Takvâ Ve Muttakîler

Takvâ’nın Târifi

Takvâ, “vikâye” masdarından “korunmakta çok ileri gitmek” mânâsına gelir. Bu kökten türetilmiş olan “ittikâ” ve onun ism-i fâili olan “muttakî” kelimesinin terim mânâsı ise, günahla arasına set çeken demektir.

Takvânın başka târifleri de yapılmıştır:

“Allâh’a karşı mes’ûliyet duygusu içinde, ilâhî emir ve yasakları titizlikle uygulamak sûretiyle kalbin korunmasıdır.”

“Âhirette sana fayda vermeyecek şeyleri, dünyadayken terk etmek.”

Übey bin Kâb, Hazret-i Ömer’in “Takvâ nedir?” sorusuna:

“Dikenli bir arazide insan, nasıl ayağına bir şey batmasın diye bütün dikkatini verirse, takvâ da Allâh’ın sınırları konusunda böyle dikkat göstermektir.” şeklinde cevap vermiştir.[1]

* * *

Takvâyı, “Allâh’ın sana emrettiği her yerde seni görmesi, nehyettiği her yerde ise seni görmemesi” olarak tarif edenler de vardır. Bu tarife göre takvâ, her türlü ibâdet, hayır ve hasenâtta insanın pay sahibi olmaya çalışması, her türlü masiyetten de uzak durmaya çalışmasıdır.

Takvâyı, Allâh’ın murakabesi, yani her an kontrolü altında, “ihsan” duygusu ile yaşamak olarak da ifade edebiliriz. Çünkü “ihsan, Allâh’ı görmesek de O’nun her ân bizi gördüğünü bilmek”[2] demektir.

 

Takvânın Dereceleri

Bu tarifleri dikkate alarak, takvânın üç derecesi olduğunu söyleyebiliriz:

1-Küfürden kaçınıp uzak durmak sûretiyle ebedî azaptan korunmak.

2-Günah sayılan her şeyden uzak durmak. Gerek yapmak ve gerekse terk etmek sûretiyle büyük-küçük bütün günahlardan sakınmak. Şeriatta “takvâ” deyince bu anlaşılır.

3-Gönlünü, Cenâb-ı Hak’tan alıkoyan her şeyden temizlemek, tamamen Allah Teâlâ’ya yönelmek… “Ey inananlar! Allah’tan gereği gibi korkun.” (Âl-i İmrân, 102) âyet-i kerîmesi ile emredilen takvâ budur. Takvânın bu en üst derecesi, peygamberlerin himmetlerinin ulaştığı derecedir.[3]

 

Takvâ, Kalbin Amelidir

Bütün bu târiflerdeki ortak nokta, “takvâ”nın kalbin amellerinden biri olmasıdır. Kalp, nasıl bütün organların merkezi ise, ihlâs ve takvâ da bütün duygu, düşünce ve davranışların merkezini teşkil eder. Peygamber Efendimiz, bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur:

“Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır. Bu sebeple şüphelilerden korunan, dînini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelilere düşen harama da düşer. Nasıl, koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa… Dikkat edin, her melîkin (kralın) bir korusu vardır. Allâh’ın korusu da haramlardır. Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.” (Buhârî, Îman, 39; Müslim, Müsâkat, 107)

“Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

 

Takvâ’nın Son Noktası

Kalbin mânevî kıvam kazanması, takvâda ilerlemeyi de beraberinde getirir. Terakkînin sonu olmadığı gibi, takvânın da sonu yoktur. Bu yüzden Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâlarında her fırsatta takvâ talebini dile getirmiştir:

“Allâh’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu tezkiye edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve Mevlâ’sısın.” (Müslim, Zikir, 73)

“Ey Allâh’ım! Ben Senden hidâyet, takvâ, iffet ve hiç kimseye muhtaç olmayacak zenginlik istiyorum.” (Tirmizî, Deavât, 73)

Küfür ve şirkten uzak durma ile başlayan takvâ, günahların açık ve gizli olanlarından uzaklaşma ile bir mertebe daha ilerler. Mümin kulların günah karşısındakini durumunu şu hadîs-i şerîf, veciz bir şekilde özetlemektedir:

“Mü’min günahını şöyle görür: O, sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. «Dağ üzerime düşer mi?» diye korkar durur. Fâcir (günahkâr) ise, günahı burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” (Buhârî, Deavât, 4; Müslim, Tevbe, 3)

Bedendeki bütün organların tek tek günahlardan uzak tutulması ile başlayan bu merhale, her an değişik hâllere bürünüp duran kalbin, sevgi ve korkuda sadece Allâh’a tahsis edilmesiyle zirveye çıkar. Böyle bir makama ulaşan kimse, kendisini Allâh’ın muhabbet ve rızâsından uzaklaştıracak her şeyden uzaklaşır ve O’na yaklaştıran her şeye yapışır. Zaten takvânın aslı da, ne cehennem korkusu, ne de başka bir korkudur. O, Allâh’ın muhabbetini kaybetmek, O’nun rızâsından ayrı düşürecek söz ve davranışlara düşme korkusudur. Bu da, Allâh’a duyulan muhabbetin bir tezâhürüdür. Çünkü sevilenden korkulur. Ama her korkulan, sevilmez.

 

Takvâyı Mayalamak

Takvâ, daha önce ifade ettiğimiz gibi, “kalbin ameli”dir. Kalp de, şekilden şekle giren, durmadan renk ve hüviyet değiştiren bir organdır. Dolayısıyla kalpteki takvâyı ortaya çıkarmak, var olan takvâyı da muhafaza etmek için “sâlih ve sâdıklarla beraber olmak” çok önemlidir. Âyet-i kerîmede:

“Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla berâber olun!..” (et-Tevbe, 119) buyrulmuştur.

Bu âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere, kalbe takvâ mayası, muttakîlerin elinden çalınır. İnsan, muttakî insanlarla beraber ola ola onların hâl ve evsâfından hisseler almaya başlar.

Bu durumun aksi bir şekilde küfre dalan, günah işleyen ve bunda herhangi bir mahzur görmeyen insanlarla aynı meclislerde oturup kalkmak, insanın kalbini karartır ve yavaş yavaş ayağının kaymasına sebep olur. Bu yüzden Rabbimiz, küfre dalan, mâlâyânî (dünya ve âhirete faydası olmayan) işlerle ömür sermayesini ziyan eden kimselerle oturup kalkmayı yasaklamıştır:

“O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allâh’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (en-Nisâ, 140)

Sadece günah ve küfür sözlerin konuşulduğu gaflet ve isyan bataklığı hâline gelmiş meclislerde bulunmak mü’min ve muttakî kullara yakışmadığı gibi onlar, dünya ve âhirete fayda vermeyen söz ve davranışlardan da uzak dururlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

Onlar boş ve faydasız söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler...” (el-Kasas, 55; el-Mü’minûn, 3)

“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi, yaptıklarından sorumludur.” (el-İsrâ, 36)

 

Peygambere Yakın Olmak, Takvâdan Geçer

Biz, zaman ve mekân olarak Peygamber Efendimiz’e yakın olamadık. Ama Peygamberimizin Muaz bin Cebel’in şahsında ümmetine verdiği şu müjde, O’na yakın olmanın yolunu öğretiyor:

Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Peygamber Efendimiz beni Yemen’e vâli olarak gönderdiği zaman Medîne’nin dışına kadar uğurladı. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra:

«–Ey Muâz! Belki bu senemden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!» dedi.

Bu sözleri duyunca, Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Ağlama ey Muâz!» buyurdu ve sonra yüzünü Medîne’ye doğru çevirerek:

«–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.» buyurdu.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Son Nefese Kadar

Rabbimizin “Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!..” (el-Hicr, 99) emri gereğince, takvâ üzere hayat, son nefese kadar devam etmelidir. Yolun yarısında bu hayat tarzını terk etmek, yapılan bütün güzel söz ve davranışların boşa gitmesine sebep olabilir. Bu yüzden Allah Teâlâ, “müslüman olarak can verinceye kadar, takvâ neyi gerektiriyorsa, öyle yaşamayı” ve “emrolunduğu gibi istikamet üzere bulunmayı” emretmiştir:

“Ey îman edenler! Allah’tan, O’na karşı takvâ’nın gerektirdiği şekilde ittikâ edin ve ancak müslümanlar olarak can verin. Toptan Allâh’ın ipine sarılın; ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmrân Sûresi, 102-103)

Peygamber Efendimiz de:

“İnsan, kulluk vazifelerini îfâda kusur gösterir, yani her ibâdetini kâfî miktarda yapmayıp azaltırsa, Cenâb-ı Hak, onu gam ve kedere mübtelâ kılar.” buyurmaktadır. (Ali el-Müttakî, Kenzu’l-Ummâl, No: 6788)

 

En Güzel Âkıbet

Dünyada nefse hoş gelen pek çok şeyi, sadece Allah sevgi ve korkusu ile terk eden müttakîlere verilecek nimetler, Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimde müjdelenmiştir. Biz bunlardan sadece birkaçını naklederek yazımıza son veriyoruz:

“Hayır! (Gerçek onların dediği gibi değil!) Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki Allah müttakîleri sever.” (Âl-i İmrân, 76)

(…) Şüphesiz ki yeryüzü Allâh’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar, (Güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (el-A’râf, 128)

“Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!..” (Âl-i İmrân, 133)

 “(O yurt) girecekleri, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Onlar için orada kendilerine diledikleri her şey vardır. İşte Allah, takvâ sahiplerini böyle mükâfâtlandırır. (Onlar) meleklerin «Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin.» diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir.” (en-Nahl, 31-32)

“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (el-Kasas, 83)

 

 

[1] İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 40.

[2] Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1

[3] Bkz: İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tercümesi, Erkam Yayınları, c: I, sh: 140-141.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle