Sen şuurlanınca, kendine saygını kazanınca çevren de şuurlandı. “-Kadın terbiye olursa toplum ikâme olur, kadınlar eğitilmezse toplum çürür!” dediler. Ve titrediler, kadının üzerine...
O, Gençliğe Hitâbe’sindeki satırları okuyordu, rûhunu titrete titrete: “«-Kim var!» diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert «Ben varım!» cevabını verici, her ferdi «Benim olmadığım yerde kimse yoktur!» duygusuna sahip bir dâvâ ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...”
Bağışlama makamı Allah’tır. Pervasız sözleriniz için siz O’ndan özür dileyin. Allah bütün mahlûkâtına lütfuyla ve adâletle hükmetmiş… Kimini kimine imtihan vesîlesi olarak, nîmetlerini ve sıkıntıları farklı şekilde dağıtmıştır. İnsanın gönlünden geçiyor tabi; benim de oğlum yaramazlık yapsa koşarak, konuşabilse de başımızı ağrıtsa diye bazen... Ama bizim O’na olan teslî...
Oyun, bir çocuk için yemek yemek, uyumak, tuvalet ihtiyacını gidermek gibi tabiî ve aslî bir ihtiyaçtır. Çocuk için, eğlenceden çok daha fazlasıdır. Oyunu oyun yapan şeyler; hayâlî olması, zorunlu olmaması, neticesinin bağlayıcı olmamasıdır.
Ruh ölmez, eskimez, değişmez. Ramazan da her sene aynı dinamik, şevk dolu rûhuyla mü’minlerin hânelerine baharları müjdelemek için heyecanla geliyor. Gözlerimizin önündeki maddecilik tozlarından onun rûhunu göremeyen bizleriz! Bu Ramazan şöyle bir silkelenip biz de onu, onun kadar dinamik bir ruhla kucaklayalım dostlar, var mısınız?
“-Sende sûfî meşrebi var.” dedi, tâ yüreğimin içine bakarak. “-Kalbim çalışkan, nefsim tembel benim!” diyemedim, sustum... Öyle öğrenmiştik kitaplardan, aşk “hâmûş” olmayı gerektirirdi.
“Kadın” kelimesinin kökeni, Göktürk kitâbelerinde geçen ve “Kağanın eşi” mânâsında bir ünvan olan “Katun” kelimesine dayanır. Bu kelimeden “hatun” ve “kadın” olmak üzere iki kelime türemiştir. İslâm’da ve tarih boyu Türklerde kadın, her dâim özel bir yere konulmuştur. Hattâ Türk destanlarında kadın, ulvî bir varlıkmış gibi hissettirilerek, kimi zaman karanlığı yaran mav...
Sevgili hemcinsim! Gönlümden gönlüne ulaşan bu satırlarda, mîraslarından nasipdâr olduğumuz nice hanımların kokularını; mesafe ve zaman engeline takılmaksızın senin üzerinde de duyuyorum. Her birinizin sînesi, asırlara şifâ dağıtacak donanıma sahip... Yeter ki sımsıkı kapattığınız -belki kapatmaya zorlandığınız- avuçlarınızı açıp, içindeki cevherleri görmeye tâlip ol...
Parmağının ucundan, dokunduğu yere hayat suyu fışkırtan, onun olduğu çöllerde dahî varlığı su bereketi olan kadın… O gece de, 10 şehid hanım, varlığını vatanına hediye ederek, nice nesillerin uzun seneler sînesinde yağmurlara gebe bulut kümeleleri oluşmasına vesîle olmuştur. Yüzlercesi de “gâzî” olarak, asr-ı saâdetten, Kurtuluş Savaşı’ndan bize emanet olan kadının at ü...
Bu sözlerinden sonra ne diyeceğimi şaşırmış, taaccüp dolu gözlerimi daldığı noktadan ayıramamıştım. O da ne kızgınlık ne de üzüntü diye tasvir edebileceğim kaşları çatık, ama ne ifâde ettiği belli olmayan bir sîmâ ile yere bakıyordu. Demek ki hiçbir asabiyet duygusu, vicdanını perdelemek için bahane olamazmış, evlâdın bile olsa... Ayten Teyze, dünyasından önce âhiretini...
Ben mi kimim? Ben kendime âşık olanım. Kendi menfaatlerimi her şeyden önce ve üstün tutanım. Sen beni eğitim ve terbiye edeceğini zannediyorsan eğer, hiç boşuna nefesini tüketme! Ben seni esir alır, bütün isteklerimi sana yaptırırım. Sen benim arzularımı gerçekleştirdikçe, ben daha da sana hâkim olurum. Sen de hâlâ kendini benim hocam, benim sahibim zannedersin.