Dünyadan Boşalmayan Kaba, Ukbâ Dolmaz İmi̇ş

Bir gün Mevlânâ dostlarından bir azizin canı sıkılmıştır. Durum Mevlânâ Hazretleri’ne arz olunur. Mevlânâ Hazretleri ona:

“-Dünyanın bütün can sıkıntısı, bu dünyaya gönül verme neticesidir. Bu dünyadan kendini âzâd ettiğin an; kendini bu dünyada garip bir kişi olarak bildiğin an; baktığın, gördüğün güzel renklerin, güzelliklerin, tattığın zevklerin kalmayacağını bildiğin an; her şeyin gelip geçici olduğunu, senin başka bir yere gideceğini bildiğin an, can sıkıntısından kurtulursun! Ne mutlu o insana ki, hikmet ehli ile oturur, mağrur kişilerle değil. Kendilerini hakîr ve zelîl gören kişilerle düşer kalkar.” der ve yine buyurur ki:

“-Kendini dünyadan âzâd eden er, olgun kişidir! Başkasının kendisini incitmesinden incinmeyen kişidir. Yiğit er ise, incitmeyi hak edeni, kırılmaya lâyık olanı incitmeyen, kırmayan kimsedir.” (Menâkıbu’l-Ârifîn, I, 432)

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:

“Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını isteyerek yalvaranlarla beraber candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini, Bizi anmaktan gâfil kıldığımız, nefsinin kötü arzusuna uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye uyma!.” (el-Kehf, 28) buyurur.

Dünya; aslî vatanımızdan uzaklaşıp da, aslı topraktan olan beden hapishânesine girdiğimiz yer… Burası, ne ana-babamızı, ne de eşimizi gerçekte kendimizin seçtiği, takdir edilen bir kader doğrultusunda belli bir vakte kadar bulunmakla yükümlü olduğumuz, ama âhirette gideceğimiz yeri bu dünyada belirleyip kendimizin seçtiği “ekim yeri”dir.

Dünya, içinde tek başına yaşayamadığımız, âciz olduğumuz, muhtaçlıklarımızın zirvede olduğu, belki dört gün ağladığımız, bir gün güldüğümüz, arzu ettiklerimiz ile elde edemediklerimiz arasında bir dolu hayal kırıklıklarımızın olduğu; ne sıhhat, ne selâmet, ne varlık, ne güzelliğin bir kararda durmadığı, doğarken yaşlanmaya başladığımız, bedeller ödediğimiz bir yer…

Dünya, isteklerimizin çokluğu ile ihtimallerinin zorluğu; olduysa da isteğin yok oluverip de pişmanlıkların bol olduğu garip bir yer... Kavuşmak istediğimize kavuşup da:

“-Değmezmiş!” dediğimiz, arzu ettiğimiz olduğu zaman ise:

“-Bu muymuş, uğruna ölüp gittiğim…” dediğimiz, duygulardan da, arzulardan da emin olamadığımız, hayır ile şerri ayıramadığımız yer dünya…

Çok isteyip, sahip olmak için ağladığımız şeylerin aslında şer olduğunu, sevdiklerimizin en büyük imtihanımız olup, elimizde hüsran olarak kaldığı, şer zannedilenin ise hayır olabildiği maskeler madeni… Albenili olan her ne ise, bize verdiği acının büyük olduğu, kararsızlıkların, hayal diye büyütüp de beş para etmediğini anladığımız şeylerin mahzeni... Dünya, duygularımızın bile bizi aldattığı, keder zannettiğimiz şeylerin daha büyük kederleri görünce şeker helvası kıvamında olduğunu anladığımız yer… Dünya, mutlaka ama mutlaka, “sağlık” ile, “varlık” ile, “yokluk” ile, “korkular” ile, “canlardan, nefislerden, ürünlerden kaybetmek” ile imtihan olduğumuz yer…

Dünya evlât isteyip “varlığı” ile imtihan olduğumuz, mal isteyip “varlığı” ile imtihan olduğumuz, sağlık isteyip “varlığı” ile imtihan olduğumuz, her ânın belgelerle kaydedilip, hesaplarının tek tek sorulacağı bir dikim yeri... Kötü olan da şu ki, Allâh’a yaklaştıkça yaklaşabilmek için, kul olup haddimizi bilmek için geldiğimiz dünyada; aslî vazifemizi unutup, rûhu ve mânâyı yükseltemeyip, dünya işlerinde bizlere kolaylık sağlasınlar diye verilen malı, eşi, işi, evlatları gâye ediniverip imtihanı kaybettiğimiz yer… Dünyanın arzuları, âhiretin imtihanında başımızı belâya sokan işler… En berbatı da bu kadar çok peşinden koştuklarımız, âhirete yürüdüğümüz o anda bizi terk ediverir de orada bize azılı düşman kesilirler. Gerçek mânâda bizim olmayan, bizim olduğunu zannettiğimiz; bir de kendileri ile âhirette imtihan olduğumuz, hesap verdiğimiz ukûbet bir yer dünya…

Dünya zıtlıklar yeri;

“Zulmün kucağında Mûsâ’lar doğar

Açılır Bahr-i Ahmer (Kızıldeniz) küffârı boğar

Sükût edince esbap, bıldırcın yağar;

Yoksa nusreti, Ebâbil’den mi sandın?”

denilen zulmün içine güneşin doğduğu; iki artı ikinin zâhirde dört, bâtında ise sonsuz edebildiği yer, dünya…

Dünya, âhirete kıyasla “gündüzün bir saatten de az bir vaktinde bir ağaç gölgesinde gölgelenmek” kadar kısa… Lâkin bu kısa anlar topluluğu, ebedî hayatımızın nasıl olacağının belirleyicisi… Âhiret için azık elde etmeye geldiğimiz bu dünya, ne mal biriktirmek, ne varlıklarla öğünmek için bulunduğumuz bir yer…

* * *

Süfyân-ı Sevrî, Halife Hârun Reşid’in eski dostudur. Halife olunca herkes gelip biat eder de Süfyan-ı Sevrî, bir türlü sultânın yanına gidip biat etmez. Bu durum, Hârun Reşid’i çok yaralar. Sitem ve merakla, içindeki hüzünlü düşünceleri Süfyân-ı Sevrî’ye bir mektup yazarak bildirir:

“-Dostluğumuz hatırına bu benim hakkımdı. Gözlerim hep seni aradı durdu, lâkin gelmedin.” der.

Süfyân, mektuba dokunmaz bile... Talebelerinden birine okutur ve cevabını ise, talebesi hükümdara saygısızlık olacak dese de dinlemeyip gelen mektubun arkasına yazdırır. Nasihat ve uyarılarla dolu bir mektuptur:

“-Halife oldun, sağa sola harcayıp kullandığın para senin değil, milletindir. Duydum ki, kendi malınmış gibi çarçur edermişsin. Bir de utanmadan beni yanına çağırıp zulmüne şahit mi etmek istersin?! Unutma; verilecek en zor hesap, milletin malını nasıl kullandığındır!..” diyerek devam eder.

Esasında halife; ibadetlerinde hassas, kalbi rakîk bir insandır. Lâkin milletin malını tasarruf etme hususunda bazı yanlışlar yapmaktadır.

Mektubu alan halife, gözyaşlarına boğulur. Her namazdan sonra mektubu yüksek sesle okutur ve:

“-Ey Süfyân, şu an yanımda olacaktın ki, ayağım kaymayacaktı. Beni istikamet üzere sımsıkı tutacaktın. Oldu mu bu yaptığın?!” diye ağlar.

Îkazlar ve nasihatlerle dolu olan bu mektup, eski dost dahî olsa bir halifeye yazılmıştır. Halifenin karşısında Süfyân-ı Sevrî’yi bu derece cesur konuşturan, kendisini dünya kaygılarından âzâd etmesi, dünyaya zerrece değer vermemesidir. Bu sebeptendir ki, Hârun Reşid’in sarayına bir kez bile gitmez.

İmam Nevevî Hazretleri de Mısır ve Suriye’de Memlûk Devleti’ni kuran, Haçlılarla savaşan, görünüşte dindar bir kişi olan Baybars’a halka zulmettiği, çok vergi aldığı için mektuplar yazmıştır. Özellikle Moğol saldırıları esnasında Suriye halkının mülklerini hazineye katmak için âlimlerden fetva isteyen Baybars’a bazı âlimler korktukları için, bazıları dünyalık elde etmek için istediği fetvayı vermişken İmam Nevevî:

“-İyi biliyorum ki, sen bir zamanlar Emîr Bunduktar’ın kölesiydin. Hiçbir şeyin yokken Allah lutfedip seni melik yaptı. Duyduğuma göre sarayında, atının eyerlerinin kayışları altındanmış. Bin kölen, çeşit çeşit ziynet eşyalarına sahip iki yüz câriyen varmış. Bütün bunları onlardan alıp savaş hazırlığı için kullandığın hâlde devlet hazinesi yetersiz kalırsa, halkın malına el koyman için o zaman sana fetvâ veririm.” diyerek cevap vermiştir.

Onun da bu derece cesur olmasının sebebi, dünyaya hiç iltifat etmemesidir. “Riyâzü’s- Sâlihîn” başta olmak üzere, 44 yıllık hayatına birçok eser sığdıran büyük âlim, devrin âlimlerine hiç benzemez. Kaba dokunmuş pamuk elbise, başında küçük sarığı ile Nevalı bir köylü gibi görünür, âhirete duyduğu hasret yüzünden dünya zevklerine îtibar etmez. Baybars, öfke ile:

“-Bu küstaha verdiğimiz maaşı keselim!” dediği zaman, devletten hiç maaş almadığını öğrenir. “O zaman sürgüne gönderelim de görsün dünya kaç bucak!..” dediği zaman ise İmam Nevevî, asil bir şekilde Dımaşk’ı terk edip, Nevâ’ya yerleşir.

* * *

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Bu dünya tuzaktır, yemi de arzudur. Tuzaklardan kaç, çabuk yüz çevir. Böyle gidecek olursan, yüzlerce genişlik bulursun. Tersine gidecek olursan, fesâda uğrarsın. Arzuyu bırak da Allah merhamete gelsin, O’na karşı böyle yapmak gerektiğini sınadın ya işte.” (Mesnevî, 375-380. beyitler)

Ayaz, Gazneli Mahmud’un sarayına bir esir olarak getirilmiş olmasına rağmen kısa sürede; samimiyet ve zekâsı ile sultânın akıl danışmanı olmuştur. Alçakgönüllü, eli açık, yalan nedir bilmeyen birisi olan Ayaz, iyiden iyiye diğer vezirlerin ve saray erkânının gözüne batmaya başlar. Vezirler, Ayaz’ı, Gazneli Mahmud’un gözünden düşürmek için dedikodular yayarlar. Ayaz’ın her gün kendisinden başka kimsenin girmesine izin vermediği bir odaya çekilip bir-iki saat kaldığını, orada ya hükümdardan çaldığı paraları sakladığını ya da kötü işler yaptığını söylerler. Hükümdar, inanmak istemese de kalbine kurt düşmüştür bir kere... Kendini tutamaz ve Ayaz’ın odasının önünde alır soluğu... Kapısı açılan oda, boş ve temizdir. Sadece askıya asılı bir sarık, hırpânî bir aba, duvara dayalı eğri büğrü bir asâ ve yırtık çarıklar vardır.

Hazret-i Mevlânâ, bu durumu Mesnevî’sinde pek güzel ifade eder:

“Belki de varlık, yokluk rüzgârının esmesine engel olduğu için çarığını seyretmekten hoşlanıyordu. Böylece yokluk üstüne kurulu mezarı açmak, o zevk ve hayat rüzgârını bulmak istiyordu. Kendi varlığından uzaklaştığı için, işinin sonu da övgüye değer oldu. Ayaz, kibir kokusundan sakındığı için kararlılığı çok güçlü bir hâle gelmişti. Temizlenip olgunlaşmıştı o, gururun ve kibrin boynunu vurmuştu.” (Mesnevî, 235- 240. beyitler)

Dünyadan uzaklaşan kişi, kendi varlığından uzaklaşır. Kendi varlığından uzaklaşan kişi ise, kibir, riyâ ve kinden uzaklaşır.

* * *

Konya büyükleri Hazret-i Mevlânâ’yı ziyarete gelirler. Hazret o esnada, “Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir?..” (ez-Zümer, 22) âyetinin tefsirini yapmaktadır. Şöyle buyurur:

“-Bu âyet, gökten indiği vakit Peygamber Efendimiz’den o açılmış göğsün ve gönlün, hiçbir alâmeti var mıdır?” diye sordular.

Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

«-Hakk’ın nûru bir gönle geldiği vakit, o gönül açılıp genişler. Allah bir kimsenin gönlünü süslemek, genişletmek ve görüş sahibi yapmak istediği vakit, o gönlü kendi nûru ile açar. Bunun alameti de böyle bir kalp sahibinin dünyadan uzaklaşması, âhirete meyletmesi ve dünya onu boşamadan önce, onun dünyayı boşamasıdır.»

Bu sözlerden sonra Hazret-i Mevlânâ, “Kur’ân’ın mânâsının, yalnız Kur’ân’dan ve bütün arzularını yok eden, kötü huylarını ayak altına alan kimseden sorulmasını” ister.

* * *

Dünyanın bir hırsız olduğunu anlatır, Hazret-i Mevlânâ:

“Çocuklar oynarken mutlu olsalar da akşamleyin onları çeke çeke evlerine götürürler. Küçük çocuk, oyun sırasında soyulur; hırsız da elbisesini, ayakkabısını alır götürür. Çocuk oyuna öyle hararetle dalar ki, külâhı, gömleği hatırından çıkar. Gece olur, ama oyunu ona yardımcı olmaz; eve gidecek yüzü de yoktur.

«Gerçekten de dünya bir oyundur.» âyetini duymadın mı ki, elbiseni yele verip korkuya kapıldın. Gece olmadan önce elbiseni ara; gündüzü de lâfla sözle boşa geçirme.

Halkı elbise hırsızı olarak gördüm de ovada yalnızlığı seçtim. Ömrün yarısı sevgilinin arzusuyla, yarısı da düşmanların derdiyle geçti. O cübbeyi götürdü, bu külâhı kaptı; derken biz de küçük çocuklar gibi oyuna daldık.

İşte ecel gecesi yaklaştı; bu oyunu bırak; bu sana yeter, ona dönme artık. Haydi, tevbe atına bin de hırsıza yetiş! Hırsızdan elbiselerini geri al. Ama bineğini de elbiseni gizlice çalan hırsızdan koru. Bineğini her an koru gözet de bineğini de çalmasın.” (Mesnevî, 450-465. beyitler)

Hazret-i Mevlânâ, Şems’teki Allah aşkını görünce vurgun yemişe döner. Onun aynasında Cenâb-ı Hakk’ı seyretmek bile onu sarhoş ederken aynı aşka kendisi de ulaşmak ister.

“-O zaman, bana teslim olup, ben ne dersem onu yapacaksın.” şartını koşan Şems’e teslim olur.

“-Dünya denilen şey, iç içe geçmiş aşk derecesinde nefsin bağlandıklarıdır. «Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı düşkünlük, insanlara çekici kılındı. Hâlbuki bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.» (Âl-i İmrân, 14) Dünya yükü denilen nefsin kenetlendiği her ne var ise, hepsini birer birer ve şuurlu bir teslimiyetle terk edeceksin.” der Şems...

Dünya tam mânâsıyla terk edilmeden Allah aşkı başlamaz gönülde... Olan da yalancı bahar gibidir.

Dünyayı terkin birinci basamağı, “makam hırsını ve servet muhabbetini terk”tir. Mal, mevkî, kariyer, büyük adam olma, zengin olma arzuları yok edilecektir. Şems, Hazret-i Mevlânâ’yı medreseye göndermez. Hocalık yaptırmaz. Devlet erkânı ile görüştürmez. Onlar gelirse kabul ettirmez.

İkinci basamak, “evlâttan ve irşattan terk”tir. Evlâttan geçme, gönül yakısıdır; irşattan geçme ise akıl yakısı… Evlat, Allâh’ındır. İlim, eğitim, kariyer ise; aklını pek beğenip kişiyi kibre sürükler. Hazret-i Mevlânâ, uzun bir süre âilesini ihmal eder, çocuklarına düşkünlüğü değişir. Şems, Mevlânâ’nın bütün kitaplarını havuza atar.

 Üçüncü basamak “hayaller ve hâtıralardan terk”tir. Kurduğu bütün hayallerden vazgeçecek, acı-tatlı her ne hâtıra var ise, babası Bahaeddin Veled ile hocası Burhaneddin Tirmizî ile geçirdiği hâtıralar da dâhil, hepsini terk edecektir. Bunlarla hedeflenen, kişinin şuurundaki çokluk resminin silinip sadece Cenâb-ı Hakk’ın kalmasıdır. Kişi, şuurlu ve tam bir teslimiyet içinde gönlündeki arzu sebepleri olan bu durumları terk ettikçe Allâh’a yakınlaşmaya başlar. Mevlânâ’nın gözünde evlâdın, çamura atılan bir altından; ilmin ise sahte bir şöhret ve devletten farkı kalmamıştır. Hayalleri ise o kadar çoktur ki, inanamaz...

Nihayet dünyayı terkin son basamağı, “duyguları terk”tir. Artık bu bir zirvedir ve mâneviyat değiştirmedir. Ölüm ve hayat birdir ve bedene hiçbir bağlılık kalmaz. Acılara yanmaz, sevinilen şeylere de sevinmez. Duyguları öldürmek, kişiyi varlık kâbusundan kurtarır. Aradan herkes çıkmış ve Cenâb-ı Hak ile baş başa kalmıştır, aşk bütün varlığı ile başlar. Dünyadan boşalmayan kaba, ukbâ dolmaz imiş...

Dünyaya dâir bütün düşkün olduğumuz şeyler bizlere acı verir. Çünkü nihayetinde ayrılık vardır. Ne gariptir ki, dünya hayatına bağlı kalmak, kişiyi bir başka çıkmaza daha sürükler. O ise geçmişi düşünüp kederlenmek, geleceği düşünüp endişelenmek... Keder ve endişe de dünya sevgisinin alâmetlerindendir. En kötüsü de dünyaya düşkünlük, kişiyi aslî vazifelerinden uzaklaştırdığı için kişinin âhiretini berbât eder. Cenâb-ı Hak:

“Huzurumuza çıkacaklarını ümit etmeyen, dünya hayatına râzı olup onunla mutmain olanlar, âyetlerimizden gâfil olanlar yok mu; işte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden varacakları yer, ateştir!” (Yûnus, 7-8) buyurmuştur.

Fudayl bin Iyaz -rahmetullâhi aleyh-:

“-Dünya altın da olsa fânî, âhiret toprak da olsa bâkîdir. Bâkî olan çömlek, fânî olan altına tercih edilir. Lâkin biz aksini yapıyoruz!” buyurur.

Dolayısıyla, insanın elemlerden, hüzünlerden kurtulacağı, sâfî lezzet ve nîmetlere kavuşacağı tek âlem, sonsuz olan, âhiret hayatıdır.

Dipnot: Dünyayı terk hususunda, Nurettin Topçu’nun “Tasavvufun Merhaleleri ve Hz. Mevlânâ” isimli makalesinden faydalanılmıştır.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle