Ama Hatice Ablamız

İki yıl evvel Halime Demireşik Hocamız, Konya’ya gelmişti. Bu seyahat esnasında:

“-Sizi, yaşayan bir Allah dostu ile tanıştırayım!” demesi ile tanıdım, bu güzel insanı…

Yine Halime Hocamızın tavsiyesi ile her ay yanlarına gidiyor, onlara Şebnem Dergisi’ni, burada çıkan yazı, hikâye ve röportajları okuyordum. Âmâ Hatice ablamız, bütün yazıları dikkatle dinliyor, yazı ve röportajlarda ismi geçen kimselerle tanışmak istiyor, telefonlarını alıyor, kendileriyle irtibat kuruyordu.

Bu yazılar vesilesiyle kendisini ve âilesini tanımaya başladım. Hatice abla, altı kardeşin en büyüğü idi. Bu kardeşlerden de üçü âmâ idi. Âileleri, birçok âilenin aksine evlatlarını birbirinden ayırmıyor, bilhassa âmâ olanların etrafında âdeta pervâne oluyorlardı. Bu kadar yanlarına gittim, geldim bir kere dahî sıkıldıklarını, uflayıp pufladıklarını, hâllerinden şikâyet ettiklerini görmedim. Dilleri de, hâlleri de hep şükür üzereydi. Kıymetli annelerine bir ara:

“-Üç âmâ ile uğraşmak zor oluyor mu?” diye sorduğumda:

“-Hayır, onlara hizmet ettiğimde Rabbime hizmet ettiğimi düşünüyorum!” demişti.

Gözleri âmâ olan Hatice abla ile bir kardeşinin ayrıca “cam kırığı hastalığı” vardı. Bu sebeple küçük yaşlarından itibaren evlerinden hiç dışarı çıkmamışlardı. Düşünün, gözleriniz hiç görmüyor ve evde sabahtan akşama dört duvarın içindesiniz. Biz, kendimizi meşgul edecek onlarca şey varken bile evde birkaç gün oturduğumuzda hemen dışarı çıkmak, gezmek istiyoruz. Onların hayatları hep böyle geçmiş.

* * *

Hatice Ablamız,  Konya, Altınekin’de 1977 yılında doğmuş. Doğuştan “plazma faktör eksikliği” varmış. Belli aralıklarla kendisine plazma verilmiş. “Plazma” çok sayıda kandan hazırlanan özel bir kan… Doğduğunda gözleri görebiliyorken 5 yaşından sonra bilinemeyen bir sebeple görme kabiliyetini kaybetmiş. Âilesi birçok doktora götürmüş, ama bir türlü şifâ bulamamışlar. En son gittikleri doktor:

“-Boşuna çabalamayın; kızımız bundan sonraki ömrünü bu şekilde geçirecek!. Cenâb-ı Hak böyle istemiş, böyle takdir etmiş!..” deyince, âilesi, doktor doktor gezmeyi bırakmış ve kaderlerine teslim olmuşlar.

Hatice Hanımın ardından diğer iki kardeşi de, aynı yaşlara gelince gözleri görmez olmuş.

Annesi, Hatice’yi anlatırken; onun küçüklükten beri farklı olduğunu, 6-7 yaşına kadar oyun oynadığını, bundan sonra oyun oynamayı bıraktığını, hep duâ ettiğini söyledi. Kendisine bir kıyafet alındığında buna çok sevinmez, sadece vücudunu örtüğü için mutlu olurmuş. Küçük yaştan itibaren sûreleri ezberleyip namaz kılmaya başlamış. Okula başladığında, âmâ olduğu için arkadaşları tarafından hiçbir şekilde dışlanmamış, aksine herkes kendisiyle ilgilenmiş ve onu çok sevmişler.

* * *

 Hatice Ablamız, her hadisenin hep güzel tarafını görürdü. Telefonun ucundaki sesinde hep bir coşku, hep bir heyecan hissederdiniz. Hastalığına çok sabreder, hâline çok şükrederdi.

“-Bu hastalığı bana kim verdi, kimi kime şikâyet edeyim?!” derdi.

Hastalığını hiç belli etmezdi; etrafındakiler hastalığının ağırlaştığını, ancak abdest almaya kalkamazsa anlarlardı.

Bütün dünyası telefondu. Tanıdıklarını, sevdiklerini sık sık arardı. Kendisini ilk kez ziyaret edenden telefonunu ister, daha sonra da sık sık onu arardı. Her türlü sıkıntısını ve sevincini takip eder, özel duâ ederdi. O kişinin hiç bir şeyini unutmazdı. Sadece sizinle böyle ilgileniyor sanıp kendinizi özel hissederdiniz. Hâlbuki daha sonra bir öğrenirdiniz ki, telefonda görüştüğü herkesle benzer bir ilişki kurmuş ve herkese özel duâ edermiş. Başlangıçta kendisinin konuşmaya ihtiyacı var da sizi bunun için aradığını zannedersiniz. Daha sonra aslında sizin onunla konuşmaya ne kadar muhtaç olduğunuzu fark edersiniz. Bir kardeşimizin, “Onun aramasıyla rûhum şifâya kavuşuyor!” dediği gibi…

* * *

 Telefonla konuşacağında:

“-Konuştuklarımız emânet, ifşâ olmasın!..” diyerek odaya kimseyi almazdı.

Odasında bir köşesi vardı. Halının üstünde bir battaniye serili, üzerinde bir çarşaf… Kış olduğu zaman bu battaniyenin sayısı ikiye çıkardı. Onun üzerinde uyur, yemeğini orada yer, gündüz onun üzerinde oturur, tesbihini orada çekip duâsını da burada yapardı. Ancak abdest almak için yerinden kalkardı. Bir de misafir gelirse salona giderdi. Evde bal, börek, baklava da olsa yemez, ekmek ister, onu yerdi. Ekmek olmadığında, kuru ekmek de bulsa, suya banar bunu katık ederdi.

“-Ekmeği ziyan etmeyin, hesabı var!..” derdi.

Odasına pek kimseyi almazdı. Annesine:

“-Müsaade edin, duâ etmem lâzım!” diyerek ondan izin isterdi. Bir tek kardeşi Nesrin’i yanında görmek isterdi. Âdeta ikizi olan kardeşini... O da âmâydı. Annesi:

“-Gece ne zaman odasına girsem hep uyanıktı, hiç uyumazdı.” diye anlatıyor hâlini… “Sabah namazından sonra da uyumazdı; «Sabah namazı bereket vaktidir.» derdi. İşrak’ı kılar, bazen oturamaz uzanır, üzerine bir çarşaf örter, tesbihini öyle çekerdi.” diye devam ediyor.

“-Anne, belki büyük birisi gelir, temiz olsun!..” diyerek her gün odasının halısını fırçalatırdı. (Odasına her gün gelen büyük veya büyükler kimlerdi, acaba?)

Günü, duâ ve tesbih ile geçer. Osman Nûri Topbaş Efendimizin kasetlerini dinler, namazını kılar, şükreder, ortalığın selameti için hâcet namazı kılardı. Osman Efendimizi ve vâlidemizi çok severdi.

“-Babacığım (Osman Efendi için böyle derdi); Eylül’de gelecek!.. O geldiğinde şu, şu ikramları yaparsınız!..” demiş ve: “Babacığımın gelmesini iple çekiyorum, ama o zamana dayanabilecek miyim; dayanamayacak mıyım, bilemiyorum. Bu sene biraz geç kaldılar!..” diye efkârlanmıştı.

İhtilâta çok dikkat ederdi. Hiç, ama hiç sokağa çıkmazdı. Evli olan kız kardeşi şöyle anlatıyor:

“-Beyim, ablamı en fazla iki veya üç kez gördü. Bayramlarda hiçbir erkek akrabanın yanına girmezdi. Kendi yanına girerlerse, çok ağlar, çok üzülürdü. Kendisini haramdan çok korurdu. Vefat edeceği sabah anneme: «Babamı çağır, bana Yâsin okusun. Anne, sen de bana zemzem getir!..» demişti.”

Annesi bu işleri yapmak üzere odadan çıktığında, âmâ kardeşi Nesrin’e:

“-Şimdiye kadar seninle beraber yoldaşlık ettik. Ben dışarı çıkmadım diye sen de çıkmadın. Ben öldükten sonra da çıkma. Eğer çıkarsan senden dâvâcı olurum!..” diye tembihte bulunmuştu.

* * *

 Dört duvar arasında hiç şikâyet etmeden, aksine memnuniyet içerisinde geçen bir ömür... Osman Efendimizin buyurduğu gibi:

“-Köşklerde, saraylarda mutluluğu bulamayanlar var. Bu iki kardeş, bu küçücük odada huzuru buldular.”

Çünkü bu karanlık dünyada gönülleri aydınlıktı.

Annesinin son söylediği sözleri şöyleydi:

“-O evimizin duâcısıydı, bereketiydi. Onun duâsı vardı, sabrı vardı, şükrü vardı.”

* * *

Rabbimiz, Ümmet-i Muhammed’e sürekli duâ eden, türlü sıkıntılarına rağmen hayatını kulluk ve ibadetle geçiren, Cenâb-ı Hakk’ın nazlı kullarından birisi olan Hatice ablamızın şefaatine bizleri de nâil eylesin! Mekânı cennet olsun. Rûhuna el-Fâtiha…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle