Vecihe Aksoylar-2

Vecihe Hanım Teyze’nin en tesir eden özelliklerinden biri, daima kendi işini kendi yapmasıydı. Asla hiçbir şey istediğini hatırlamıyorum. Pardesüsünü tutturmak, çantasını taşıtmak, yolda kendi isteği ile birinin kolundan destek almak… vs. bunların hiçbirini kabul etmezdi. Ancak ricâ eder, ısrar ederseniz o başka; bu sefer nezaketinden kabul etmek zorunda kalırdı.

Evde misafirlerine ikramı, bizzat kendisi yapar, yardımdan hiç hoşlanmazdı. Ütülü bez peçeteleri kâğıt peçeteyle üst üste konulmuş bir vaziyette verir, ikramları da mutlaka bir içecekle beraber sunardı. Bazen yardımda çok ısrarcı olduğunuzda:

“–Aman evlâdım, bu teklifiniz Vecihe’ye zarar verir, sonra tembelliğe alışan vücut yerinden kalkmak istemez, duâ buyurun da kendi işimizi kendimizin yapmasından Allah mahrum etmesin!..” derdi.

En önemli öğütlerinden birisi de yapılan iyilikler, hayırlar, sadakalar ve ikramlarda öncelikle Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ardından silsiledeki büyükler, ölmüş yakınlarımız adına niyet etmeyi unutmamamızdı. Mesela ‘Bir çiçeğe su verirken bile «Sevabını Peygamber Efendimiz’e ve geçmişlerinize!..» diyerek niyet edin.’ derdi.

Olmasını çok arzu ettiğimiz işler için de seherlerde hâcet namazı kılıp dua etmeyi, sonra yedi yere eşit miktarda sadaka vermeyi tavsiye ederdi. Bunun hâcetleri kolaylaştırmaya vesîle olacağını söylerdi.

Vecihe Hanım Teyze, Kur’ân alfabesinin harflerine olan hürmetinden dolayı bir çiklet ya da bir gofret ambalajındaki Arapça kısımları görünce o ambalajları yakarak imha etmemizi öğütlerdi. Zaten kendisiyle haftada ya da on günde bir evinde görüşmemiz olurdu. Bu esnada düzenli olarak biriktirdiği her türlü kâğıdı, bir poşet içinde getirir ve yakılması için sobalı bir eve vermemizi isterdi. O atık poşetindeki intizam bile çok dikkat çekiciydi. İsraftan kaçınıp her şeyin en iyi şekilde değerlendirilmesi gerektiğini bir kere daha anlatmış olurdu. Bir ömür yeme-içmede de israftan kaçınmıştı. İkram verdiğimizde tabaktan yiyeceği kadarını bitirirlerdi. Hiçbir tane ufak kırıntı bırakmazdı. Hatta parmaklarıyla mutlaka temizlerdi. Bir gün çok eskiden okumuş olduğu bir sözü şöyle aktarmıştı:

“–Ufak ekmek kırıntılarını ziyan etmeden onları tek tek toplayıp yiyen kişinin lokmalar boğazından mideye inmeden geçmiş günahları af olur, ekmek mukaddestir. Aman itina gösterelim, çocuklara daha minicikken bunu öğretelim…” derdi.

Giderek şaşkın bir tüketici hâline gelen toplumumuz için çok hayıflanıyordu. Mübalâğasız tam kırk yıllık bir hırkayı üzerinde pırıl pırıl görünce hayretler içinde şaşkına dönmüştüm. Kendi tabirleriyle:

“–O olmadı, hadi şunu… yok bu da olmadı, hadi bunu alalım… diye her gördüğünü alana vah yazık!” derdi.

İnsanlar arasında saygının bitmesine de çok üzülürdü:

“–Misafirliğe gittiğimde, o evde kimin misafir, kimin ev sahibi olduğunu seçemiyorum; o eve misafir gelenler, evin her yerini işgal ediyor, Allah Allah, daha da ileri giderek gelen misafirler «Aman, bu halı da bu odaya nasıl olmuş! Mutfağınız da çok genişmiş!..» diyorlar.” derdi.

Bu gibi örneklerle mahremiyetin hepten yok olduğunu hatırlatırdı. Günümüz insanının alışkanlık hâline getirdiği bu tür şeylere dudak ısırırdı. Yine kendi tabirleriyle haklı olarak:

“–Ziyaret yaptığınız bazı yerlerde ikramların götür-getirlerinden sohbete fırsat kalmıyor!..” derdi.

* * *

Dinine son derece bağlı bu zarif teyzemiz, diline de çok bağlı idi. Arı-duru bir Türkçesi vardı. Batı hayranlığı ve taklitçiliğine karşı her fırsatta konuşur, makaleler okurdu. Hatta böyle Batı hayranı kişiler için “gönüllü köle” diye orijinal bir tâbirleri vardı. Sosyal hayat ve tarihî bilgiler hakkında günümüzden örnekler verdiği gibi, 30-40 yıl öncesine ait mâlûmât da verirdi.

Vecihe Hanım Teyze, dinine son derece bağlı olduğu gibi öz diline de o nisbette bağlı vatanperver bir hanımefendi idi. Bir takım menfaatler uğruna veya gereksiz sebeplerden dolayı yabancı kelimelerin toplumun her kesimine girmiş olmasına çok üzülürdü.

Bu konu ile ilgili zaman zaman falan hospital, filan shop, falanca butik diye misaller verir, bu isimlere dudak ısırır, “vah yazık!” demekten kendini alamazdı. «Dilimizin bozulması ile bir nesil diğerini anlayamaz hâle geliyor.» derdi. Bu hususta yıllar öncesine ait şöyle bir hatıra anlatmıştı:

Hâdise, İstanbul’un tanınmış liselerinden birinde geçer. Bir gün edebiyat öğretmeni Muhsine Hanım sınıfa Ziya Paşa’dan şöyle bir beyit okur:

 

Dehrin ne safâ var acabâ sim u zerinde

İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde

 

(Dünyanın altın ve gümüşünde hiç bir sefa yoktur. Zira insan ahirete, bunların hepsini bırakarak gidecektir.)

Sonra sınıfa dönerek bu beyti kısaca açıklamalarını ister. Sınıfta tam bir sessizlik… Uzunca bir sessizlikten sonra sadece bir parmak kalkar. Söz alan talebe anladıklarını şöyle ifade eder: “Hint seferinden dönerken her şeyi geride bıraktı, çok kayıp verdi.” Bunun üzerine öğretmen çok mahzun olur. Hâlbuki şair ömrün fâni olduğunu ve son yolculukta dünyadan ne altın, ne de gümüş hiçbir dünyalık götüremeyeceğini dile getiriyordu.

Bu örnekte görüldüğü üzere Vecihe Teyzemiz, millî bir değer olan lisâna sahip çıkılmasının gereği üzerinde çokça dururlardı.

O, hangi mecliste bulunursa bulunsun herkes kendisinden bir şeyler dinlemek isterdi. O da bulunduğu meclisin ihtiyacına göre ya bir kıssa anlatır ya da çantasından çıkardığı bir yazı okurdu. Yine bir gün şöyle bir kıssa anlatmışlardı:

Vaktiyle Irak’ta eli sıkılığıyla tanınan çok zengin bir adam varmış. Bu adam o beldede hamamcılık yapıyormuş. Bir gün zavallı fakir bir genç yıkanmak için hamama gelmiş, yıkanmak istediğini ancak verecek parası olmadığını söylemiş. Zengin hamamcı öfkelenerek gencin yüzüne bile bakmadan parasız yıkanamayacağını söylemiş. Genç, talebe olduğunu, medreseye gideceğini, mutlaka yıkanması gerektiğini, ama verecek sadece sarığı olduğunu söylemiş. Cimri zengin bu sözleri hiç dinlemeden sert bir dille genci huzurundan kovmuş. Genç çok üzülmüş, en büyük arzusu olan ilim tahsili için Bağdat’ın yolunu tutmuş. Orada İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’nin talebesi olmuş. Çok başarılı bir talebelik devresi geçirmiş. On yıllar süren ilim tahsilini tamamlayarak bulunduğu bölgeye kadı olmuş. Bir zamanlar zavallı biri olan bu genç, Kadı İmam Ebu Yusuf olmuş.

Hamamcının zenginliği dillere destan hâle gelmiş fakat kendisi bir erkek evlâttan mahrum imiş. Eğer bir erkek evlâdı olursa Allah rızası için dört karış boynuzlu bir koç kurban edeceğine söze vermiş, adakta bulunmuş. Nihayet Allah kendisine bir erkek çocuk ihsan etmiş. Hamamcı bunun üzerine adağını yerine getirmek için boynuzu dört karış bir koç aratmış, ama nerde, bulamamış. Her yeri aratmış, taratmış, ama nafile...

Birisi ona bu konuda Kadı Ebû Yusuf’a danışmasını tavsiye etmiş. Adam derhal Ebu Yusuf’un huzuruna gelmiş. Kadı Ebû Yusuf zengin hamamcıyı derhal tanımış. Hamamcı ise hiçbir şeyin farkında değil. Müşkilini anlatmış. Nihayet Ebû Yusuf:

“–Ben senin derdine çözüm bulurum, ama bir şartla…” demiş.

Zengin hamamcı her şartı kabul etmeye hazır olduğunu söylemiş. Ebu Yusuf zengin hamamcıya, «yoksul çocuklar için bir medrese, bu medresenin giderini karşılamak için de bir düzine dükkân yaptıracaksın» diye şartını belirtmiş.

Zengin adam, «Bu şartınızı kabul ediyorum, ama bunun yerine getirilmesi zaman alır, ben ise adağımı hemen yapmak istiyorum.» demiş.

İmam Ebu Yusuf, «Bunun da kolayı var; uzman bir kişiye medrese ve dükkânların ne kadar paraya mal olduğunu tespit ettirir, parayı bir yed-i emîne (güvenilir bir kimseye) teslim edersin. Ben de hemen çareyi söylerim.» demiş.

Hamamcının râzı olması üzerine Ebu Yusuf pazara bir adam göndererek uzun boynuzlu bir koç aldırmış, koç gelince 7-8 yaşlarında bir çocuk çağırarak koçun boynuzlarını karışlatmış. Çocuğun karışlarıyla boynuzlar dört karıştan bile fazla gelmiş. Adama:

«Götür bu koçu kurban et, adağın yerine gelir, çünkü sen dört karış derken yetişkin insan karışı veya çocuk karışı diye adağına açıklık getirmemiştin.» demiş, zengin adamın müşkilini çözmüş.

Nihayet adak yerine gelmiş, medrese yapılmış, dükkânlar inşa edilmiş; yani hem sorun çözülmüş, hem de güzel bir hizmet başlatılmış.

İşte Vecihe Hanım Teyze, bu gibi ibretli kıssalarla dinleyenleri etkiler, onlara faydalı olurdu. Kendisine Cenâb-ı Hak’tan cennet hayatı bahşetmesini niyaz ediyorum.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle