İslâm’la Bana Can Geldi̇

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbı arasından Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-’ı, Çin’e insanları hidâyete dâvet etmek üzere göndermişti. O zamanın şartlarında bir yıllık çetin bir yolculukla varılan bu ülkede, İslâm’ın tertemiz tohumlarını diken bu fedakâr sahabî, Peygamber Efendimizi bir daha dünya gözü ile görememiş, Medîne’yi ziyaret ettiğinde de Ravza-yı Mutahhara’yı görmekle yetinmişti. Ancak gönlüne, peygamber hasretini gömerek, vazifeli olduğu Çin’e geri döndü. Orada hidâyet nûrunu, gönüllere ulaştırmak için son nefesine kadar çalıştı ve oraya defnedildi.

Ashâb-ı kirâm, vazifeli oldukları bölgeye, bir daha arkalarına bakmaksızın gitmiş ve insanları, Allâh’ın gönderdiği son kitap ve son peygamberle tanıştırmak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardı. Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh- ve onun gibi niceleri, bugüne kadar Çin’de neşv ü nemâ bulan İslâm’ın ilk tohumlarını attılar. Onları alın terleriyle, göz nûrlarıyla büyüttüler, filizlendirdiler.

İşte biz de bugün yazımızda, bizden binlerce kilometre uzakta bulunan Çin’de İslâm’la tanışan bir kardeşimizi sizlere tanıtmak istedik. Asırlar evvelinden ashâb-ı kirâmın diktiği o bereketli tohumların günümüzde yeşeren nümûnelerinden birisi, Çinli Hatice… Onun arayışlarla geçen hidayet yolculuğu, aslında bizim gibi îman ve hidâyeti “hazır” bulanlar için büyük bir ibret ve şükür vesîlesi… Rabbimizin nasıl şerden hayır meydana getirdiğine ve karanlıklar içinde, îman nûrunu nasıl filizlendirdiğine, gelin hep beraber, bir kez daha şâhitlik edelim.

Röportajımıza geçmeden, İslâm’ın bugün bize kadar ulaşmasında emeği geçen bütün îman, hizmet ve cihad ehli kardeşlerimizi de duâlarımızda unutmayalım. Rabbimiz, onların ecirlerini zâyî etmesin ve bizi cennette onlara komşu kılsın. Âmin.

 

Röportajımızın hayırlara vesîle olmasını niyaz ederek başlayalım. Öncelikle bize kendinizden, büyüdüğünüz çevrenizden bahseder misiniz?

İsmim Hatice… Aslen Çinliyim, orada doğdum ve büyüdüm. Şu an yirmi dört yaşındayım. Annem hıristiyan, babam ateist… Bildiğiniz üzere, Çin’de tek bir din hâkim değildir. İslâm dâhil olmak üzere, Hıristiyanlık, Budizm, Taoizm ve Hristiyanlığın Katolik Mezhebi resmî din olarak kabul edilmiştir. Ancak bunların, devlet sistemine karışmasına izin verilmez. Orada eğitim sistemine ateizm hâkimdir; hattâ devletimiz tarafından anaokulundan üniversiteyi bitirene kadar herkes, zorunlu olarak ateizm bilgisi alır. Carl Marks’ın ateizm kitapları, zorunlu olarak okutulur. Sınavlarda çok sorulur; bu yüzden ezberleriz bu kitapları... Bu kitaplarda insanın maymundan geldiği, her şeyin bing bang (büyük patlama) ile kendi kendisine oluştuğunu anlatılır. Ve bir yaratıcı ve tanrı bulunmadığı tezleri üzerinde ısrarla durulur.

Biz küçükken babam şehirde çalışıyordu, onu ayda bir görebiliyorduk. Ben altıncı sınıfta iken annem de şehre çalışmaya gitti. Ben evde yalnız kaldım. Çin’de hayat çok zordur. Âilem üç çocuğunu okutmak için, birçok Çinli anne-babanın yaptığı gibi şehirde çalışmak zorunda kalıyordu. Biz aslında dört kardeşiz, ama biliyorsunuz Çin’de tek çocuk zorunluluğu var. İlk çocuk kız ise, tekrar bir çocuğunuzun daha olmasına izin veriyor devlet… Ama iki çocuk arasında en az üç-dört yıl olması gerekiyor. Ama ilk ablam ile ikinci ablamın arası üç yaştan daha az olduğu için, âilem, ikinci ablamı, doğar doğmaz evlatlığa vermek zorunda kalmışlar. Bir ablam daha olduğunu, on sekiz yaşıma gelince öğrendim. Daha sonra ben olmuşum. Yine kız olunca, âilem, bir kardeşimizin daha olmasını istemişler ve nihayet, aradan üç yıl geçtikten sonra erkek kardeşim olmuş.

Kardeşlerim yatılı okullarda okuyordu, ben de evde yalnız kalıyordum. Gündüz okula gidiyor, akşam da evimize biraz yakın olan babaannemin evinde yemek yiyor, eve gelip kalıyordum. Küçük yaşta olduğum için başıma kötü bir şey geleceği aklıma gelmiyordu herhalde… Çünkü yalnız yaşamaktan korkmuyordum.

Üniversiteyi kazanana kadar hayatım bu şekilde geçti. Sonra şehirde bir üniversiteyi kazandım. Bölümüm de İngiliz Dili üzerine idi.

 

Ateizmin hâkim olduğu bir yerde büyüdünüz. Peki, İslâm’ı nereden duydunuz?

Üniversitede Amerikan Kültürü isimli bir dersimiz vardı. Bu derste Amerika’daki din gruplarından da bahsediliyordu. Üç büyük din ağırlıkta idi; Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâm... Ben annem sebebiyle Hıristiyanlığı az çok duymuştum. Ama İslâmiyet’i sadece haberlerden duymuştum. Haberlerde de hep “terörist” olarak bahsedildiği için pek dikkatimi çekmemişti açıkçası...

Bu derste ise, üç büyük dînin özünün birbirine çok yakın olduğunu fark ettim. Meselâ Hıristiyanlık, Âdem Peygamber’den bahsediyordu. Yahudilik’te de Âdem Peygamber vardı, İslâm’da da… Sadece Âdem Peygamber değil! Başka peygamberlerin isimleri de benziyordu. Aralarında bir bağ olduğunu anlamıştım. Oysa Çin’deki dinler arasında hiçbir bağ yok; hepsi birbirlerinden tamamen farklı…

“Bu üç dinden hangisi doğru?” diye merak etmeye başladım. Ama kitabımızda bu dinler ile ilgili bir-iki sayfa bilgi veriliyordu, bundan başka bir bilgi yoktu. Hemen internetten Yahudilik ve Hıristiyanlıkla ilgili kitapları aldım, okudum. Önce Hıristiyanlıkla başladım, araştırmama… Annemin dini olduğu için önce ondan başlamıştım. “Teslis” hâdisesi bana çok saçma geldi. Aynı anda “üç tanrı”… Bu bana hep ters geliyordu. Çok tanrı olması, benim mantığıma aykırı idi. Ben eskiden beri ateisttim, ama tanrı olsa bir tane olurdu düşüncesine sahiptim. Şimdi anlıyorum, fıtratım, tek ilâhı bildiği için öyle hissediyormuşum. Tabiî o zaman “fıtrat” ne demek, bilmiyordum. (Gülüyor.)

Yahudiliği araştırdım; onlardaki tek Allah inancını görünce:

“-Evet, bu doğru olabilir!” dedim.

Okudukça çok kibirli olduklarını gördüm. Tanrı sadece onları seviyor ve onlara özel davranıyor. Bu da bence tanrı olsa ona yakışmayan bir durumdu. Yahudi inancında, daha çok peygamber hayatlarını anlatan kitapları okumaya başladım. Çok şaşırdım. Peygamberler o kitaplara göre o kadar büyük hatalar yapıyordu ki, bu hatalar, normal bir insana bile yakışmayacak hatalardı. Meselâ bir peygamber (Hz. Yâkub) tanrı ile güreşiyordu ve tanrıyı yeniyordu. Tanrı, yarattığı ile güreşir mi ya da yenilir mi? Yine bir peygamberin (Hz. Dâvud) yüz tane karısı olduğu hâlde komutanının karısını beğenip o komutanı savaşa gönderiyor, komutan savaşta ölünce karısı ile evleniyor. Bunlar, normal insanlara bile yakışmayan ahlâksızlıklardı. “Tanrının elçiliğini yapan bir peygamber” böyle olmamalıydı, benim mantığıma göre…

Daha sonra İslâm’a sıra gelmişti. Fakat ben korkuyordum; müslümanları hep terörist diye duymuştuk. O yüzden araştırıp araştırmamakta tereddütlü idim. Sonra düşündüm; her dînin kötüsü de var, iyisi de var. Kimin iyi, kimin kötü olduğunu biz bilemiyoruz; ancak o kişiyi tanıdığımız zaman anlıyoruz. Dîni de insanlar üzerinden değil de kitapları üzerinden araştırmanın daha doğru olacağını düşündüm.

İnternetten Çince meâlli Kur’ân-ı Kerîm sipariş ettim. Elime ulaştığında Kur’ân-ı Kerîm’i çok beğendim, yeşil renkte idi ve içindeki tezhip desenleri çok ilgimi çekti. Meâlini okumaya başladım. Çince de olsa, ne demek istediğini anlamıyordum. Sonra fihristine baktım. İlgimi çeken ve anlayabileceğim bir konu arıyordum. Fihristte “Nisâ” yani “Kadın Sûresi” olduğunu görünce, hemen orayı açtım. Çünkü haberlerde İslâm’ın kadını çok hor gördüğü, kadının evden dışarı çıkmasının yasak olduğu, çalışmaması gerektiği, hiçbir hak ve özgürlüğünün olmadığı anlatılıyordu. Kur’ân meâlini okuyordum, ama anlayamıyordum.

 

Tercümesini mi güzel yapamamışlar? O yüzden mi anlayamıyordunuz?

Hayır, tercümesini çok güzel yapmışlar, fakat Allah sizin kalbinizi açmadıysa, anlamıyorsunuz. Nisâ Sûresi’ni okumaya başladım, az az anlamaya başladım. Ve hayran oldum. Başka sûrelerin hiçbir kelimesini zâhiren bile anlamazken Nisâ Sûresi sanki benim kalbime Allah tarafından özel açılmıştı. En çok ilgimi çeken husus, İslâm’da kadına miras verilmesiydi. Çok şaşırmıştım. Bütün dünyada ve diğer dinlerde on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar kadına hiçbir miras verilmediğini biliyordum. Hattâ filmlerde İngiliz kadınların babalarından hiçbir miras almadığı için zengin kocalarla evlenmek için ne entrikalar çevirdiğini, sonra kocalarının mirasından pay alabilmek maksadıyla erkek çocuk doğurmak için neler yaptığını çok izlemiştim. Üniversitede bölümüm İngilizce olduğu için onların hukukunu iyi öğrenmiştik.

“-Bir kız çocuğunun babası ölse, kalan bütün malı, kızın en yakın erkek akrabası alıyor. Kız mirastan hiçbir pay alamıyor.” diye okumuştuk.

Çin’in geçmiş tarihine baktığımızda, kadın ve kız çocuğu, aslâ mirastan pay alamazdı. İslâm ise, 1400 yıl önce kadına pay vermiş, çok şaşırmıştım.

İnternette İslâm’ı araştırırken bir şey dikkatimi çekmişti. Orada “Kur’ân-ı Kerîm’in 1400 yıl önce indiği ve günümüze kadar değişmeden geldiği, hattâ kıyamete kadar hiç bozulmadan devam edeceği” yazıyordu.

“-Tamam, Kur’ân-ı Kerîm, günümüze kadar değişmemiş olabilir, bunu araştırıp tespit edebiliriz. Ama kıyamete kadar değişmeyeceğini nasıl bilebiliriz? Biz o zamana kadar çoktan ölmüş oluruz. Bunlar ne kadar kibirli!.. Sen nereden bileceksin ki, kıyamete kadar devam edeceğini… Bir düşman saldırabilir, bütün Kur’ân’ları toplatıp yakabilir. Bütün ülkelerin tarihlerinde bu gibi şeyler olmuş!.”

Tabiî, o zaman insanların Kur’ân’ı ezberleyip hâfız olduklarını ve Kur’ân’ın zihinlerde ve kalplerde de kayıtlı olduğunu hiç bilmiyordum. Sadece kitap sahifelerinden ibaret olduğunu sanıyorum. Yine daha sonra Rabbimizin Kur’ân da:

“O zikri (Kur’ân’ı) Biz indirdik, onun koruyucusu da elbette Biz’iz.” (el-Hicr, 9) âyeti ile ilâhî koruma altında olduğunu da öğrenmiş oldum.

Sonra Nisâ Sûresi’ni tamamladım. İslâm’ın kadına bakışının haberlerde anlatıldığı gibi olmadığını gördüm. Çin’de kız çocuğunun mecburen çalışması lâzım. Meselâ filmlerde bile çalışmayan kadın evleneceği zaman, adam, ona:

“-Sen çalışmıyorsun, sadece benim param için benimle evleniyorsun. Sevdiğinden dolayı değil!..” der.

Bu, aslında toplumdaki her erkeğin düşüncesidir. O yüzden kızlar mutlaka okurlar ve çalışırlar. Çin’de kadın, âdeta “nesli devam ettiren bir makine” gibi görülür.

İslâm’da ise, mehir var. Erkek, evlenmeden kadına bir para ödüyor. Ve kadın, bu parayı aldığı için kınanmıyor. Bilâkis “kadının hakkı” olarak görülüyor. Ve erkek, bu meblâğı gönül rızası ile veriyor.

Sonra sınav dönemlerim geldi. Uzun müddet Kur’ân’ı okuma fırsatı bulamadım. Sonra okul bitti. Kaldığım yeri boşaltırken lâzım olan ve olmayan kitapları ayırmaya başladım. Eğitim ateizm üzerine olduğu için bütün kitaplar Marks ve onun düşünce tarzında idi. Çin’de çalışmak istiyorsan, hele hele devlette vazife almak istiyorsan, onun kitaplarını bilmek zorundasın. Memurluk sınavlarında bile en çok onun kitaplarından soru çıkıyor. Ben kitapları ayırırken bu kitaplardan öyle bıkmışım ki, ateizmle ilgili olan hiçbir kitabı eve götürmedim; ya sattım ya da attım. Sıra Kur’ân-ı Kerîm’e geldi, onu elime aldım. Onu satmaya veya atmaya kıyamadım; rengi ve tezhibini çok beğenmiştim. Tam anlayamadığım hâlde yine de onu eve götürülecek kitaplar içine koydum ve eve götürdüm. Masamın üzerine bıraktım.

Üniversiteyi bitirmiştim. Babam İngilizce öğretmeni olmamı istiyordu. Türkiye’deki KPSS sınavı gibi bir sınava girmek gerekiyordu. Fakat bu sınav çok zor bir sınavdı. Meselâ bir öğretmen alınacak, yüz kişi sınava başvuruyor. İngilizce bölümünün sınavları ise daha zor… Çalışmaya başladım tekrar… Ateizm ve Marks çalışmak, beni o kadar bunaltıyordu ki, anlatamam. Sınava girdim, kazanamadım. Tekrar girdim, yine kazanamadım. Babam öğretmen olmamı çok istiyor, ben istemiyorum. Babam kazanana kadar sınavlara girmem gerektiğini söyledi. Ben:

“-Yok, artık girmek istemiyorum. Artık kendime başka bir iş bakacağım!” dedim.

Çünkü kültürümüzde üniversiteyi bitiren kız veya erkek; hâlâ babasından, annesinden para alıyorsa bu çok ayıptır. O sene ilk defa âilemin yanında o kadar uzun bir süre kaldım. Daha önceki yıllar beraber kalmadığımız için hiç kavga etmedik ve ben çok uysal, itaatkâr ve çalışkan bir çocuktum. Hattâ annem benim için:

“-Evdeki en söz dinleyen ve hiç yalan söylemeyen çocuğum!” derdi.

O yıllarda hayat benim için çok mânâsız ve bomboştu. Bir gün babama sordum:

“-Babacığım, sen benden ne istiyorsun?” Babam:

“-Ben, senden sâbit bir iş, sonra iyi bir eş bulup evlenmeni istiyorum. Sonra da çocukların olur.” dedi.

“-Peki, sonra ne olacak?” diye tekrar sordum.

“-Emekli olup dinleneceksin.”

“-Ardından öleceğiz, sonra ne olacak?”

-Bir şey olmayacak! Hayat bitmiş olacak, yok olacağız.”

“-Peki, sonra?”

“-Sonrası yok!”

“-Babacığım, öleceksem, ardından yok olacaksam ve sonrası da yoksa, bu kısacık hayatımda çalışmaya ne gerek var?!” dedim.

Babam:

“-Sen tembel tembel düşünme!” dedi.

Çünkü annem ve babam çok çalışkan insanlardı. Çin gibi bir ülkede üç çocuk okutmak çok, ama çok zor bir iş!. Babama:

“-Babacığım, siz annemle sürekli çalıştınız, yaşlandınız. Bunun ne zevki var? Ne amacı var?” dedim.

Babam sustu ve cevap veremedi. Bu sıralarda sürekli düşünüyordum; “İnsan nereden geldi? Neden bu dünyaya geldi? Bir amacı var mı yaşamamızın?!” Bu soruları sordum.

Babam:

“-İnsan maymundan geldi!” dedi. “Bu dünyada yaşamamızın sebebi, güzel bir hayat geçirmek! İnsan ölünce bitecek…”

Peki, dünya neden adâletsiz? Zengin ve fakir neden var? Bir insan birisini öldürüyor. Hapse giriyor. Zenginse para verip kurtuluyor. O zaman suçsuz öldürülen o insanın hakkı ne olacak? Onun öcünü kim alacak?

Bu cevapsız sorularım, beni öyle meşgul ediyordu ki yaşamak bile istemiyordum. Zaten Çin’de birçok insan:

“-Bu anlamsız dünyaya daha fazla katlanamıyorum!” deyip intihar ediyor.

Çin’de kimse kimseye yardım etmez! Bir adam düşüp bayılsa, kimse onu kaldırmaz. Kaldırsa bayılan kişi ayılınca onu şikâyet eder; “Beni bu kişi bayılttı!” der. Kimse kimseye bu yüzden güvenmez ve yardım etmez. Ahlâksızlık çok yayıldı; zenginlik arttıkça her yerde ahlâksızlık da arttı. Eskiden herkes fakirdi, ama ahlâklı idi.

 

Bu sorular, sizi tekrar İslâm’ı araştırmaya mı yöneltti?

Evet, sınav çalışmayı bırakınca ve zihnimi bulandıran sorular arttıkça tekrar Kur’ân’ı okumaya karar verdim. Ancak bu defa bir niyet kurdum içimde; “Bu kitabı anlamasam da, bu kitap çok kalın olsa da, sabredip baştan sona okuyup bitireceğim!” diye…

Çünkü huzur arıyordum. Bu huzuru bulmak için her şeyi yapmaya da hazırdım. İki sene evvel ilk okuduğumda hiçbir şey anlamamıştım. Kur’ân-ı Kerîm’de sürekli “Kâle Kul! (dedi, de)” gibi zamirler çok geçiyordu. “Kim, kime ne diyor?” bir türlü anlamıyordum. Ama bu okumamda sanki şifreler yavaş yavaş çözülüyor gibiydi. Sayfaların altına, âyetlerin bazılarının kısa tefsirleri konmuş, o tefsirleri okudukça anlamaya başladım. Meselâ Bakara Sûresi’nde Yahudilerin inek kesmemek için neler yaptığını okudum.

“-Yazık Yahudilere, o zaman da şimdiki gibi kibirliymişler.” dedim.

Kur’ân’ı anladıkça daha hızlı okumaya başladım.

 

Kur’ân’ı anlamaya başlayınca, size ilk tesir eden ne oldu?

Kur’ân zaten çok etkileyici bir kitap... Ama kıyâmeti haber veren âyetleri okuyunca, âdeta şok geçirdim.

 

Ateist birisi olarak ilk defa kıyâmeti ve ölüm sonrası hesabı haber veren âyetleri okuyunca ne düşündünüz?

Okudum. Dediğim gibi benim için tam mânâsıyla şoka girdiğim bir andı. “Gerçekten mi? Bu dünya bitecek ve hesap mı var? Ölümden sonra nasıl dirileceğiz?”

Durdum, düşündüm. Yok, böyle bir şey olamaz dedim. Ve okumaya devam ettim. Okudukça kıyamet ve ölümden sonra dirilme, hesap âyetleri; o kadar çok tekrar ediyordu ki... Ben kaçtıkça tekrar kıyamet haberleri ve Cennet-Cehennem âyetleri geliyordu. Kur’ân’daki bazı âyetlerin sürekli tekrar edilmesi, bence benim gibi insanların îman etmelerini kolaylaştırmak için... Her tekrar, senin o inanmadığına bir adım daha yaklaştırıyor ve:

“-Ya varsa! Ya dirilirsek? O zaman biz kesin cehenneme gideriz!” diye düşündüm ve çok korktum. Hemen o âyeti geçiyordum, birkaç sayfa sonra tekrar geliyordu. Kur’ân’ı kapatsam da zihnimdeki, “Ya varsa!” düşüncesinden kurtulamıyordum.

Okumaya devam edip bu kitapta eksik, yanlış veya akla uymayan bir şey bulmalıydım. O zaman bu âhiret ve kıyametin de olmadığını gösterir diye düşündüm. Aslında kalbimi ve vicdanımı susturacak bir şeyler arıyordum. Ama okudukça akla aykırı hiçbir şey bulamıyordum. Dâvet ettiği ahlâk, o kadar güzel ki, hayran olmamak mümkün değil!.. Eski Çin kültüründe de güzel ahlâk tavsiye ediyordu. Kitaplarda okurduk. Ama Kur’ân’ın tavsiye ettiği ahlâk, “en mükemmel ahlâk”!.. Sonra düşündüm:

“-Bu kadar güzel ahlâka ve iyiliğe dâvet eden bir kitap yanlış olamaz!” dedim.

 

İlk defa cennet ve cehennem âyetlerini okuyunca ne hissetiniz?

Biz ateisttik, ama cennet ve cehennem kelimelerini de kullanırdık. Ölümden sonra dirilişe inanmıyoruz, fakat bir güzellik görsek “cennet gibi”, bir çirkinlik olsa “cehenneme git” gibi kelimelerimiz var. Garip, ama var. İnanmasak da kullanırdık.

 

Peki, hiç Peygamber Efendimiz’in hayatını anlatan bir kitap okudunuz mu?

Evet, Kur’ân ile Peygamber’in dâvet ettiği şeyler aynı mı, merak ediyordum. Aralarında tezatlık olsaydı, “Bu kitap, hak dînin kitabı değildir!” diyecektim. Bu yüzden siyer kitabı da aldım. Kur’ân’ı okurken, bir taraftan da siyer kitabına başladım. İkisinin de dâvet ettiği, aynı güzel ahlâktı ve Peygamber, kendi dâvet ettiği ahlâkı yaşıyordu.

Bu esnada “Şehrimizde mescid var mı?” diye internetten bir araştırma yaptım. Bizim eve yaklaşık yirmi dakikalık bir mesafede bir mescid buldum. Bizim eve yakın olması, beni çok sevindirdi. Oraya gittiğimde akşam namazı vakti idi. Mescide gidince:

“-Benim sorularıma cevap verecek bir adam var mı?” dedim.

Aslında “imam” demem gerekiyormuş, ama ben o zaman bilmiyordum. Bir adam yanıma geldi:

“-Evet, sorularına cevap verecek bir imam var. Fakat şimdi akşam namazı vakti… Sen biraz otur. Namazdan sonra o senin yanına gelir!” dedi.

2013 senesiydi. Ben erkekler namaz kılarken camdan onların namaz kılışlarını seyrettim. İmamla beraber dört kişi vardı. Meğer bana, “Burada bekle, imam gelir sana cevap verir.” diyen kişi imammış. Ama “Ben imamım!” demedi. O tevazûu bana çok tesir etti. Onlar namaz kılarken onları merakla izledim. Namazdan sonra yanıma geldi.

“-Buyur kızım, sor sorularını!” dedi.

“-İslâm nedir?” dedim. İmam:

“-İslâm tevhiddir.” dedi. Ama ben, “Tevhid ne demek?” anlamamıştım. Tek Allah inancı dese, anlardım. Ama nasip değilmiş. O bana bir kitap verdi. Bir tanesi siyer gibi bir kitaptı, diğeri Allâh’ı ve yarattıklarını anlatan bir tefekkür kitabı idi. Bu dünyadaki varlıkların nasıl ve ne için yaratıldığını anlatan, âyetlerle ispat eden güzel bir kitaptı. Sonra imam bana:

“-Kızım, başka soruların olursa buraya sormaya gelebilirsin.” dedi.

Eve gittim. O tefekkürle ilgili küçük kitabı çok merak ediyordum. Hemen onu okumaya başladım. Çok güzel bir kitaptı. Meselâ yağmuru anlatıyordu. Önceden benim için yağmur yağmurdu ve hiçbir mânâ ifade etmiyordu. Ama orada yağmuru bir tefekkür gözü ile anlatınca Allâh’ın yaratıcılığını görmeye başlıyorsun. Bizim ateizmle ilgili kitaplarda, “Her şey bing bang (büyük patlama) ile kendiliğinden meydana geldi. İnsan önce maymun oldu. Sonra evrimle insana döndü…” diye anlatılır. Bütün var oluş, her şey kendi kendine oldu, yaratılış diye bir şey yok!” der. O kitapta ise:

“Bir kalem bile kendi başına olmuyor, onu yapan bir işçi var. Bu kadar düzenli işleyen kâinât, bir yaratıcısı olmadan nasıl kendi kendine olur.” diyor. Buna benzer çok örnekler…

Hep ateizmle karşılaştırmış ve âyetlerle deliller vererek mantıklı açıklamalar yapmış. Sanki yeniden doğuyor gibiydim. Şaşkınlık, merak ve yeni öğrendiklerime hayranlık bütün duygularım iç içe idi. Yirmi sene ateizmin düşünceleri ile dolan bir insan için zor bir dönem, diyebilirim. İlk defa farklı bir bakış açısı ile hayata bakıyordum. Şaşkınlığım ve hayranlığım zirvede idi. Bu din ile ilgili okuduğum her şey, benim sorularıma tatmin edici cevaplar veriyordu. Ateizmde bütün sorular boşlukta kalır, cevap alamazsınız.

“-Boş ver, düşünme!” denir ve kapanır.

İslâm ise, “Düşün!” diyor, “Tefekkür et! Sor, cevap vereyim!” diyor. Bu araştırmaları yaparken içimden ses geliyor:

“-Sen inandın galiba!” diyordu.

“-Yoksa ben İslâm’a îman mı ettim?” diyordum kendi kendime…

Önceden de bu tür kitapları çok severdim. Geçmiş zamanları anlatan ve ilimlerin keşfettiği şeylerin keşfediliş süreçlerini okumayı severdim. Şeytan üçgeninin sırrını, iki denizin karışmaması vb. konularla ilgili araştırma kitaplarını çok okurdum. Fakat neticeye ulaşamazdım. İlk defa bir neticeye ulaşıyordum ve bu bende huzur oluşturuyordu. Hele insanın yaratılışını, Kur’ân’da okuyunca hayranlığım kat kat arttı. Çünkü 1400 yıl evvel, hiç kimse anne karnında nelerin olduğunu bilecek ilme ve tıbbî cihazlara sahip değildi. Kur’ân’ın o gün anlattığı bu mûcizeyi, ilim ve günümüz teknolojisi yeni keşfedebildi. Bunu o günün câhil toplumu bilemezdi; bu bilgiyi, onlara ancak insanı yaratan bir varlık verebilirdi.

Artık yol ayrımına gelmiştim. Önümde iki yol vardı ve ben seçim yapmak zorundaydım. O kadar Allâh’ın varlığını ispat eden delil vardı ki, ben de inanmayı tercih ettim, elhamdülillah!

Ama hâlâ bekliyordum. Gidip Müslüman olmalıydım. Çünkü okuduğum siyer kitabındaki Peygamber’i de çok sevmiştim. Bütün insanlar, hangi inançtan olursa olsun güzel ahlâklı olanı severler. Ben de her insan gibi ahlâklı insanları severdim. Ama Peygamber Efendimiz’in hayatı, sanki bütün dünyadaki herkeste bulunan güzel ahlâkın bir kişide toplanmış hâliydi ve mükemmeldi. Ben henüz Müslüman olmamıştım, ama O büyük Peygamber’i çok sevmiştim. Bir gün babama şöyle soru sordum:

“-Güzel ahlâk nedir?” Babam bana:

“-Ahlâk senin karnını doyurmaz!” dedi. “Sen bu soruları bırak, çalışmana bak!”

Ben ise ahlâka çok değer veriyordum. Ben artık aradığımı bulmuştum. Ertesi gün câmiye gittim. İmamı buldum. Ona:

“-Ben müslüman olmak istiyorum!” dedim. İmam bana:

“-Emin misin?” dedi. Ben de:

“-Evet, eminim. Okudum, araştırdım ve müslüman olmaya karar verdim!” dedim. O da:

“-Yeni müslüman olacak kişilerle ilgilenen imam burada yok. Bugün onun işi var. Sen haftaya gel!” dedi.

Ben bir hafta sonra yine gittim. O imam yine meşguldü, yine müslüman olamadım. Oradaki imam beni tesellî etti.

“-Biz sana güzel bir program düşünüyoruz, Cuma namazından sonra yapacağız!” dedi.

Böyle defalarca gidip geldim mescide… Ama bir türlü şehâdet getirmek için imam müsait olmuyordu. Şimdi düşünüyorum da Allah beni o zaman îmânımda kararlı mıyım diye imtihan etmiş.

Ben İslâm’ı araştırırken domuz eti yemeyi bırakmıştım. Neredeyse iki aydır ağzıma hiç et koymamıştım. Yine müslüman olmadan evvel, internetten namaz kılmayı da öğrendim. Hatta şehâdet getirmeden evvel namaz kılmaya başladım. Öğrendiğim ibadetleri, hemen yapmaya gayret ediyordum. Her şeyi merak eden, öğrenmek için heyecanlanan bir bebek gibiydim. Âilem uyuyana kadar yatakta bekliyordum, onlar uyuyunca yorganın içinde namazlarımı kılıyordum. Hava çok sıcaktı, ama başka çarem yoktu. Odamın kapısı yoktu, sadece perde vardı. Annemin uykusu hafifti. Âniden girip beni namaz kılarken görmesin diye yatakta yorgan içinde kılıyordum. Selâm verince yorganı açıyor, derin nefes alıyor, tekrar başlıyordum. Temmuz ayı olduğundan namaz bittiğinde sırılsıklam ter oluyordum.

 

Namaz kılacak kadar ezberinde sûre var mıydı?

Hayır, dilim Arapça’ya dönmediği için henüz ezberleyememiştim. Ezberleyene kadar Çince meâllerinden okuyarak namaz kılmıştım. Henüz şehâdet getirip müslüman olmadığım halde bu namazlardan büyük mânevî lezzet alıyordum.

 

Âileniz İslâm’ı araştırdığınızı veya müslüman olmak istediğinizi biliyor muydu?

Hayır, ama domuz eti yemediğim için yavaş yavaş benden şüphelenmeye başlamışlardı. Babam bana sık sık:

“-Niye et yemiyorsun?” diye sormaya başladı. Her defasında:

“-Kilo vermek istiyorum, diyetteyim.” diyordum. Ama tavuğun kesimi ve pişiriliş usûlünün de helâl olmadığını öğrenince, tavuk yemeyi de bıraktım. Sadece sebze yiyebiliyordum.

Camiye giderken de başımı örtüyordum. Eve yaklaşınca âilem fark etmesin diye hemen çıkarıyordum. Bir gün tam kapıya yaklaştım. Babam arkamdan geldi, beni başörtülü görmüş.

“-Bu başındaki ne, bu ne hâl?” dedi. Ben de:

“-Bana yakışıyor diye yaptım!” dedim.

Korkumdan, “Müslüman olmak istiyorum!” diyemedim. Çünkü babam, müslümanları terörist olarak biliyordu. Ama artık babam benden şüphelenmişti. Beni takip etmeye başladı.

Günlerim böyle geçerken Ramazan ayı geldi. Ben akşam iftar vaktinde işimden direk mescide gidiyordum. Orada iftar edenlerin sofralarına yardım ediyordum, bulaşıkları yıkıyordum. Henüz müslüman olamadığım için oruca da başlayamamıştım. İmam efendi, bana:

“-Acele etme, İslâm’ı iyice yakından tanı! Ondan sonra karar verirsin.” diyordu.

Çünkü aniden karar verip, İslâm’ı tam tanımadan dinden çıkanlar olmuş. O yüzden benim hemen îman etmemi istememişler. Ben de hemen müslüman olmak istiyorum. Çünkü babamın şüpheleri beni strese sokuyordu. Bir gün câmiye gitmiştim. İmamın hanımı ile çok iyi arkadaş olmuştum, o da çok gençti. Bana:

“-Evdekiler senin müslüman olmak istediğini biliyor mu?” dedi.

Ben de evdeki sıkıntılarımı anlattım. Babam ben mescidde iken beni telefonla aradı.

“-Şu an neredesin?” diye sordu.

Hâlbuki hiçbir zaman bana “Nerdesin?” diye sormazdı. Ben ilk defa böyle bir soru ile karşılaşınca:

“-Arkadaşımla alışverişteyim.” dedim.

“-Hangi arkadaş, telefonu ona ver, onunla konuşacağım.” dedi. Ben de:

“-O kabinde elbise deniyor.” dedim. Bana yüksek sesle:

“-Doğru söyle, bana yalan söyleme!” dedi. “Bana doğru söyle, sen şu an camidesin!” dedi. Korku ve kızgınlıkla:

“-Evet, ben camideyim! Evet, sana yalan söyledim.” diye bağırdım.

Telefonu kapattım. Ben ilk defa babama yalan söylemiştim. Hiç yalan söylemeyen evlâdı olarak benden ilk defa yalan duymuştu ve o yalanı söylemeye beni âdeta mecbur etmişti. Ağlayarak annemi aradım, babamın beni aramasından ve sıkıştırmasından bahsederek:

“-Beni niye takip ediyor, niye bunaltıyor?” dedim.

Annem beni sakinleştirmeye çalıştı. Sonra babamı aradım:

“-Baba, ben camideyim. Seni bekliyorum, niye gelmiyorsun?” dedim.

Babam sustu. Ben cesaretli olduğum için mi bilmiyorum, ama cevap vermedi. Sonra imamın hanımı, ağladığımı görünce, “Ne oldu?” dedi. Babamla telefonda tartıştığımı, onun benim müslüman olmamdan şüphelendiğini anlatıp ona:

“-Bugün şehâdet getirip müslüman olmalıyım, yoksa bir daha mescide gelme imkânım olmayabilir.” dedim. O da:

“-Tamam.” dedi.

Onun evinde gusül abdesti aldım. İmamı beklemedik, eşinin rehberliğinde kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum, elhamdülillah! 25 Ekim Cuma günüydü, hattâ kurban bayramı yeni geçmişti. Müslüman olduğumda benim için üç bayram bir arada gibi olmuştu. O sırada bir müslüman hanım geldi:

“-Evde kurban kestik. Sizi evime kurban eti yemeye dâvet ediyorum!” dedi. Biz:

“-Tamam.” dedik. İmamın hanımı giderken:

“-Bu ikram sana, Allah’tan şehâdet hediyesi. Kurban geçeli on gün oldu, ama kimse bize et ikram etmemişti. Bu senin nasîbinle oldu!” dedi.

Ben de uzun zamandır et yiyememiştim. Kurban, koyun eti idi. Ben müslüman olmadan önce hiç koyun eti yemezdim. Çok kokardı burnuma, yiyemezdim. O gün burnuma hiç kötü kokmadı, hattâ doyana kadar neşe ile müslüman kardeşlerimizle kurban etinden yedik, çok lezzetli idi. Orada bana hediyeler verdiler. Bunlar müslüman olmanın bereketi idi.

Îmânın nîmeti ile ağır ve şiddetli imtihanlar da ardı ardına gelmeye başladı. Âilem açıktan söylemese de benden şüpheleniyordu. Çünkü günden güne başörtülerim kayboluyordu. Kur’ân’ım ve İslâm’ı anlatan kitaplarım kayboldu. Annemin okuma-yazması olmadığı için o kitapları bilemezdi. Babam, okuma-yazma bildiğinden İslâm’la ilgili kitapları okuyunca anlamış olabilir. Ben de kendimce tedbirler almaya başladım. İslâm’la ilgili yeni aldığım kitap ve Kur’ân’ı mescide bıraktım. Babam, anneme de müslüman olduğumdan şüphelendiğini söylemiş. Annem bana gelip:

“-Kızım, İslâm çok kötü bir din!.. Teröristler…” vb. sözler söyleyerek bana nasihat etmeye başladı.

O sırada babam yanımıza geldi:

“-O kadar uzun uzun konuşmana gerek yok! Sadece bir soru soruyorum sana; «Sen müslüman oldun mu?»” dedi. Ben:

“-Hayır, müslüman olmadım!” diyerek yalan söylemiş oldum.

Ne kadar yalan söylemek istemesem de mecburdum. Babam bana:

“-Ben sana hiç inanmıyorum!” dedi. “Ama bir yol var, doğruyu bulmanın… Şimdi domuz eti pişireceğim, sen yiyeceksin. Eğer yine yemezsen, sen müslüman olmuşsundur. Eğer yersen doğruyu söylüyorsundur!” dedi.

Ben hem korku, hem kızgınlık; birçok duyguyu bir anda yaşamaya başladım. Ne yapacaktım?! Doğruyu söylesem, babam beni en kötüsü öldürürdü. Yalan söyleyip domuz eti yesem, ondan sonra hep yemek zorunda kalacaktım ve mecbûren sürekli yalan söyleyecektim. Ben daha fazla yalan söylemek istemiyordum. Yalanın günah olduğunu da biliyordum. Ama babam beni öldürürse, şehit olacaktım hemen cennete girecektim. Bu çok güzel bir şeydi. Bu kısacık anda bu düşünceler beynimden geçti ve ben doğru söylemeye karar verdim. Oturduğum yerden kalktım:

“-Evet, ben bugün müslüman oldum. Ne yapmak istiyorsan yap, artık korkmuyorum.” dedim.

Babam cevabıma gülerek anneme döndü:

“-Bak, sana demiştim kızının müslüman olduğunu… Sen bana inanmamıştın!” dedi.

Annem hâlâ inanmıyordu.

“-Hayır, benim kızım müslüman olamaz!” dedi.

O sırada babam bana doğru koşup bana vurmaya başladı. O kadar şiddetli dövüyordu ki âdeta kendini kaybetmişti.

“-Senin bacaklarını kıracağım, bundan sonra aslâ mescide gidemeyeceksin.” diyordu.

O vurdukça benim içime bir cesaret geliyordu. Korkmuyordum, sonra öğrendim bu îman gücü imiş. O sırada babam acı ile bağırarak benden uzaklaştı. Baktım parmağı yarısına kadar kopmuş, biraz daha bırakmasa parmağı kopacak. Ben kendime bakıyorum o kadar dayak yememe rağmen bende bir şey yok, hatta vurduğu yerler bile kızarmamış. Galiba ben ısırmışım, ama hiç ısırdığımı hatırlamıyorum. Babam, acı ile anneme:

“-Bak, senin kızın neredeyse benim parmağımı koparacaktı!” dedi.

Allah, beni sanki onun dövmesinden görünmez bir zırh ile korumuştu. O kadar dayağa rağmen kendimi çok güçlü hissediyordum. Ve îman ettiğimi söylediğim için de çok rahatlamıştım.

Annem de babam da beni çok uysal ve uyumlu olduğum için çok severlerdi. İkisinden de bir tokat bile yememiştim. İlk defa dayak yemiştim, elhamdülillah, o da Allah için, İslâm için olmuştu.

Ama o gün içimi acıtan, annemin tavrı idi. Ben dayak yerken annem, babamı hiç engellemeye çalışmadı. Erkek kardeşim, çok yaramazdı. Babam onu dövecek olsa, annem suçu büyük de olsa, kardeşimi hep korurdu. O gün babam hiçbir evlâdını dövmediği kadar beni dövüyordu, ama annem bizi seyrediyordu. Gerçekten îman olmayınca akrabalık bağının, hattâ anne ile evlât bağının bir hükmü kalmıyor.

 

Sonra hayatınıza müdâhaleye devam ettiler mi?

Ertesi gün babam evden hiç çıkmadı. Benim çıkmama da izin vermiyor, kimse ile de görüştürmüyordu. Müslüman arkadaşlarım, benim durumumu merak ediyorlardı. Onlarla bilgisayardan internet üzerinden gizlice yazıştım, durumu anlattım. Ve “benden üç gün haber alamazsanız hemen polise haber verin!” dedim.

Babama akşama doğru bir telefon geldi, babam telefondakilere:

“-Hemen geliyorum.” dedi ve evden çıktı. Evde de kimse yoktu.

Acele hazırlandım, bilgisayarımı alıp evden kaçtım. Ve Pekin’e gittim. Bir sene sonra ablamdan öğrendim; babam sadece beş dakikalığına evden uzaklaşmış, beş dakika sonra geldiğinde ben yokmuşum, inanamamış. Gerçekten sanki Allah, o an benim için zamanı durdurmuş gibiydi. Ve biz sokakta da onunla hiç karşılaşmadık. Ben evden ayrılırken hiçbir şey düşünmeye fırsat bulamadım. Tren garına gittim, orada annemin bir arkadaşını gördüm. Çok korktum. Hemen kuytu bir yerdeki merdivenin altına gizlendim. Allâh’ın beni koruması ve bana yol göstermesi için tren gelene kadar orada secde edip çok duâ ettim. Önceden biraz Peygamberimiz’in hayatını okuduğum için hemen Peygamber Efendimiz’in Medîne’ye hicreti esnasında Sevr Mağarası’na gizlendiği anı düşündüm.

(Röportajın bu noktasında Hatice Hanım, ağlayarak, “Kusura bakmayın, çok heyecanlandım. O anları tekrar yaşamış gibi oldum!” dedi.)

Babam beni döverken ağlamadım, ama merdiven altında duâ ederken çok ağladım. Hicret ediyordum ve bir müslüman olarak Peygamberimin hicreti gibi hicretim vardı benim de… Îmânımın lezzetini hissediyordum. İçimde hiç korku ve endişe yoktu. Tren geldi, bindim ve Pekin’e gittim. Pekin’e giderken yanımda çok az para vardı. İşim yok, kalacak bir yerim yok. Telefondan arkadaş gruplarıma mesaj attım:

“-Bana Pekin’de yardım edecek müslüman arkadaşlar var mı?” diye sordum.

Arkadaşlarım orada çalışan müslüman kızların telefon ve irtibat numaralarını verdi. Birisini aradım, “Bana yardım edecek var mı?” diye… Onlardan birisi:

“-Ben yardım edebilirim.” dedi.

Pekin’e vardığımda, beni tren garında karşıladı tanıştık. O arkadaşım da şimdi burada… Beraber Türkiye’ye geldik. Sonra onunla çok iyi arkadaş olduk. Biraz onların evinde kaldım. Daha sonra başka bir müslüman arkadaşın evinde kaldım. O arkadaşımın evi, küçük bir odaydı. Odanın hiç penceresi yok, her zaman karanlıktı. Ama gönlü geniş arkadaşım bana:

“-İstediğin kadar benimle kalabilirsin. Rahat ol, sıkıntı yapma!” dedi.

Beraber namaz kılıyorduk, beraber oruç tutuyorduk, mescide gidiyorduk, elhamdülillah!

 

Rabbimiz Nisâ Sûresi 98. âyette, “hicret edenlere genişlik ve kolaylık” vaad ediyor. Sizin hicretiniz de size geniş imkânlar açtı mı?

Evet, elhamdülillah! Bir hafta sonra bir iş buldum, internet üzerinden İngilizce çeviri yapacaktım. Pekin’de iş bulmak çok zordur, ama Allah bana imkânları açıyordu. Sıra ev bulmaya geldi. Penceresi olan ve içeriye güneş giren bir odam olsun istedim ve Rabbime böyle duâ ettim. İşime on dakika yürüme mesafesinde, tam da duâ ettiğim gibi güneş alan ucuz bir ev de buldum. Evin hemen karşısında bir müslümanın işlettiği helâl bir lokanta vardı. Çalıştığım işyerinin idarecisinin de müslüman olduğunu öğrenince çok sevindim. Ona müslüman lokantanın yerini söyledim. O da Paris’ten gelen birisi olduğu için helâl lokanta bilmiyormuş. Ben bir gün lokantanın sahibine:

“-Siz Cuma namazını hangi mescitte kılıyorsunuz?” dedim. O da:

“-Burada çok yakında bir câmi var.” dedi.

Eliyle işaret ederek yerini gösterdi. Evime on beş dakikalık bir mesafede de câmi bulmuştum. Sevinçten ağlamaya başladım. Benim bu sevincimi, belki sizler anlayamazsınız. Burada her yer câmi, herkes geniş evlerinde istediği gibi ibadet ediyor. Helâl yiyecek aramak zorunda kalmıyorsunuz. Bir müslüman yüzüne hasret çekmiyorsunuz, herkes müslüman!.. Ne kadar şükretseniz az. Arada o camiye gidiyordum. Bence o câmi, Pekin’deki en güzel câmi… Sessiz bahçe içinde, çok huzurlu bir mescitti.

 

Niçin Pekin’e gitmeyi tercih ettiniz?

Çünkü orada câmi çok, müslüman sayısı çok, helâl lokantalar var. Bir müslümanın yaşaması orada daha kolay… Ben Pekin’de on ay kaldım.

 

Türkiye’ye hangi vesîle ile geldiniz?

Kur’ân’ı öğrenmeyi çok istiyordum. Ama çalıştığım için fırsat bulamıyordum. İslâm’ı daha iyi yaşamak için Kur’ân’ı iyi öğrenmem gerekiyordu. Allâh’a duâ ediyordum:

“-Allâh’ım, bana dînimi en doğru şekilde öğrenecek bir imkân ver. Sen benim için her şeyin en iyisini bilirsin!” diyordum.

Bir gün müslüman arkadaşlardan bir abla:

“-Kim İslâm’ı iyi öğreneceği bir Kur’ân kursuna gitmek istiyor?” dedi.

O önceden Hüdâyî Kur’ân Kursu’nda okumuş bir abla idi. Onların maddî durumu çok iyi idi. Benim o kursa gitmem için para ödemem lâzım, uçak bileti ve harçlık ayarlamam lazımdı. Bunlar bence de zor, hattâ imkânsız gibiydi. O sırada bir kız:

“-O kursun yıllık ücreti ne kadar?” diye sordu. O abla:

“-Bizim gibi yabancı öğrenciler için ücretsiz!” dedi. Ben:

“-Gerçekten mi?” diye sordum, çok şaşırmıştım. Ben heyecanla:

“-Uçak bileti ne kadar?” dedim. O abla:

“-O da ücretsiz!.. Oranın vakfı, burs olarak karşılıyor.” dedi.

Sevinç ve heyecanla:

“-Ben gitmek istiyorum. Beni de götürün!” dedim.

Hüdâyî’de Kur’ân okurlarken ses kaydı almış, o ses kaydını bana dinletti. Çok hoşuma gitmişti.

“-Ben de Kur’ân öğrenebilir miyim?” dedim.

“-Tabiî öğrenirsin.” dedi.

Fakat Çin’den Türkiye’ye giden grup, önceden gitmiş, bir ben kalmışım. Türkiye’ye telefon açıp sormuşlar, beni alabilirler mi diye… Türkiye’deki Meryem Hoca da, “Olur!” demiş. Ben gruptan ayrı olarak, tek başıma Türkiye’ye geldim.

 

Gelirken nasıl duygular içindeydiniz?

Çok heyecanlı ve istekli olarak geldim. Vizem çok kolay çıktı, yolculuğum güzel geçti. Rabbim, benim buraya gelmem ve bu dîni öğrenmem için yollarımı açtı. Bana her şeyi kolaylaştırdı, elhamdülillah! Havaalanından beni Meryem Hoca aldı. Buraya kursa geldim. Herkesin yüzü çok aydınlık, kalpleri çok temiz... Çin’de tek başıma yaşarken korkuyordum. Çünkü insanlara güven duymuyordum. Ama burada hiç korkmadım. İlk günden itibaren buraya ait olduğumu hissettim. Burada hocalar hiç kalp kırmıyor ve öğrencilere değer veriyorlar. Öğrenciler ve hocalar, kardeş gibi… Herkesi çok seviyorum. Hüdâyî Kursu, benim huzur dolu evim… Burada bir yıl okudum. Yazın Çin’e döndüm. Buradaki arkadaşım Asiye’nin evinde kaldım. Ramazan orucumu, onlarla beraber tuttuk. Dört ay tatilin üç ayını onlarla birlikte geçirdik. Asiye ile beraber, mescitte küçük bir sınıf açtık. Çocuklara İslâmî bilgiler verdik, Kur’ân öğrettik. Günlerim orada çok güzel geçti. Sonra kendi evimize gittim, orada bir gün kaldım, sonra ablamın evinde kaldım.

 

Âileniz sizi tesettürlü görünce ne yaptı?

Annem de, babam da benden yüz çevirdi. Annem daha sonra yumuşadı, ama babam hiç konuşmadı. Onlar benim terörist olarak yetiştiğimi zannediyorlar. İslâm’ın güzelliğini, buraların güzelliğini bilmedikleri için öyle davrandılar. Ablam ve eniştem ise, müslüman olmama saygı gösterdiler ve bana yardım ettiler. Bu yaz gittiğimde ise, babam beni dinden çıkarmaya çalıştı. Babam sürekli kavga çıkarmak istiyordu. Ben hep sustum, hiç cevap vermedim. Çünkü ona bunu yaptıran, şeytan… Babam evde yokken bavulumu evden çıkarıp ablama bıraktım. Sabah olunca da mescide gittim, orada yaşamaya başladım. Babam bana telefon açıp çok kötü şeyler söyledi. Ben imamın hanımının yanındaydım. Babama hiç cevap vermedim. Babam bir gün polislere şikâyette bulunmuş:

“-Kızım kayboldu. Mescidin imamı nerede olduğunu biliyor. O kızımı Türkiye’ye gönderdi. Belki kızım orada kötü şeyler öğreniyor olabilir.” demiş.

İmam, polise:

“-Bu adamın kızı müslüman oldu. Fakat bu adam ateist… O yüzden kızından öç almak için böyle yapıyor.” demiş. Polis, “Bu, âile içi bir mesele!” diye bırakıp gitmiş.

 

Üç yıldır buradasınız. Bu yıl, son yılınız. Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Önceden bu dünyada niçin yaşadığımıza cevap bulamadım, cevap aradım. Benim gibi Hakk’ı, doğruyu arayanlara yardımcı olmak istiyorum. Tebliğ etmem lâzım. Önceden hiç hedefim yoktu. Ama İslâm’dan sonra, bana can geldi! Hedeflerim, hayallerim var artık… İslâm’da ömür bitmiyor; ötesi var, cennet var. Allâh’ı görmek için gayret etmek lâzım! Cennette Peygamber Efendimiz’i görmek için hayallerimiz ve gayretlerimiz var.

 

Türkiye’deki müslümanlara buradan söylemek istedikleriniz var mı?

Yazın kursa gelen bazı kızlara bakıyorum; kursa kendi istekleri ile gelmemiş, âilelerinin isteği ile gelmiş. Onlar, bu nimetin hiç farkında değiller. Müslüman bir âile içinde doğmuşlar ve âileleri, İslâm’ı öğrensinler diye severek onları buraya göndermiş. Îman ve hidâyet çok büyük bir nîmet… Ne olur farkına varsınlar!

Çin’de böyle bir kurs yok! İslâm’ı öğrenmek için, insanlar çok fedakârlıklar yapıyorlar. Biz de hidayete kavuştuğumuz için şanslıyız. Ama taklidî îmandan tahkîkî îmana geçmemiz için çok çalışmamız lâzım. Ben buraya gelmeden önce, İslâm’ı az biliyordum. İslâm’ı iyi yaşamak için, iyi öğrenmek lâzım. “…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (ez-Zümer, 9) diyor âyet... Gerçekten İslâm’ı bilen insan ile bilmeyenler arasında çok fark var.

Son olarak kardeşlerim bize de duâ etsinler. Bizim anne ve babamız da müslüman olsun. Onlar da müslüman anne-babaları olduğu için çok şükretsinler. Okuyan müslüman kardeşlerime selam olsun! Hepinize teşekkür ederim.

 

Röp. Halime DEMİREŞİK

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle