Teheccüd Ve Zikrin Fazileti

Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyet-i kerîme ile fazilet ve ehemmiyetini hatırlattığı “gece ibâdeti” olan teheccüd ve mü’minin en temel vasıflarından birisi olan “zikretmek” hakkında, teheccüd ve zikrin lezzetini almış ve kazandıkları irfân ile irşâd makamına lâyık hâle gelmiş insanların dilinden bu müstesnâ kulluk nişânelerini derlemek istedik. Buyurun, onların gönül âlemine akseden teheccüd ve zikir hüzmeleri…

 

İnsanın Yaratılış Gâyesi

Cenâb-ı Hak, eşref-i mahlûkât olarak yarattığı insanlara hitâben:

“Sizi abes olarak mı yarattık zannediyorsunuz?” (el-Mü’minûn, 115)

Ve:

“İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor.” (el-Kıyâmet, 36)

Kâinâtta hiçbir şey abes yaratılmamıştır. Her varlığın ve zerrenin bir hizmeti, bir hikmeti vardır. Hele insan aslâ başıboş bırakılmayacaktır. Bazı çiftçilerin, ihtiyarlamış, zayıflamış öküzünü artık bir iş göremez diye kırlara «Hoo!» diyerek bırakması gibi, sizler de öyle bırakıldınız mı sanırsınız?! Öyle değil, vallahi!..

Kendi durumunu idrâk eden akıl sahibi insanın iliklerine işleyen bu ilâhî suâller, aynı zamanda -büyük bir belağatla- cevabını da ihtivâ etmektedir:

“-Elbette abes yaratılmadınız!”

“-Muhakkak başıboş bırakılmayacaksınız!” diye ilâhî ihtar ve îkazları hâvidir. Ve kat’iyetle insanlığın ve İslâmlığın îcapları yapılmasını âmirdir. Bu îcapların başında “nefis tezkiyesi” (terbiyesi) geliyor. Bunun için de mü’min ve müslim olarak; îman, ilim, amel-i sâlih ve güzel ahlâk ehli bulunarak; şer’î, fikrî ve ahlâkî bilgilerimizi artırmakla beraber, riâyet etmekliğimiz gereken beş esas vardır:

1-Helâl gıda almak, az yemek

2- Kur’ân-ı Kerîm’e uymak, huşû ile namaz kılmak

3-Zikrullâh’a devam etmek

4-Gece az uyumak, Allâh’ı zikretmek

5-Sâdıklarla beraber olmak (Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Mükerrem İnsan, sh: 23-25)

 

Gece Az Uyumak

Âyet-i kerîmelerde buyruluyor:

“Sabah ve akşam, Rabbinin ismini zikret! Gecenin bir kısmında Rabbine secde et! (Namaz kıl) ve gecenin uzun bir kısmında da O’nu tesbih et!” (el-İnsan, 25-26)

(Gerçekten takvâ sahibi olanlar) gecenin az bir kısmında uyurlar. Seher vakitlerinde hep istiğfar ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18)

(O muttakî kimseler, geceleri namaz kılmak ve istiğfar etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından kaldırırlar; Rablerine, azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler (muradlarını isterler, yalvarırlar). Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infâk ederler, (verirler).” (es-Secde, 16)

Dikkat!

Cenâb-ı Hak, kullarına ziyâde merhametinden dolayı müttakî kullarının böyle olduklarını hikâye tarîkıyla anlatıyor. Emir şeklinde değil de; “hâlis kullarım böyle yaparlar…” diye beyân buyuruyor. Ârife bu işâret kâfidir. (Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Mükerrem İnsan, sh: 56-58)

 

Seher Vakti

Fahr-i Kâinât Efendimiz buyuruyorlar:

“Farz olan beş vakit namazdan sonra, namazların en faziletlisi, geceleri kılınan teheccüd namazıdır.”

Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri, bazen sabahlara kadar namaz kılar, hattâ ayakları şiştiği olurdu.

Bu hâli gören Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz Hazretleri’nin:

“-Yâ Rasûlallâh! Senin geçmiş, gelecek günahların af edilmedi mi?” sorusuna cevaben:

“-Yâ Âişe! Çok şükredici bir kul olmayayım mı?” buyururlardı.

Bilhassa Muhterem Üstaz (Mahmud Sâmi) Hazretleri, Bursa’daki devlethânede bulundukları gecelerde, seher vakitlerinde Hû-hû kuşunun “hû hû” diyerek zikrettiğine işaretle:

“-Gündüzleri kuş ötüşleri ve çığlıkları, dünyevî maişet temini içindir, fakat bu garip kuşun gecelerde ötüşündeki gâye ise, sırf Cenâb-ı Hakk’ı zikirdir.” buyururlardı.

Bir Allâh’ın kulu, kuştan daha mükerrem olduğuna göre, Cenâb-ı Hakk’ın Hâlıklığını, kendinin de kulluğunu idrâk edip ister sıcak, ister soğuk günlerde, ister sıhhatli, ister tâkâtsiz olsun, elinden geldiği kadar cân u gönülden, seve seve seherlerde, yani gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkıp, gene Cenâb-ı Hakk’ın izni ile namaz, duâ, istiğfar gibi kulluk vazifelerini îfâ etmesi lâzımdır. (Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri-2, sh: 111-112)

 

Feyz-i İlâhî’nin İndiği Anlar

Seher vakti, ne lâhûtî bir zamandır, Allah Teâlâ’nın kullarına bahşettiği en mühim ikramıdır, mânevî ziyafetidir. Bütün Hak âşıklarının kışın sıcak yataklarını terk edip, gönüllerini Hâlık Teâlâ’ya verdikleri, kudsî, ulvî anlarıdır. Gözyaşları ile namaz, niyaz, istiğfar, tefekkür, zikrullah ile nefslerinden çıkıp Rabbü’l-âlemîne samimiyetle ilticâ ettikleri demlerdir.

Bu öyle bir vakittir ki, feyz-i ilâhî yağmur gibi semâdan nüzûl sûretiyle, seherîlerin kalplerinde tecelli eder. Bütün rûhâniyet ve melâike-i kirâm hazerâtı da iştirâk ederler. Gece kılınan iki rekât namaz, gündüz kılınan -farzlar hâriç- bütün namazların fevkindedir.

Bu mânevî ziyafetten istifade etmek isteyen, gereğini yerine getirmesi lâzımdır. Bunun için geç vakitlere kadar oturup, seher vaktinin kadrini bilmeyenlerden olmayalım.

Cesedin rahatını, sıhhatimizin devamını, erken yatmakla elde etmeliyiz. Erken yatar isek fuzûlî konuşmalarımızı önlemiş oluruz. Akşam yemeklerini hafif yemek, hem dînî, hem de tıbbî âdâbtandır.

Gecenin ilk saatlerindeki uyku, vücudun dinlenmesi bakımından daha semerelidir.

Seher vakti, gâfil zümrenin uyuduğu, gönül sultanlarının samimiyet ve tevâzû ile Rablarıyla hemdem oldukları bayramlarıdır. Mânevî terakkiyât, ilerleme vesilesidir.

Gece, vücut istirahat ettiği, dinlendiği için zindedir. Sâlim, mâsivâdan silinmiş bir kalple yapılan murâkabe, tefekkür neticesi olarak, insan kitaplarla elde edemediği, öğrenemediği birçok rûhânî bilgilere sahip olur.

Seherlerde kalkanların sıhhatleri, ruhen inkişâf ettikleri için, bir kuş gibi hafif olurlar; az uyku kâfi gelir, yemeleri de azalır, fuzûlî konuşmaları da… Fazla uyuyanlarda ise, ağırlık, sıklet ve atâlet olduğu için daima sıhhatlerinden şikâyet ederler. (Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri-2, sh: 113-113)

 

ALLÂH TEÂLÂ’YI ZİKRETMEK

Seherlerde Zikir

Cenâb-ı Hak, gecenin seher vaktinde îfâ edilen zikre, sâir zamanlardakinden daha fazla kıymet vermektedir. Zira seherlerde zikir ve ibâdetle meşgul olabilmek, diğer zamanlardan daha zordur. Bu sebepledir ki, seherleri ihyâ, kulun Rabbine karşı duyduğu hâlisâne muhabbet ve tâzimin bir ifadesidir. Gönüldeki aşk ve muhabbet-i ilâhiyyenin şiddeti ne kadarsa muhakkak ki, gece namazına ve tesbîhâtına rağbet de o derecede tezâhür eder. Bu bakımdan da gece namazı ve tesbihleri, -âdetâ- yâr ile buluşup sohbet etme mâhiyeti taşır. Herkes uyurken uyanık bulunmak, Mevlâ-yı Müteâl’in rahmet iklimine girerek, mağfiret, muhabbet ve mârifet meclisine dâhil olan müstesnâ kullarından olmak demektir.

Eğer bir mü’min, geceyi gâyeli kullanabilir ve seherdeki zikrin rûhâniyetinden nasîb alabilirse, gecesi gündüzünden -mânen- daha aydınlık ve hayırlı olur. Lâkin, gâyesiz ve uykuya mahkûm olarak geçirilen bir gece ise, taşa, denize ve çöle yağan yağmur gibi faydasız ve telâfîsi zor bir kayıptır. Böyle bir gecenin gündüzü de mânen karanlıktır.

Seherde başlayan tevhidin rûhâniyeti, günlerimizi ve gönüllerimizi ihâta ederse, son nefesimiz, yani dünyadaki her şeye büyük vedâ demek olan ölüm de, kelime-i tevhidin rûhâniyeti ile -inşâallâh- bir şeb-i arûs’a dönüşür. (Osman Nûri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, sh: 191)

 

Rasûlullâh’a Tam İttibâ da Zikirledir

“Zât-ı ulûhiyetine yemin ederim ki, Allâh’ın Rasûlü’nde sizin için, Allâh’ı ve âhiret gününü arzulayanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 21)

Yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den istifade edilecek, uyulması gereken ahlâk-ı hasene vardır ki, o güzel hasletlerden faydalanmak, ancak Cenâb-ı Allah’dan korkan ve O’ndan sevap ümid eden ve Allâh’ı çok zikreden kimselere mahsustur.

Çünkü âhiret gününe îmânı olmayan ve Cenâb-ı Allâh’ı arzulamayan ve O’nu çok zikretmeyi hatırına getirmeyen kimseler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ittibâ etmiş sayılamayacağından, O’nun ahlâk-ı hasenelerinden istifade edemeyeceklerdir. (Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Mükerrem İnsan, sh: 39-40)

 

Zikrullâh’ta Dâimî Olmak

Âyet-i kerîmelerde:

“Ey îman edenler! Allâh’ı çok çok zikredin.” (el-Ahzâb, 41)

“Sabah ve akşam Rabbinin ismini zikret! Ve gecenin bir kısmında Rabbine secde et (Namaz kıl!) Ve gecenin uzun bir kısmında da O’nu tesbih eyle!..” (el-İnsân, 25-26) buyruluyor.

Yukarıdaki âyetlerde “Allâh’ın çok çok zikredilmesi” emrolunuyor.

Muhakkikîn-i müfessirînin tefsirlerinde beyanına nazaran, ale’l-ıtlak “zikr-i kesîr” emr-i celîli kemâline masruftur ve matuftur. Bu da mükellef insanın zikr-i dâimî’ye mazhariyetidir. O da ömür boyu “Kün maallâh: Allah ile ol!” emrine inkıyâd ederek, her ânında Allah ile olmak şuuruna ermek için zikr-i kesîr ile zikr-i dâimî’ye nâiliyet şarttır. Bu da hiçbir ânını veya nefesini Hak’dan gâfil olarak geçirmemektir.

“-Bu nasıl mümkün olur?”

-Bir mürşid-i kâmilin irşâdıyla, şeriat ve tarikat esaslarına göre tâlim-terbiye ve seyr ü sülûk gören mürid, nefis tezkiyesi ile birlikte kalp tasfiyesini hâlisâne talep eder; ve bir azm-i kavî ve fikr-i müdâm ile râbıta ve teslimiyet göstererek, mürşidinin nezâretinde hafî olarak «zikr-i kalbî»ye başlar. «Veled-i kalb» zuhur eder. «Allah» zikrinin seyri müstaid gönüllerin letâif-i aşeresinde tekâmül eder gider.

Allâh’ın tevfîkiyle bu hâlin devamı ve muhâfazası ile «zikr-i dâimî» elde edilmiş olur.

İş görürken de, uyurken de bu devam eyler. Artık “El kârda, gönül yarda” ve “Dışın halk ile, için Hak ile” olur. (Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Mükerrem İnsan, sh: 40-42)

 

Zikir, Şifâdır

Cenâb-ı Allâh’ı “zikir; hased, riyâ, kibir gibi kalbî hastalıkları izâle için aynen şifadır.”[1] meâlinde olan hadîs-i şerîfler gereğince kalp zikrine mâlum olan ihtiyacı takdir etmeli ve bu yüce maksada ulaşmak için, merdiven demek olan tarikatın mühim bir âmil olduğuna kâni bulunmalıdır. (M. Es’ad Erbilî, Mektûbât, 7. Mektup)

 

Bütün Mahlûkât, Lisânınca Zikreder

Âyet-i kerîme:

“Yedi semâ ve arz ve bunların içinde bulunanlar, Allâh’ı tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’na hamd ile tesbih etmesin! Fakat siz onların tesbihini anlamazsınız. O hakikaten Halîmdir, Gafûrdur.” (el-İsrâ, 44)

Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin beyanına göre:

Bütün mevcudât lisân-ı hâliyle Allâh’ı zikir ve tesbih ederler. Yalnız bunların uyanıklık dereceleri farklıdır. Şöyle ki:

1-Cemâdât:

Hakk’ı zikir ve tesbih etmekte en uyanık olanlardır. Hiçbir maişet ve mâsivâ düşüncesi olmadan Hakk’a uyan, hükmüne râm olan, emre mutî ve münkad bulunan varlıklardır. Taş, toprak, su ve mâdenler vesârie gib.

2-Nebâtât:

Bunlar, Hakk’ı zikir ve tesbih etmekte, cemâdâttan bir derece noksandır. Zira neşv ü nemâ veya hayatını idâme, meyvesini (tohumunu) yetiştirmek için, suya, toprağa, güneşe, havaya… ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçları temin esnasında gaflete dûçâr olabilirler.

3-Hayvânât:

Bunların Cenâb-ı Hakk’ı zikir ve tesbih etmekte dereceleri, nebâtâttan da aşağıdır. Çünkü büyümeleri, doğum ve çoğalmaları, hastalıkları, hareketleri, maişet çabaları, ihtilâfları ve çeşitli ihtiyaçları, bunları daha ziyâde gaflete duçar ediyor.

4-İnsanlar:

Nebâtât ve hayvanlarda olan bilcümle ihtiyaçlarla beraber, akılları itibariyle de, benlik, hayâlât, havâtır, hâfıza, şüphe ve vesveseleri ve dünyevî hırsları, hareket ve ihtilâfları onları devamlı gaflete dûçâr eder. Bunun için Cenâb-ı Hak, insanları irşad kasdıyla “vahiy” inzâl buyurmuş, Nebî ve Rasûl göndermiş; hakkı bildirmiş, tarîk-ı hidâyeti göstermiştir. Mevcûdâr içinde en çok gaflete mâruz olanlar, insanlardır. (Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Mükerrem İnsan, sh: 42-44)

Zikre Mâni Olacak Şey Yoktur

Dünyada hâlis insanı, Allâh’ın zikrinden alıkoyacak hiçbir mânî yoktur. Mâni olan nefsânî, şeytânî iğvâlardır. (Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Mükerrem İnsan, sh: 54)

 

Zikir, Nisyânın Zıddıdır

“İnsan” kelimesi, menşe itibariyle bir görüşe göre “nisyan”dan gelir. “Nisyan”, zikrin (hatırlamanın) zıddıdır ve unutkanlığı ifade eder ki, insanoğlunun en büyük zaaflarından biridir. Bu hakikat halk arasında, “Hâfıza-yı beşer, nisyan ile mâlüldür.” darb-ı meseliyle de ifade edilegelmiştir. Nisyânı asgarîye indirebilmenin en esaslı yolu, zikirdir.

İnsanın yaratılış maksadına muvafık yaşayabilmesi için, ruhların Bezm-i Elest’te Rabbiyle yapmış olduğu ahd ü mîsâka sâdık kalarak Yaratıcı’sını aslâ hatır ve gönlünden çıkarmaması îcâb eder. İşte bu sebeple, insanda fıtrî olarak mevcut bulunan “nisyan”dan doğan zararların telâfisi için “Allah” ve ona karşı “kulluk” idrakinin daima canlı ve zinde tutulması maksadıyla her şeyden önce “zikr”e ihtiyaç vardır. Zira her tekrar, tekrar edilen her şeyin idrâk ve iz’ândaki yerini kuvvetlendirir.

Cenâb-ı Hak, kulunun sûret yapısına değil, kalbine nazar eder. Bu bakımdan her mü’min, ilâhî nazarların tecellî ettiği kalbini gafletten koruyup, zikir ile meşgul etmeyi vazife bilmelidir.

Kulluk vazifeleri içindeki bu husûsî ehemmiyeti sebebiyle, zikir kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir. Cenâb-ı Hakk’a hakikî mânâda kulluk yapabilmek ve bu sûretle mârifetullâha ulaşmak, zikrin kalbde kazandığı mevki ve hissedilişindeki derinlik nispetinde gerçekleşir. Bu yüzdendir ki, “mârifetullah”, yani Rabbin hakikatine kalben nâil olmak, ilmin en faziletlisi sayılagelmiştir. Çünkü insana asıl lâzım olan bilgi budur. (Osman Nûri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, sh: 192-193)

 

 

Kalb ile Zikir

Râbıtadan sonra kalp ile zikre başlar. Bu zikirde dilin, boğazın hiçbir medhali yoktur. Zâkir olan kimse, mütefekkirdir. Sanki sol memenin altındaki kalp bir insan gibi “Allah birdir” der. Zâkir de onu hem dinler ve hem de elinde tesbih ile kalbin zikrini sayar. Bu tefekkür ve bu istiğrak ile birkaç yüz veyahut birkaç bin ism-i celâl (Allah)’ı zikreder. Allâh’ın izniyle o gönül, zikrullâhın kalbine yerleşip nakşolunduğunu idrâk eder:

“Rabbını içinden yalvararak, O’ndan korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam zikret! Gâfillerden olma!” (el-A’râf, 205)

Yine:

“Allâh’ı unutup da, Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19) gibi âyet-i âlîlerdeki emir ve yasaklara uyarak Cenâb-ı Hakk’ın itaatkâr kullarına dâhil olur. (M. Es’ad Erbilî, Mektûbât, 7. Mektup)

 

Kalbî Hastalıkların Tedâvisi

İlim öğretmek olsun, ilim ile amel olsun, bunların ikisi de zâhirî ve cismânî amellerden sayıldığına göre, herkes için istediği zaman ve mekânda icrâsı mümkündür. Fakat bedenî hastalıklardan kurtulmak, bir doktorun tedavisine muhtaç bulunduğu gibi yukarıda beyan edilen kibir, hased gibi kalbî hastalıkların da mânevî bir doktorun tedavisine şiddetle muhtaç bulunduğundan gâfil olmamak lâzımdır. Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz:

“Zikrullah, kalplerin şifasıdır.”[2] buyuruyor. İşte bu ihtiyaç ve bu lüzum üzerine, zikr-i hafinin öğretilip mü’minlere telkin edilmesi, Hazret-i Sıddîk’a, zikr-i cehrinin telkin edilmesi de Hazret-i Ali’ye tevdi buyrulmuştur. (M. Es’ad Erbilî, Mektûbât, 18. Mektup)

 

Meşguliyet, mazeret değil

Bildiğiniz gibi çok sınırlı ve kısa olan dünya hayatını gösterişli ve aldatıcı cilveleri oyuncak gibi oyalayıcı olduğundan bütün kardeşlerimi, yüce tarikatımızın mânevî feyz ve bereketiyle “Ne ticâret, ne de alışverişin Allâh’ın zikrinden alıkoyamayacağı kişiler vardır.” âyet-i kerimesine uygun hareket ederek meşgalelerinin çokluğu ve gâyelerinin fazlalığının zikir ve fikirlerine mâni kabul edemeyeceğini, kendilerine mânevî bir baba olarak kabul ettikleri bu değersiz hakiri, velev bir mektupla da olsa sıla-i rahimden mahrum buyurmayacaklarını mutlaka beklerim. (M. Es’ad Erbilî, Mektûbât, 121. Mektup)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle