Kibir Ve Enaniyet Saltanatı

Allah Teâlâ buyuruyor:

“Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de, açıklayacaklarını da bilir. Allah büyüklük taslayanları hiç sevmez.” (en-Nahl, 23)

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!..” (el-İsrâ, 37)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:

“Hiçbir kimse yoktur ki, onun başında biri yedinci kat göğe giden, diğeri yerin yedinci katına doğru giden iki zincir bulunmasın. Kişi tevâzû gösterdiğinde, Allah onu yedinci kat semâdaki zincirle yükseltir. Kibirlendiğinde ise, yedinci kat yerdeki zincirle alçaltır.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VII, 158)

* * *

Kibir, Allah Teâlâ’nın “Kibriyâ” sıfatından rol çalmaya çalışmaktır. Allah, büyüklük ve azameti kendisine has kılmış, yarattıklarına ise, kulluk ve acziyeti taksim etmiştir. Kul, kendisini unuttuğu, makamını kabullenmediği ve -hâşâ- Allah Teâlâ ile yücelik yarışına girmeye kalktığı zaman kendi felâketini hazırlamış olur.

Kibir, hasede, kıskançlığa, gurur ve bencilliğe sebep olur. Günah kapısı, kibir ve gafletle açılır. Çünkü kibir; kendinde farklılık, üstünlük ve benlik hissetmektir. Bu duygu, insanı, hemcinsi olan diğer insanlara ve bütün varlıklara tepeden bakmaya götürür. Kendini farklı ve üstün gören, diğerlerini hakir ve zavallı görmeye, onlarda kusurlar îcad veya vehmetmeye başlar. Bu da insanı haksızlığa, haddini aşmaya, kısacası zulme götürür. Zulmün sonu ise, dünya ve âhiret azabıdır.

Gökyüzünde işlenen ilk günahın sebebi, kibir ve bunun sonucu olan haseddir. Zira iblis, kendisini topraktan yaratılmış Hazret-i Âdem’den daha büyük gördüğü için Cenâb-ı Hakk’ın “secde” emrine isyan etmiştir. Yeryüzündeki ilk günahın sebebi de, yine kibir ve kıskançlıktır. Çünkü Kabil, Habil’den kendisini daha büyük, daha haklı ve daha güçlü gördüğü için kardeşinin canına kastetmiştir.

Kibirli insan, sahip olduklarının kendisine ait, kendi gayreti ve bilgisiyle olduğunu zanneder. O üstünlük ve faziletlerin oluşmasındaki diğer sebep ve vasıtaları görmez ya da görmezden gelir. Bu yüzden sahip olduğu hiçbir şeyi paylaşmak istemez.

Kibir, kırılgan bir hayal dünyasıdır. Bir gün enâniyet duvarına atılan küçücük bir taş, o camdan sarayları yerle bir ediverir. Kibir, sanal bir âlemdir. İnsan, kendisine, diğer insanlara ve hâdiselere başka bir açıdan bakmaya başladığı zaman, aslında ne kadar büyük bir hata içinde olduğunu fark eder.

Kibrin karşıtı, tevâzu ve mahfiyettir. Kibirli insan, kendisini göstermenin, belli etmenin, üstün özelliklerini fark ettirmenin derdindedir. Tevâzûda ise, kenara çekilmek, başka insanlara da fırsat tanımak, bütün iyilik ve güzelliklerin tek bir şahısta toplanamayacağını bilmek vardır.

Kibirli insan, bencil olur. Her şeyin kendisine âit olması gerektiğini düşünür. Bütün ilgi, iltifat, güzellik ve ikramların tek sahibi o olmalıdır. Bundan mahrumiyet, mütekebbiri deliye döndürür. Bencillikten kurtulmanın yolu, merhamet ve diğergamlıktır.

Kibirli insan, her şeyin kendisine âit olması gerektiğini düşündüğü için, aynı zamanda cimridir, gaddardır, acımasızdır.

Kibir, bazen fıtrattandır, doğuştan gelir. Böyleleri, hiçbir şeye sahip olmasalar da burunlarından kıl aldırmazlar. Bazen ise, dünyevî kazançlar, kibri doğurur, besler, büyütür. İlim sebebiyle mağrur olan, kazanç ve servet elde ettikçe şımaran, iktidar ve mevkînin gücüne kapılarak kibre boyanan pek çok insan vardır.

* * *

İnsan, gerçekte neye sahiptir ki, kibirlensin?! Kurulmuş, mükemmel bir şekilde tanzim olmuş bir dünyaya gözlerini açmıştır. Gökyüzündeki bulutları, ayı, güneşi ve bütün yıldızları, gezegenleri, ufuklarda gördüğü her şeyi o mu var etmiştir, yoksa hazır mı bulmuştur?! Yeryüzündeki dağları, ovaları, çölleri, okyanusları, insanları, binbir çeşit hayvan ve bitkiyi o düzenlemiş ve idare etmektedir? Kendisini o mu var etmiştir, idare etmektedir? Kalbini, gözünü, damarlarını, sinir sistemini, beynini, midesini, kısacası bütün organlarını o mu sevk ve idare etmektedir, yoksa hepsi kendi kendine bir düzen dâhilinde mi hareket etmektedir?

İnsan, doğup büyüyene, kendi ihtiyaçlarını karşılayana kadar hep birilerine muhtaç değil midir? Başına bir hâl gelse, kaza-belâya uğrasa, yaşlansa yine birilerine muhtaç değil midir? Her şeye sahip olan mütekebbirler, bir uçağa binip gökyüzüne çıkarken ya da bir dağın tepesinde yaşadığı mıntıkaya baktığında, aslında bu kâinât içinde insanın ne kadar küçük bir cirmi olduğunu fark etmez mi?

Aynı şekilde bir hava boşluğuna yakalanan bir uçakta, dağ gibi dalgalarla boğuşan bir gemide, mini minnacık bir mikrobun elinde kıvranıp duran insanda kibir kalır mı? Günde üç-beş öğün yemek yerken boğazından rahatsızlanınca bir şey yiyemez hâle gelen kimsede yahut yediklerini bir türlü hazmedip vücudundan def edemeyen bir kimse hâlâ gururlu mudur?

Bu yüzden kibir, nimetler içinde, konfor ve rahatlıkta ortaya çıkar; mahrumiyet, sıkıntı ve musibet anlarında değil!.. Hastalar, fakirler, borçlular, âcizler, kimsesizler kibirli olmazlar, olamazlar. Sırf bu yüzden bile aslında belâ olarak gördükleri bu hâller -sabredebildikleri takdirde- birer nimet değil midir?

Gençlik, sağlık, zenginlik, mevki-makam, güzellik, bilgi, akıl ve zekâ; kibrin en önemli sebepleridir. Bu yüzden bu imkân ve fırsatlara sahip olup da merhamet ve hizmet duyguları gelişmemiş, diğergâmlığa alışmamış insanlar, maalesef çok kolay kibre kapılabilirler. Rabbimiz, nimetlerine mazhar olduğu hâlde mütevâzî ve merhametli kalan, bu nimetleri âhiret sermayesine döndüren hizmet erlerinden kılsın bizleri de…

* * *

İnsan, zavallı bir varlıktır aslında… Bedeniyle, zaaflarıyla, unutkanlık ve saplantılarıyla, önyargı ve şuuraltı ile… Her an korkuya, ümitsizliğe yenik düşebilecek bir varlıktır. İnsanın sahip olduğu her şey, âriyettir (ödünçtür); gün gelir, sahibi bunları istediğinde kimse onu vermemezlik edemez. En başta canı emanettir; bütün malı, sevdikleri, akrabaları, bir ömür boyunca sahip olmak için gayret gösterdiği her şey fânîdir, geçicidir. Kimse, bunların üzerinde sonsuza kadar bir hak iddia edemez. Nasıl onlar bize, bizden öncekilerin eliyle geçmişse, bizden sonrakiler de biz yok olduğumuz zaman her şeyimize sahip olacaktır. O hâlde bizim, bize âit olmayacak şeyleri sahiplenmemiz ve bunların büyüsüne kapılarak gururlanmamız acınacak bir şeydir.

Bu dünya ve üzerindekiler, eskilerin artıklarıdır. Onlar, kullanıp atmış, biz de onları bulup kendi hânemize taşımışızdır. Gün gelecek, biz de, bize sorulmadan bunları terk etmek zorunda kalacağız. O hâlde onlar bizi bırakıp başkalarına yâr olmadan önce, biz onları, ebediyyen bizim olacak şekle getirelim; âhiret sermayesi kılalım. Yoksa o dünyalıklar, bazen biz ölmeden, bazen de daha toprağa girer girmez başkalarının olacaktır.

Bir gün Hazret-i Ömer, Cennetü’l-Bâkî kabristanını ziyarete gider ve onlara şöyle seslenir:

“-Allâh’ın selâmı üzerinize olsun, ey kabir ehli! Buraları soracak olursanız, hanımlarınız evlendi, evlerinize başkaları oturdu, mallarınız mirasçılara dağıtıldı.”

Hâtiften bir ses duyar:

“-Ey Ömer! Sen de buraları soracak olursan, önden ne getirmişsek, burada onu bulduk. Allah yolunda harcadığımız şeyi fazlasıyla aldık. Elimizden geldiği hâlde yapmadığımız şeyler konusunda da hüsrana uğradık.” (Bkz: Kurtûbî, el-Câmî, II, 73’den naklen Prof. Dr. Ömer Çelik, Hakk’ın Dâveti, I, sh: 177)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle