Dedemin Osmanlıca Mektuplarından

Muhterem evlâdım;

Evvelen selâm eder, gözlerinden öper, sâniyen (ikinci olarak) sana edeceğim bir-iki kelâma dikkat kesilmeni isterim. Nitekim ömür kısa, yapılacak iş çok!. Yola ne kadar erken revân olur, azığını ne denli erken biriktirirsen, o kadar mesafe alır, o denli kazançlı olursun…

Dün kütüphanemin başına geçmiş kitaplarımla hasbihal ederken, rahmetli dedemin babasından kalma Osmanlıca mektupları geldi elime… Dedeciğim, hastalığının son zamanlarında beni yanına çağırmış ve gözüm gibi korumam şartıyla bana vermişti mektupları... Bu, beni hem çok mutlu etmiş, hem de hüzünlendirmişti. Nitekim dedem onları hiç kimseye, değil emanet etmek; el dahî sürdürmezdi.

* * *

Tıpkı rahmetli dedemin yaptığı gibi mektupları önce öptüm, kokladım, sonra başladım okumaya…

Mektuplar, seferberliğin acısıyla yazıldığı için, cesaret, metânet, azim dolu idi. Kalabalık düşman orduları karşısında teslîmiyet ve duâ dolu idi. Yeni doğan bebeğine, körpe hanımına hasret yüklü, ana-babanın duâlarına mazhar olabilmek için, hürmet ve saygı esaslıydı. Ama bunların yanında bir değeri daha vardı ki; dedeme hasretimi perçinleyip gönlümdeki itibârını bir kat daha artırdı.

Rahmetli büyük dedem, o ateş ortamında, o yoğunlukta, o yorgunlukta dahî insan-ı kâmil olabilmenin azmini taşıyordu. Bunu yüreğinde nasıl pişiriyordu ki, satırlarını bazen duâ ile bazen nasihat ile nakış nakış işlemişti. Cihad meydanında şehâdetle yüz yüze iken dahî tâlim ve terbiyeyi bırakmıyor, hem nefsine, hem sılada bulunan ehline tebliğini yapıyordu. Sanki bugünün modern insanına; hayatı yalnızca yaratılış gayesine uygun olarak hâlisâne yaşamaları gerektiğini; dünyada yalnızca bir kere imtihan haklarının bulunduğunu ve ulvî mesûliyetni hatırlatıyordu.

Bir mektubunda; askerliğinin çok uzadığından yakınan, savaşın bir an evvel biterek evine dönmesini isteyen nineme hitâben şöyle yazıyordu:

“Eli öpülesi kıymetli annem, bu savaş bir gün elbet bitecek. Bir gün elbet kavuşacağız. Amma bizim içimizde devam eden çetin savaş, küçük kıyametimize dek sürecek. Asıl bu savaştan korkmak lâzım. Var olduğumuz günden itibaren topraktan yaratılan beşerlik melekelerimizle Âlemlerin Rabbi’nin üflediği rûhî melekeleri arasında kıyasıya bir savaş hâkimdir.

Biri, bizi bedbin, kibirli, kıskanç, nankör, cimri, narsist (kendini beğenen), öfkeli, mal ve makam hırsı ile sürekli aşağıların aşağısına çekmeye çalışır, süflî ve alçak işlere sevk ederken; diğeri Âlemlerin Rabbi’nin üflediği hilm, tevâzû, diğergâmlık, hoşgörü, cömertlik ile, iyi işlere, yücelere çekmek ister. Elbette yüceler yürek ister, çaba ister, zorluk ister. Tıpkı yüksek dağlar gibi, her şeyi çetindir. Nefis ise daima kolaya yönelir, renkli neşeli ortamları tercih eder. Biraz da mal-makam, güç-kuvvet gelince, unutuverir bir damla sudan geldiğini…

Tıpkı cennette meleklere eşyânın isimlerini öğretme dersi veren İblis gibi, “ben” deyiverir bazen… “Ben” demek anlıktır. İnsanoğlu, en büyük mağlubiyeti, bu anlık patlama ile alır. Nitekim İblis, cennetten bu söz yüzünden kovulmuştur. Allâh’a ilk isyan, şeytanın gurur ve kibri ile başlamıştır.

Muhterem annem; esas olan bu savaştan galibiyetle dönmek, bu mevzide sağlam durabilmektir. İnsanın kemâlâtının önündeki en büyük barikat, Allah Teâlâ’ya kulluğa engel olan kibir ve ucub (büyüklenme ve kendini beğenme)dir. Nitekim kudsî bir hadîs-i şerîfte Allah Teâlâ; «İzzet gömleğim, Kibriyâ ise ridâmdır (elbisemdir). Bunları benden çekip almak isteyenlere azâbım haktır.» buyurmaktadır. (Müslim, Birr, 136; Ebû Davud, Libâs, 25)

Âlemlerin Rabbi’nin bir ismi de «el-Mütekebbir»dir; büyüklük ve hükümranlıkta eşsiz; yücelik ve ululukta tek olmasıdır. Bütün büyüklüklerin, bütün kuvvetlerin ve üstünlüklerin sahibi olan Allâh’ın benzeri, eşi ve dengi yoktur. Kibriyâ ve azamet kendisine mahsus olup büyüklüğünün sonu olmayan «Azîm»dir. Azamet ve kudretini hakkıyla tanıyıp idrâk eden bir insanda “ben” bulunmaz. Ne güzelliği, ne malı, ne makamı; hiç biri kendinin değildir çünkü... Yalnızca Hak Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu rol ve emanettir. Hattâ bu rol ve emanetlerin altında her dâim boynu bükük, gönlü kırık, nefsi fakir durur. Bu şekilde kendisine takdir olunan görev için çalışır; gerek seferberlik meydanlarında, gerekse gurbet ellerde… Değil mi ki; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Kim nefsini büyük görüp yeryüzünde kibirle yürürse, Allah Teâlâ’nın huzuruna çıktığında onun kendisine gazaplı olduğunu görür. » buyurmaktadır. (Ahmed, II, 118; Beyhakî, Şuab, X, 471/7817; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, I, 193/549)

Başka bir hadîs-i şerîf de şöyledir:

“Böbürlenerek elbisesini yerde sürüyen kimsenin, Allah Teâlâ, kıyâmet gününde yüzüne bakmaz!” (Buhârî, Libâs, 1; Müslim, Libâs, 42)

Kibir, insana açıktan büyüklük, enâniyet göstermek hissi verirken ucub; içinden, gizli şekilde kendini büyük görmesini sağlar. Bu sebeple hocalarımız -Allah onlardan râzı olsun- kendinizi mahlukâtın en aşağısı görmedikçe, mânen terakkî edemeyeceğimizi söylerdi daima…

 Sevgili annem; dünyada en onurlu meslek, en yüksek mertebe Hakk’a hakkıyla kul olabilmektir. Nitekim Hak Teâlâ insanoğluna; «Ey Âdemoğlu; eşyayı senin için yarattım, ama seni Kendim için yarattım. Senin için yarattığım şeyler uğruna, benim için yarattığımı kirletme!.» buyurmuştur. (Mişkâtu’l-Envâr, Nurlar Hazinesi, sh: 126-127; terc: Mehmet Demirci, İz Yayınları, İstanbul, 2001)

 “Güneş, herkesin üzerine eşit doğar; ama gül başka, leş başka kokar.”

* * *

Allâh’ım! Dedelerime rahmetle muâmele et, onları cennetinle mükâfatlandır… Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle