Yağmur Uykusu

“Yağmur duasına çıksaydık dostlar
Bulutlar yarılır gökler açardı
Şimdi ne ihtimal ne de imkan var
Göğe hükmetmekten kolay ne vardı
Yağmur duasına çıksaydık dostlar”1

“Muhabbet olmasa, ilmin kârı, kahırdan başka nedir ki?”

Kimin sözüydü bu; hangi nur yüzlü, hangi gök gözlü erenin sözüydü? Çocukluğumun boş yollarını, ıssız sokaklarını, yüksek dağ başlarını dolduran hangi erenin sözü?

İlmin kârı… Kârı, kahır olmasın diye ilme muhabbet...

Sedd-i reh olur ateş-i aşk ehl-i vücûda

Cibrîl-i hired sidre-i kurbette zebundur2

“Aşk ateşi, varlık ehline yol engeli olur. Nitekim akıl Cibril’i, yakınlık Sidre’sinde zayıf, güçsüz ve âcizdir.”

Özetle: Sadece akıl, Allâh’a ulaşmak için yeterli değildir.

Aşkın bahsi güzel, tatlı… Muhabbetten söz açmak keyif veriyor. Ne kadar konuşsak bu hususta az geliyor, merak uyandırıyor aşk mevzuu insanlar arasında. Aşk kitapları yok satıyor. Aşksız bir gün geçmiyor kâinatta. Şâire:

Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan

Sözümüz her dâim kıssa-i cânân olsa3

dedirtecek kadar…

“Yanarım…” demişti sidre-i müntehâda Cebrâil aleyhisselâm, “…bir adım daha atarsam yanarım.” Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, oradan öteye geçtiğinde zaman ve mekândan münezzeh, sesten ve şekilden âzâde, Rabbi ile görüşmüştü. İşte yakınlık… İşte kurbet makamı. Oraya yalnız muhabbetle erilirmiş.

Çün geçti felekleri

Hak dedi ki gel beri

Kaldırdım perdeleri

Böyle cemâlime bak4

Allâh’a giden pek çok yoldan, en kısa ve kolay olanı imiş muhabbet… İbâdet, hizmet, riyâzat, zikir, tefekkür, ilim; tüm bu metotları içine alan, hem en kapsamlı, hem de en sühûletli yol imiş. Allâh’ı sevince, tabiî olarak şevkle ibadet edermiş mü’min. O’nun aşkına hizmet edecek yer ararmış, “Yeryüzündekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsinler.” düsturunca şefkatle bakarmış etrafına... Yemek-içmek istemezmiş canı, bunca aç-açık varken; yemez yedirir, giymez giydirirmiş Yaratan’ın kullarını... Daima Rabbini düşünür, O’nunla yaşarmış her ânını… O’nu daha iyi tanımak, mârifete ermek için çabalarmış, Rabbi de ona «ilm-i ledün» lutfedermiş…

Gamzen oklarıyla ölmek hâb-ı bârândır bana5

«Gamze» çok ilginç bir kelime… Biz, bazı insanların yanaklarında, özellikle güldükleri zaman beliren çizgilere «gamze» diyoruz. Ama eski edebiyatta gamze, sevgilinin keskin bakışlarına deniyor. Sevgili, öyle bakınca kaş altından, âşığın bağrını dilhûn ediyor, “can telef ediyor”, ok gibi batıyor yüreğine o bakışlar; ama âşık bu hâlden memnun, sevgili baktı ya, gözleri yüzüne değdi ya, bakışları yüzüne serpildi ya, varsın ok gibi, kılıç gibi, hançer gibi olsun, varsın, âşık can versin o bakışlar altında... Bu hâli, yağmur yağarken varılan tatlı uykulara benzetmiş şair: “Senin o, ok gibi sivri ve keskin bakışların ile ölmek, yağmur uykusuna varmak gibidir benim için” demiş. Öyle tatlıymış… Muhabbetin zorlukları bile muhibbâna yağ ile bal olurmuş.

Herkes bu noktaya geliyor bir gün, aşk ile akıl arasında bırakılıyor ve çok az insan, aşkı seçiyor. Aşkın gerçek hayatta karşılığı yok. Realitede ağlayarak namaz kılmanın devamı yok, aç kalınca, darda kalınca gelmeyen yardımı bekleyen biri için tevekkülün mânâsı yok!.. Kanırta kanırta içimizde dönen bir bıçak gibi imtihanlar, kabzasında kimin elinin olduğunu öğrenende dehşet!.. Aşk nerde peki? Sevgilinin dudağının kıvrımında, gülen gözlerinde, ellerinin güvercin sokuluşunda, saçlarının kokusunda, bir çift tatlı sözünde… Öyle mi?

Ben aşkı bir üveyikten satın aldım6

diyen şâir karşılığında ne vermişti?

“Açken, yorgunken, uykusuzken…” demişti bir yakın, bir insanın ahlâkı bu üç hâlde ortaya çıkar; sadece sosyal hayatını bildiğim birinin huyuna dair şahitlik edemem. Açken… Yorgunken… Uykusuzken… Açım, beni doyur; yorgunum, dinleneyim; uykusuzum, uyuyayım; aralarda ise seni seviyorum elbet... “Ey örtülere bürünüp yatan, kalk ve korkut!” hitabı gelene dek!... Ey Settar olan Allah’ım, beni ört...  Acziyet içinde kıvranırken muhabbetle dirilmek, takat bulmak, ayağa kalkmak... Ah korku, muhabbetin en güçlü hâli! “Aşk korkudur diyorlar, nasıl olur?” diyene, “Evet,” demişti Hak dostu, “Kaybetme korkusu...” Mecâzın sınırı buraya kadar... “Canım hâriç, her şeyden çok seviyorum.” diyen Hazret-i Ömer’e, “Olmadı yâ Ömer, beni canından da fazla sevmedikçe…” demişti Allâh’ın Habîbi -sallallâhu aleyhi ve sellem-… Mecâzın sınırı burası… Canından da çok sevmek… Açken de, uykusuzken de, yorgunken de sevmek… Gözünü onunla kapatmak, gözünü açmadan onu hissetmek, ondan uykuya, uykudan ona geçmek âdet; yemeyi unutmak, onun varlığı ile doymak… Adrenalin aşktan güçlü mü yani, ne denli koşsa yorulmazmış âşık; konsantrasyondan zayıf mı yani muhabbet, bebekler el ve ayaklarını o kadar uzun süre sallayabiliyorlar ki… Mecazdan kurtulmadan bu eşiği aşana ateş mâni olacak, Allah «el-Mâni’» ismi ile tecellî edecek de… Korku ibâdetinin vakti girmeden örtülerinden sıyrılanlar «Settar» ismi ile perdelenecek... Sidrenin, bir ağacın altına kadar geliyor herkes, oradan öteye yalnız muhibbâna izin var. Yanmaya alışmış olana, ateşin güllerine dokunmayan bir ateş ötesi. Bâtılı, sahteyi, eksiği, kusurluyu, varlığı, liyâkatsizliği tanıyan ve yakan bir ateş...

Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân

Beni bir gözleri âhûya zebun etti felek7

sözünü koca sultan cılız bir câriyeye mi söyledi yani?

Seni düşündüm dün akşam yine

Sonsuz bir umut doldu içime

Bir de kendimi düşündüm sonra

Bir garip duygu çöktü omzuma8

dendiğinde söz, uzay boşluğunu aşıp kime ulaşıyordu?

Sever isen güzeli sev

Çekme çirkin kahrını9

Be hey gâfil! Öyle mi?

Varsa sevmek istîdadın, onu niçin zâyî ediyorsun? Sevdikçe sevilecek, sevildikçe sevilecek bir Cemîl-i lem-yezel, bir Lâtîf-i lâ-yezâl’e akıtsana içinin ırmaklarını… Karışsana ummâna, çöllerde kuruyup kalmasana...

Âfitâb-ı hüsn-i hûbân âkıbet eyler ufûl

Ben muhibb-i lâ-yezal’im lâ uhibbu’l-âfilîn10

desene ceddin İbrahim –aleyhisselâm-’a uyup... Öyle mi? Kolay mı bu kadar? Yap deyince hemen yapıvermek mümkün olsaydı keşke...

Yar yüreğim yar, yarabilirsen

Gör ki neler var, görebilirsen11

Şiddetli bir imtihan skalası var, muhabbet meydanında... Nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, hepsi de hasta kalpler… Nefs-i mutmainneye ermek, kalbin iyileşmesi demek… Mülhime ile mutmainne arasındaki mesafe başparmakla işaret parmağı arasındaki mesafe kadar... Sonrası sonsuzluk... Selâmet. Ya öncesi? İsrailoğullarının Tîh sahrasında dönüp durdukları gibi dolanıp durur nefs-i mülhime sahibi. Perişanlık nefsi... Azcık bir hayra ulaşsa şaşkına döner, azcık bir hata yapsa perişan olur. En mahrum, sahip olduktan sonra mahrum olandır. Mülhime, perdenin kıpırtısını görür, ışığın göz kapaklarına vurduğunu hisseder, bir tepeden ufka bakar “gözleri nemli”... Heves yetmeyecektir “ulaşmak için menzile”…

Yüzüne çevrilen namludan Allâh’ın baktığını, içine kızgın lavlar gibi aşkının aktığını, kor ateşler gibi avucunda tuttuğu şeyin kendi yüreği olduğunu; ana-babasında, eşinde-dostunda, evlâdının sevgisinde ulûhiyetin cevelân ettiğini, en acı haberler karşısında tevekkülle yutkunduğunu, «İşte ulaştım!..» dedikçe eline geçenin bir maket olduğunu, böyle böyle kaynaya kaynaya aklın taştığını, döküldüğünü; yine de ufukta hiçbir geminin görünmediğini, ama en çetin anlarda nurdan bir müge çiçeğinin içine düştüğünü, sevinçten Cafer’in döndüğü gibi döndüğünü, Allâh’ın kullarının ona olan sevgisinin her sevgiden şiddetli olduğunu, Rahman’ın kendisiyle övüneceği bir muhabbeti işte o zaman hissettiğini… söyleyenler var.

“Denenmek, çok aşağılayıcı...” diyen sevgili dost, insanın kendisinin kıratından emin olmaması çok yıpratıcı evet; deneniyoruz ve ortaya çıkıyor ne olduğumuz... Öyle sınamalardan geçiyoruz ki, sözünü ettiğimiz her şey lime lime elimizden akıp gidiyor. Sevmek iddiası güdülüyorsa hele… Acaba nasıl bir şey diye açılmışsa kutusu. İçinden bebek çıkacağını düşündüğümüz kutudan koltuk değneği çıkmışsa... Pollyanna olabilir mi herkes?

“Bir edebiyat hocası olarak söylüyorum, ben aşka inanmam, aşk yoktur, edebiyatı vardır...” dediğim gün, kaybetmişim ben, o gün ayağım kaymış aslında, bilmemişim. O gün etrafımdaki fanus kalkmış yahut bir fanusa girmişim ki, nefesim yavaş yavaş tükenmiş, bu boğulma ondanmış. Bir kara örtüye bürünmüş ki yüreğim, ne renk vursa sömürmüş, renksiz kalmış yine de... Muhabbet olmasa ilmin kârı, kahırdan başka nedir sahi?

Sevmek de, sevilmek de; sevmemek de, sevilmemek de; sevmek, ama sevilmemek de, sevmemek, ama sevilmek de imtihan... Denendik, deneneceğiz muhabbetle… En acısı, muhabbetin inancından mahrûmiyetle imtihan olmakmış!.. Sevmeye inanmak, büyük bir nimetmiş. Muhabbet olmasa ilmin kârı, kahırdan başka nedir ki?

Ben seni unutmak için sevmedim,

Gülmen, ayrılık demekmiş bilmedim,

Bekledim sabah-akşam yollarını,

Ölmek istedim, bir türlü ölmedim…

 

Aşk bu mu, sevda bu mu, hayat bu mu?

Kalp acı dünya hüzün gözyaşı dolu…

 

Şimdi sen kim bilir nerelerdesin?

Gelir gecelerden koşarak sesin.

Bana en acı haber kiminlesin?

Adını içimden hâlâ silmedim…12

Başını önüne eğdi. Biraz düşündü, “Tamam yâ Rasûlallâh, Sen’i canımdan da çok seviyorum…” “İşte şimdi oldu.” dedi eteklerinde nilüferlerin süzüldüğü Sevgili Yâr... Fark etmek sıfatıyla muttasıf «el-Fâruk» Ömer: “Canım hâriç” derken de seviyordu, canımdan çok derken de… Onun için başını eğişiyle kaldırışı arasındaki süre, o kadar kısa oldu. Allah ondan râzı olsun, ne güzel muhib!

Allâh’ım!..

Efendimiz Muhammed’e salât ve selâm eyle ki, Sen, O’nun kalbini celâlinle, gözünü cemâlinle doldurdun. Böylece o ferâh, mesrûr, güçlü ve mansur oldu… Ve O’nun tertemiz soyuna ve kerem sahibi arkadaşlarına da... Bunun için de Allâh’a hamd olsun. 13

Hâşiye: Murâdım rind ü zâhid tartışmasına bulanmış kalbimin tevbesini yazmaktı, bu çıktı; affola...

 

1 “Yağmur Duası”, Sezai Karakoç.

2 Şeyh Galib kuddise sirruh.

3 Taşlıcalı Yahya.

4 Yunus Emre.

5 Ahmet Paşa.

6 İbrahim Sadri.

7 Yavuz Sultan Selim.

8 Çiğdem Talu.

9 Türkü

  1. 10. Lâ edri.

11 Bedri Rahmi Eyüpoğlu

12 İlham Behlül Pektaş.

13 Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed ellezî mele’te kalbehu min-celâlike ve aynehu min-cemâlike, feesbeha ferîhan mesrûran müeyyeden mansûran. Velhamdü lillâhi alâ zâlik. 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle