Sonunu Hüsran Eyleme!

Rabbimiz, Asr Sûresi’nde insanın dünya ile ilişkisine ilâhî bir ölçü koymuş ve ziyanda olanlar ile kurtulanların tasnifini yapmıştır:

“Asra yemin olsun ki, muhakkak insan (ömrünü yalnız geçici dünya isteklerine kavuşmak için harcadığından) büyük bir (zarar ve) ziyandadır. Ancak îman edenlerle, sâlih amel yapanlar, birbirlerine hakkı, (inanılması ve yapılması lâzım olan şeyleri ve ibadetleri yapmak, günahlardan sakınmak hususunda) sabrı tavsiye edenler müstesnâ… (Onlar zararda ve ziyanda değildirler.) (el-Asr, 1-3)

İslâm, denge dînidir. Müslüman ise denge insanıdır. Rabbimiz, insanın hayatını bir îtidâl (denge) üzere sürdürmesini ister. En güzel örneğimiz Rasûlullah Efendimizin hayatı da bu dengenin en müstesnâ nümûnesidir. İslâm, her türlü aşırılığı, haddi aşmayı men eder. Severken de dengeli olmayı, sevmediğimiz zamanda da aşırıya gitmemeyi öğretir bize…

İnsanı muhtemel sapmalardan korumak ve istikamet üzere ilerleyişini sağlamak için Kur’ân-ı Kerîm’in emirleri açık ve nettir. Allah, kullarına doğru yolu, vahiy ve gönderdiği peygamberleri ile gösterir.

Hüsranda olmanın bir alâmeti de dünya ve içindekilere aşırı düşkünlük, dünyayı tek gaye hâline getirmek ve hayatı, dünyalıklar üzere bina etmektir. Bu durum insanın fıtrat ve tabiatına aykırıdır. İnsan, sadece maddî özellik ve ihtiyaçları olan bir varlık değildir ki, sadece dünyaya saplanıp kalmak kendisine yetsin!.. İnsan, çok yönlü bir varlıktır. Sınırsız duygu, istek ve hayallerinin yanında çok sınırlı bir sahada yaşama mecburiyetindedir. İnsanı, insan yapan maddî varlığı, bedeni değil; rûhu ve şahsiyetidir. Bu yüzden tek gayesini, maddî ve nefsânî tatmine sarf eden kimse hem bu dünyada, hem de âhirette ziyandadır.

Dünya, insanın zâhirine hitap eder ve maddî ihtiyaçlarını tatmin eder. Bu yönüyle dünya bir oyun ve eğlence; bir aldatmaca ve kandırmacadır. Cenâb-ı Hak da dünyanın bu vasıflarına dikkat çekerek kullarını uyarmaktadır:

“Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar (takvâ sahibi kimseler) için âhiret yurdu, muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?!” (el-En’âm, 32)

Oyun ve eğlence olduğu bilinen bu dünyanın arkasından gitmek ve insanın adeta kendisini kaybedercesine dünyevî ihtiraslar içinde boğulup kalması, bir yönü ile acınacak hâlini göstermektedir.

Şunu herkes bilir ki, dünya var olalı beri hiç kimseye yâr olmamıştır. Hatta kendisine bağlananları da hep yarı yolda bırakmıştır. İçinde zahirî güzellikler, sahte cennetler, nihayetsiz sanılan zevkler ve heveslerle doludur. Hâlbuki insan hayatta olduğu sürece, ince bir çizginin üzerinde varlığını sürdürür. Bir nefeslik canı olan insan, ölümü, âhireti, hesabı bir an unutursa başına olmadık belâ ve sıkıntılar gelmesi muhtemeldir.

Dünyanın tatlılığı, insana vaat ettikleri ve insanı bir girdabın içine alması, hatta dayanılmaz çekiciliğinde kaybetmesi ne kadar ibretlidir. Bu durum karşısında mü’mine düşen kendisini korumak ve koruyacak ortamlarda bulunmaya gayret göstermektir.

İnsanı günah kirlerine bulaştıran, şeytanın desîseleri, nefsin arzuları, dünya sevgisi ve kötü çevredir. O yüzden Allah Dostları, “Kötü tesir altında kalmamak için insan iki şeye dikkat etmelidir.” diye bizlere îkazda bulunurlar. Bu iki şey:

1-Oturup kalktığı insanlar,

2-Yediği-içtiği şeylerdir.

Dünya sevgisi bulaşıcıdır. Dünyayı çok seven insanlarla bir arada olunca konuşulan şeyler, hep dünyaya ait meseleler olur. Dünyalık ihtiyaçlar, maddî durumlar, beklentiler, gelecek kaygısı, makam ve ikbal korkuları konuşulan ana mevzular hâline gelir. Ancak Rabbimizin “Sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) emri muktezâsınca, gönlü, Allah ile birlikte olma gayretinde olan insanlarla bir arada bulununca, bu defa konuşulan konular değişir. Allâh’a itaat, Rasûl’üne gerçek mânâda ümmet olma gayreti, âhiret endişesi… gibi lezzeti doyumsuz hususlar gündemimize girer. O yüzden âriflerin sohbetinde bulunmak, onların hikmet damlalarından katreler almak, bahtiyarlığın en güzelidir. Bunlar zamanla insanda pek çok güzel hasletin yeşermesine yol açar; insanı daha çok zühd ehli, kanaatkâr, sabır, şükür ve hizmet peşinde koşan biri hâline getirir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yaşadığı hayat itibariyle dünya karşısında takınılması gereken tavrın nasıl olması gerektiğini göstermiştir.

“Uhud Dağı kadar altınım olsa, üç günden fazla saklamazdım.” (Buhârî, Zekât 4; Müslim, Zekât 10) buyuran Efendimiz, hayatı boyunca dünyalığa önem vermemiş, vefatından sonra geride birkaç şahsî eşyasından ve çok az miktarda maldan başka bir şey bırakmamıştır. İlk iki halifesi de bu yolda O’nu takip etmiştir. Bununla beraber Peygamber Efendimiz:

“Dünya malı tatlıdır, çekicidir.” (Buhârî, Cihad 37; Tirmizî, Fiten 26) buyurarak herkesin dünya ve maddeye karşı uyanık olması gerektiğini öğretmiştir.

Müslümanların servet edinmelerini tasvip etmiş, dinin servetle ilgili olarak getirdiği mükellefiyetlerin îfâ edilmesi şartıyla zenginliğin kötü bir şey olmadığını söylemiştir. O’nun dünya karşısındaki tavrı ve sözleri, bir tavsiye ve îkaz niteliğindedir. İnsanda maddeye ve şahsî menfaate karşı doğuştan bir meyil, hattâ hırs bulunduğundan İslâm, kişileri dünya nimetlerine teşvik etmek yerine; onların dünya ile ilgili davranışlarını düzene koymaya daha fazla ehemmiyet vermiştir.

Çok bilinen kıssadaki şekliyle sarayın tavanında tıkırtılar duyan sultan İbrahim bin Ethem, develerini kaybettiğini söyleyen birisi ile karşılaşır. Uykulu gözlerle tavanda devenin ne aradığını sorunca da, damdaki zâtın şu sözleriyle irkilir:

“-Ey gâfil! Sen Allah Teâlâ’yı ipek ve atlas döşekler içinde, inci ve altın tahtlar üzerinde arıyorsun ya! Bunun damda deve aramaktan ne farkı var?”

Ertesi gün de Divanda, ülkenin meseleleri konuşulurken saray kapısına bir yolcunun geldiği ve “bu handa konaklamak istediği” haber verilir. Akşamki hâdisenin şokunu atlatamayan İbrahim bin Ethem, bu yolcuyla bizzat görüşmek için dışarı çıkar.

“-Burası han değil, benim sarayımdır!..” diye yolcuyu azarlamaya kalksa da yolcunun “bu sarayda senden önce kim vardı, ondan önce kim vardı?” gibi sorularına, “Babam, dedem, atalarım…” cevabını verir. Yolcu da lâfı gediğine koyar:

“-Bu kadar kişinin konup göçtüğü yer, han değildir de nedir?!”

İşte o an, gece vakti, damda deve arayan zâtın bu yolcu olduğunu fark eder; tâcını tahtını terk ederek bu adamın peşine takılır.

Şüphesiz İslâm, bütün insanlardan İbrahim bin Ethem gibi her şeylerini bırakıp zühd hayatına girmesini istemez. Mühim olan, dünyaya sahipken de onun bize sahip olmasına, gönlümüze taht kurmasına mâni olmaktır. Dünya, bizim tek gâyemiz olmamalı, ondan ancak zarûrî ihtiyaçlarımızı karşılamak için istifade etmeli ve onu ebedî âhiret sermayesine dönüştürecek şeklinde kullanmayı gâye edinmeliyiz.

Rabbimiz, bizi dünyanın ve nefsimizin esaretinden kurtarsın. Bizi, sahip olduğumuz her şeyi rızasına kavuşmak için kullanmayı bilen, firaset sahibi, bahtiyar kullarından eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle