (kerih) gösterdiğini haber veriyor. Biz de kalpleri evirip çeviren Rabbimizden, kalbimizi îman ve takvâ üzere sâbit kılmasını, onu küfre, isyana, inkâra muhabbet duyan bir hüviyetten korumasını niyaz ve temennî ediyoruz. Elmalılı Hamdi Yazır merhûmun söylediği gibi:

“(İlâhî!)… Sevdir bize hep sevdiklerini. Yerdir bize hep yerdiklerini. Yâr bize erdirdiklerini… Sevdin Habibi’ni, kâinâta sevdirdin. Sevdin de hıl’at-i risâleti giydirdin. Makâm-ı İbrâhîm’den makâm-ı Mahmûd’a erdirdin, Server-i asfiyâ kıldın, Hâtem-i enbiyâ kıldın. Muhammed Mustafâ kıldın. Salât ü selâm, tahiyyât u ikrâm, her türlü ihtiram O’na, O’nun âline, ashâbına, âilesine, ashâbına ve etbâına, Yâ Rab!”

 

[1] Bkz: el-En’âm Sûresi, 32.

[2] “Ey îman edenler! Eğer küfrü îmana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) velî (dost) edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir. De ki: «Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler; size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 23-24)

[3] “İnsanlardan bazıları Allah’tan başkasını Allah’a denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. Îman edenlerin Allâh’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır…” (el-Bakara, 165)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle