En Takvâlı Hanım Fâtıma-İ Zehrâ -Radıyallâhu Anhâ-

Hastalıklara boğuşurken himmet-i Fâtıma ile şifâ buldu, yorgun ruhum ve bedenim... Aldı götürdü, sabır ve şükür diyarına... Gezdirdi “Muhabbet-i Rasûl” bağlarında... İnci inci gözyaşı dökerken eğildi ve:

“-Rasûlullâh buyurdu ki: «Fâtıma-i Zehrâ, Cehennem yüzü görmeyeceği gibi onu sevenler de cehennem ateşi görmeyecek ve âzâd olacaklardır.»” dedi.

Seviyoruz seni, Cennet kadınlarının efendisi… Seviyoruz seni Nûr-i Muhammedî parçası... Hatice-i Kübrâ’nın mâsum öksüzü… Seviyoruz seni, takvâ libâsının Sâhibesi… Seviyoruz seni, Hasan ve Hüseyin’in annesi… Seviyoruz seni, Edeb’in Zehrâsı... Seviyoruz seni, Aliyy’ül Mürteza’nın nâzenîn aşkı…

* * *

O, Kâinât’a gelmiş en muhteşem babanın ve annenin en sevgili evlâdı idi. Kâbe’nin yeniden inşâ edildiği, yani “Muhammedü’l-Emîn”in Kâbe hakemliği yaptığı yıllarda, peygamberlikten yaklaşık dört-beş yıl evvel, bir Cuma günü dünyayı aydınlattı. “Herkes kendine en çok benzeyeni sever.” düstûrunca, Peygamber Efendimizin gönlündeki en sevgili evlâdı, biricik, mâsum, tertemiz Fâtıma-i Zehrâ’sı idi.

Hazret-i Fâtıma annemiz, Hanımlığın “Tâhire”si, Mekke’nin “Afîfe”si Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in “Kübrâ”sı olan Hazret-i Hatice annemizi, daha küçük yaşlarındayken kaybetti.

Kendisi gibi, minik yavrusunun da hemen hemen aynı yaşlarda anadan öksüz kalması, rahmet Peygamberini daha da hüzünlendirmişti. Bu yüzden bu zayıf bedenli, nâzenîn çiçeğini, “Zehrâ”sını elinden geldiğince tesellî etmeye çalışır, gücü yettiğince de yanından ayırmazdı. Onun yemesi, içmesi ve uyuması ile bizzat ilgilenmeye gayret ederdi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mâsum Fâtımasını o kadar severdi ve bu sevgiyi de etrafındakilere de hissettirirdi ki…

Bir gün Hazret-i Fâtıma anamızı bağrına bastı bastı, ardından hasretle öptü ve şöyle buyurdu:

“-Kızım Fâtıma-i Zehra, insan hûrisidir.”

Bazen de Peygamber Efendimiz, Hazret-i Fâtıma anamızın başını öper ve saçlarını koklardı ve ardından:

“-Ben cennet kokusu kokladım.” buyururlardı.

Hazret-i Fâtıma, ilk îman edenlerdendi. Îmanının kuvvetini, daha küçük yaşlarında azgın müşriklere de göstermişti. Abdullah bin Mes’ud -radıyallâhu anh- şöyle anlatmıştır:

“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Harem-i Şerîf’te (Kâbe’nin Rükn-i Yemânî kısmında) namaz kılmaktaydı. Arkadaşları ile beraber oradan geçen Ebû Cehil dedi ki:

“-Hanginiz filan kabilenin ölmüş olan devesinin döl yatağını alıp Muhammed (s.a.v.) secdedeyken O’nun sırtına koyabilir?”

Müşriklerden habîs Ukbe bin Ebî Muayt ayağa kalktı ve pis bağırsağı getirip secdede olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübarek omuzlarının üzerine bıraktı. Efendimiz, işkembenin ağırlığından âdeta başını kaldıramıyordu. Müşrikler ise, sevinçlerinden katıla katıla gülüyorlardı.”

Abdullah bin Mes’ud -radıyallâhu anh- anlatmaya şöyle devam ediyor:

“-Ben kendi kendime, «Âh eğer Mekke’de benim kavim ve kabilem bulunsaydı, onların himayelerine güvenerek gücüm yettiğince şu işi yapanlara gününü gösterseydim!” demiştim.

 Bu olanları gören birisi, hemen Peygamber Efendimizin evine gidip her şeyi anlattı. Hazret-i Fâtıma-i Zehrâ koşarak Kâbe’ye geldi ve Kâinât’ın en şerefli insanı, biricik Peygamber babasının sırtındaki pislikleri temizledi.

Bütün masumiyeti ve cesaretiyle bunu yapan kimselere haykırarak bedduâ etti. Bu küçücük bedenden yükselen zirveleşmiş îman karşısında, habîs müşrikler susup kaldılar. Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, “Ağlama kızım, Allah dinini tamamlayacaktır.” diye onu teselli ediyordu.

Akraba asabiyetinin bile yetmediği bir korku karşısında, Hazret-i Fâtıma mertti, yiğitti. O, Allah ve Rasulü’nü her şeyden üstün tutuyor ve onları, her şeyden çok seviyordu. Bu sebeple Hazret-i Fatıma’ya “Ümm-i Ebîha: Babanın Annesi” adı verildi.

* * *

“ez-Zehrâ” yani “beyaz, parlak, aydınlık yüzlü” hanım… O, nûr menbaı Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aydınlığı ve süsü…

Âlemlere rahmet Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Kâbe’nin yanında duvara oturmuş duruyordu. Arap ulularının hanımlarından bir grup, süslü elbiselerini giymişler, gururla salına salına Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldiler:

“-Ey Muhammed! Her ne kadar senin peygamberliğin sebebiyle aramız açılmış olsa da sizinle aynı şehirde oturan komşularız. Bugün Arap kadınları, birimizin evinde toplanacağız. Ülfet ve akraba bağımızı güçlendireceğiz. Senden ricâmız, kızın Fâtıma’yı da bize göndersen de eskisi gibi akrabalık bağlarımızı güçlendirsek?!” dediler.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu dileği münasip bulup ricâlarını kabul etti. Hemen evine gidip kızı Fâtıma’ya seslendi. Fâtıma, mihrabında namaz kılıyordu. Nûru öyle parlaktı ki, yıldızların yeryüzünü aydınlattığı gibi, o da gök ehlini aydınlatıyordu. Bir müddet nûr yumağı kızını muhabbetle izledi, Efendimiz… Bu esnâda Fâtıma vâlidemiz namazını tamamladı.

Efendimiz:

“-Kızım Zehrâ… Semâ ehlini aydınlatan Zehra...” deyince:

“-Buyur babacığım.” diye karşılık verdi.

“-Bugün Arap ileri gelenlerinin kadınları geldiler, bir topluluk kurmuşlar. Akrabalık bağını güçlendireceklermiş. Senin de aralarına katılmanı istiyorlar, ne dersin?”

Hazret-i Fâtıma-i Zehrâ dedi ki:

“-Ey sevgili babacığım, Senin dâvete icabetteki hassasiyetini bilmekteyim. Ben de Senin sünnetinden gitmek isterim. Yalnız oraya hangi kıyafetle gideyim. Şimdi orada Utbe’nin, Şeybe’nin ve mağrur Ebû Cehil’in kızları ve kadınları, renkli ipekleri giymişler; gümüş takılarını boyunlarından sarkıtıp yüksek sedirlere oturmuşlardır. Ben üzerimdeki yıpranmış entarim ile aralarına katılınca bana kibirle laf atarlar ya da dinime ağır söz söylerlerse ne yaparım?”

“-Ey gönlümün nazlı Zehrâsı, onların nazarları mahduttur. Bu sûret âleminden öteyi görecek göz bulamazlar, bunun için mânâ âlemini göremezler!..”

Bunları söylerken inci inci yaşlar, nûr sakallarını ıslatıyordu.

“-Ey takvâ libâsının sahibesi… Unutma, bizim süsümüz, takvâ libâsıdır. Mücevherli tâcımız mârifetullâh ve rızâdır. Madem bu dünyadaki bütün güzellikler fânîdir. Fânîye itibar nedendir?” buyurdu.

Bu konuşma sırasında Cebrail -aleyhisselâm- gelip:

“-Fâtıma o topluluğa gitsin de onun sayesinde bazı sırlar açığa çıksın!..” dedi.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cebrâil’in fermanını kızına iletince, Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-:

“-Ben Allah ve Rasûlü’ne tâbî oldum.” dedi. Başına örtüsünü aldı, çarşafına bürünüp evden usulca çıktı.

Arap hanımları, tıpkı Hazret-i Fâtıma’nın tahmin ettiği gibi, yüksek sedirlere oturmuşlar, elbiseleri ve takıları ile birbirine üstünlük taslıyorlardı. Aralarında konuşmaya başladılar.

“-Şimdi Fâtıma, yamalı elbisesi, rengi solmuş örtüsü ile içeri girince pek sevineceğiz. Gülüp eğleneceğiz. O da bizim renkli ipeklerimiz, gümüş takılarımızı görünce içi geçecek… Göreceksiniz, gözyaşları sel olup akacak!..” diye gülüştüler.

Bu sırada kapıdaki köle, içeri girip Fâtıma’nın geldiğini haber verdi.

“-Gelsin, gelsin de görsün saltanatımızı!..” dediler.

Az sonra bütün nûr, heybet ve Allâh’ın muazzam lûtfu ile Hazret-i Fâtıma içeriye süzüldü. Yüzünün aydınlığından, mağrur kadınların gözleri kamaştı da bir an gözlerinden perdeler kalktı. Mübârek başında, cennetten inmiş bir mücevherli taç, latîf ve nâzenîn vücudunu dünyada görülmemiş renklerde cennet ipekleri sarmış olarak gördüler. Boynundan aşağıya inen zümrüdün yeşili, dünya yeşillerini silmişti. Sağında ve solunda nârîn hurma dalları gibi aydınlık yüzlü câriyeler vardı. Gül yanaklı bu câriyelerin kimi, nûrdan ipeklinin eteklerinden tutmuş, dünya tozuna bulanmasın diye... Kimi, önünden yürüyor, yollarına gül suları serpiştiriyordu..

Arap hanımlarının dilleri, âdeta tutuldu kaldı. Hazret-i Fâtıma, bütün bu ihtişamıyla sedire oturunca, güneşin yanındaki cılız mumlar gibi kaldı gurur dolu bu kadınlar…

“-Bu, hangi sultanın kızıdır? Kimdir?” diye sordu, bilmeyenler…

Az önce gülüşüp alaya alanlar, mahcup bir edâ ve kısık bir sesle:

“-Muhammedü’l-Emin’in kızı Fâtıma’dır…” diyebildiler.

Îmandan nasibi, hidayet pınarından payı olanlar, hemen eteklerine doğru sokuldular:

“-Hoş geldin, safâlar getirdin!” deyip izzet-i ikramda bulundular.

Hidâyetten nasibi olmayanlar, bu nûra tahammül edemedikleri için hasetlerinden çatlayarak kalkıp gittiler meclisten… Nasiplilere seslendi, Hazret-i Fâtıma-i Zehrâ:

“-Ey Kureyş’in azîzeleri! Bizim gıdamız îmandır, tevhiddir. Babamın âleme getirdikleri, dünya ve âhiret saadetidir. Bize kardeş olmak isterseniz, îman ve tevhid şarabından içiniz.” buyurunca oradaki nasiplilerin hepsi yudum yudum îmanı içtiler, takvâ çiçeği Zehrâ’nın avucundan…

O hidâyet pınarı mübârek avuç, isteyen her gönle hâlâ takvâ kevseri sunmaya devam etmektedir. Bu pınardan kana kana içmek isteyen herkes, gönlünü, bu nâzenîn Zehra’nın hâl ve evsâfından hisse almaya niyet ederek hazırlamalıdır. Ancak gönül kapısını kapalı tutan nasipsizler, Allâh’ın takvâ ve hidâyet nûrundan mahrum kalırlar.

 

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle