Sevdiler, Sevildiler; Güzellikleri O Yüzden

Bana Kim İnanır?

Nûr Dağı, Hira Mağarası’ndan kendisine ilk vahyi indiren Cebrâil -aleyhisselâm- ile buluşmanın verdiği korku ve endişe içinde derin düşüncelere dalan Peygamber Efendimiz eşine:

“-Şimdiye kadar Mekke’de herkes beni Abdullah’ın oğlu Muhammed olarak tanıdı, bildi. Kırk yaşıma kadar onların içinden, onlar gibi hiçbir farklılığı olmayan biriydim. Ama şimdi her şey değişti. Büyük bir emanet yüklendim. İnsanları Allâh’ın tekliğine, tevhide ve İslâm’a çağıracağım. Söylesene, insanları nasıl inandıracağım. Bana gelen meleği benden başka gören yok ki; bana gelen vahyi benden başka bilen yok ki… «Ben peygamberim, dün bana Cebrail -aleyhisselâm- geldi ve ilk vahyi indirdi.» desem, bana ne derler? Bana şimdi kim inanır?”

Efendimiz her ne kadar peygamber olup, Rahmanî büyük bir destek alsa da gayb âleminin ışıklarını, şehâdet âlemine göstermek mümkün olmayacağı için mesûliyetin büyüklüğü karşısında kendisini toparlamaya çalışmakla birlikte soruyordu:

“-Ey Hatice, şimdi bana kim inanır?”

O vefâ âbidesi hanım şöyle cevap verdi:

“-Asla korkma! Vallâhi Allah Teâlâ, Seni hiçbir zaman utandırmaz. Zîrâ Sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru söylersin, işini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın (zayıfa, yetime ve yoksula infak edersin), fakire ihsanda bulunur, hiç kimsenin veremeyeceği kadar verirsin. Misâfire ikram edersin. Hak yolunda zuhur eden hâdiseler karşısında (insanlara) yardım edersin! Emânete riâyet edersin. Senin ahlâkın pek güzeldir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1; Müslim, İman, 252; İbn-i Sa’d, I, 195)

Kısacası:

 “-Senin peygamber oluşuna ben inanırım, ey Allâh’ın Rasûlü!..” diyerek O’na ilk îman eden, O’nu ilk tasdîk edip destekleyen kimse olma şerefine erdi.

Hazret-i Hatice ve Hazret-i Zeyd bin Hârise’nin Müslüman olup gönülden destek vermeleri ile biraz olsun ferahlayan Peygamber Efendimiz, Allah Teâlâ’nın takdîr ve yardımı ile fevkalâde hâdiselere de şâhid olmaya başlıyordu.

 

Aşere-i Mübeşşere

Çocukluğundan beri arkadaşı olan, putlara tapmayan, ağzına aslâ içki koymayan, kumaş ve elbise tüccarı Hazret-i Ebubekir’in dükkânında soluğunu alıyordu Efendimiz… Bir araya geldiklerinde en çok konuştukları mevzû; “İnsanlığın hâli ne olacak?”, “Bu zulüm ve karanlık, bu adâletsizlik, zayıfın ezildiği, güçlünün haksız dahî olsa üste çıktığı bu vahşet nasıl durdurulacak?”

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, aynı derdin sancısını çeken Ebûbekir -radıyallâhu anh-’e mağarada yaşadıklarını, peygamber olduğunu ve insanları İslâm’a dâvet ettiğini anlatınca tereddüt bile etmeden getirilen şehâdeti, “Ben senin her ne olursa olsun arkandayım; malımla, canımla sana ve bu dine hizmet edeceğime söz veriyorum.” desteği takip etmişti. Hicret esnasında Peygamber Efendimiz ile Sevr Mağarası’nda bulunan, “ikinin ikincisi” olarak âyet-i kerîmelerde övülen Hazret-i Ebûbekir; Peygamber Efendimiz tarafından:

“Bütün insanların îmanı bir kefeye, Ebubekir’inki diğerine konsa, onun îmanı ağır basardı.” iltifatı ile sıddîkıyet makamına layık görülmüştür. O, hayatının sonuna kadar bütün varlığını İslâm’a adamış; bütün hayırlı işlerde en başta yer almış, müşriklerin işkencesine mâruz kalan güçsüzleri korumuş, servetini eziyet edilen köleleri satın alıp âzâd etmekte kullanmıştı.

Henüz 17 yaşında olan Sa’d bin Ebî Vakkas, rüyasında kendisini karanlık bir yerde görür. Bu esnada Ay doğar ve kendisi bu Ay’ın aydınlığına tâbî olur. Kendisinden önce kimlerin bu Ay’a uyduğuna bakar ve Zeyd bin Hârise, Ali bin Ebî Tâlib ve Ebûbekr’i görür.

“-Ne kadar zamandır buradasınız?” sorusuna, “Bir saat kadardır.” cevâbını alır.

Araştırır ve Hazret-i Ebûbekir’den Rasûlullâh’ın İslâm’a dâvet ettiğini öğrenir ve hemen gidip müslüman olur.

Talha bin Ubeydullah, Busrâ panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki bir manastırın rahibi:

“-Sorun bakayım, bu panayır halkı arasında, Harem ehlinden bir kimse var mı?” diye seslenir. Talha da:

“-Evet var! Ben Mekke halkındanım.” diye cevap verir. Bunun üzerine rahip:

“-Ahmed zuhûr etti mi?” diye sorar. Talha:

“-Ahmet de kim?” der. Rahip:

“-Abdullah bin Abdulmuttalib’in oğludur. Bu ay O’nun çıkacağı aydır. O, peygamberlerin sonuncusudur. Harem’den çıkarılacak; hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir. Sakin O’nu kaçırma!..” der.

Rahibin söyledikleri Talha’nın kalbine yer eder. Oradan alelacele ayrılarak Mekke’ye döner ve yakında herhangi bir olayın meydana gelip gelmediğini sorar. Abdullah’ın oğlu “Muhammedü’l-Emîn”in peygamberliğini îlan etmiş olduğunu ve Ebubekr’in de O’na tâbî olduğunu öğrenir. Hemen Ebûbekir’in yanına vararak rahibin anlattıklarını haber verir. Sonunda her ikisi birlikte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e giderler. Talha oracıkta müslüman olur.

Ebu Ubeyde bin Cerrah, Hazret-i Ebûbekr’in dâvetiyle veya Osman bin Maz’un başkanlığında arkadaşları ile Rasûlullah’a giderek müslüman olmuştur. Câhiliye döneminde Hazret-i Ebûbekr’in samimi arkadaşı olan Hazret-i Osman bin Affan da ilk müslümanlardan oluyordu.

Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas ve Talha bin Ubeydullah gibi İslâm’ın yücelmesinde büyük emekleri olan ilk müslümanların bir çoğu Hazret-i Ebubekr’in dâveti ile müslüman olmuşlardır.

Said bin Zeyd ise, babası Zeyd’in kendisine telkin ettiği hanîf dinin bilincinde olarak yetişmiştir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebliğe başladığı zaman, O’nun çağırdığı dinin, babasının prensipleri ile aynı olduğunu görür ve Peygamberimize tâbî olmakta gecikmez. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in az sayıda sahabî ile Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın evinde gizlice toplanmaya başlamasından önce müslüman olmuştur. Said bin Zeyd, Ömer bin Hattab’ın kız kardeşi Fâtıma ile evli iken Ömer bin Hattab da Said bin Zeyd’in kız kardeşi Atîke ile evliydi. Ömer bin Hattab, eniştesi ve kız kardeşinin müslüman olduklarını öğrenip onlardan hesap sormak için gittiğinde, evde okunan sûrenin tesiri altında kalıp müslüman olmuş, Peygamber Efendimiz öldürme niyeti ile yola çıktığı hâlde Erkam’ın evine ulaştığında buradan İslâm ile şereflenerek, Hazret-i Ömer olarak çıkmıştır.

Zübeyr bin Avvâm, küşük yaşta babasını Ficar harbinde kaybetmiş, talihsizlik o ya, annesi de çok katı disiplin sahibi bir hanım olduğu için zor bir çocukluk geçirmişti. Bu sıkıntılı zamanlarında kendisine en büyük desteği amcası Nevfel vermişti. Müslüman olduktan sonra, yeğenine duyduğu sevgi öfkeye dönen amcasından en büyük işkenceleri görmüştü.

Şuarâ Sûresi’nin 214. âyet-i kerîme ile Peygamber Efendimize, tebliğe yakın akrabalarından başlaması emredildiği için Cenâb-ı Peygamber, akrabalarına soruyordu:

“-Ey Abdülmuttaliboğulları; ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş bulunuyorum. İçinizden hanginiz, benim kardeşim ve dostum olarak bana bey’at edecek?”

İçlerinde sadece Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- daha on yaşlarında olmasına rağmen, ayağa kalkmış, yaşlı-başlı bütün akrabalarının arasında yalnızca o, Rasûlullah’a, istediği sözlerle beyat etmiştir.

Peygamber Efendimiz “Bana kim inanır?” derken daha sonra “aşere-i mübeşşere” (Cennetle müjdelenen on sahabî) olarak isimlendirilecek olan bu güzide sahabeler “Biz inanırız!” dediler.

Bu on güzîde sahabî şunlardır:

Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Hazret-i Ebu Ubeyde bin Cerrah, Hazret-i Sa’d bin Ebî Vakkas, Hazret-i Talha bin Ubeydullah, Hazret-i Abdurrahman bin Avf, Hazret-i Said bin Zeyd, Hazret-i Zübeyr bin Avvam… Radıyallâhu anhüm; Allah kendilerinden râzı olsun.

Tamamı ilk Müslümanlardan olan bu sahabîler ile yüce Rabbimiz, Peygamber Efendimizi teselli etmiş, âdeta O’na derin bir nefes aldırmıştır.

 

Ortak Özellikleri

Cennetle müjdelenen bu on sahabînin ortak özelliklerinden birisi, ilk müslümanlardan olmaları; diğeri ise Peygamber Efendimiz’in bizzat açıklamaları ile Allâh’ı ve Rasûlü’nü çok sevmeleridir. Bu büyük sevgi ile Hazret-i Peygamber’e ve İslâm’a muhteşem hizmetlerde bulunmuşlardır. O büyük zâtlardaki peygamber sevgisi o kadar büyük idi ki, bu sevgiyi Hazret-i Ali Efendimiz şu şekilde anlatmaktadır:

 “Allâh’ın Rasûlü; bize malımız, mülkümüz, çoluk-çocuğumuz, anamız ve babamızdan daha sevgili idi. O’na susadığımızda soğuk suya duyduğumuz arzudan daha çok arzu duyar, daha çok severdik.”

Kişi, sevdiği için neyini fedâ etmez ki?! “Sevgi, ispat ister!” deriz; bu büyük insanlar sevgilerini ispatlayarak cennetle müjdelenmişlerdir.

 Cenâb-ı Hak, Âdem -aleyhisselâm-’da “safvet”, Nuh -aleyhisselâm’-da “dâvet” ve “necat”, İbrahim -aleyhisselâm-’da “halîliyet” sıfatını kemâle erdirmiştir. Mûsâ -aleyhisselâm-’da “kelâm”, Yâkup -aleyhisselâm-’da “hüzün”, Yusuf -aleyhisselâm-’da “cemal” ve “sıdk”, Dâvud -aleyhisselâm-’da “tilâvet”, Süleyman -aleyhisselâm-’da “şükür”, Yahya -aleyhisselâm-’da “havf”, İsa -aleyhisselâm-’da “terk” ve “recâ”, sıfatlarını kemâle eriştirdiği gibi bunların zübdesi olan “rahmet” ve “muhabbet” sıfatını Fahr-i Âlem Efendimiz -sallâllâhu aleyhhi ve sellem-’de kemâle eriştirmiştir. Peygamber Efendimizin merhamet ve muhabbeti, sahabîlerine duyduğu düşkünlük, karşılığını aşk ve muhabbet olarak bulmuştur. Gerçekte sevilen sevmemişse seveni, seven sevemez sevileni… Onların bu büyük sevgisi Rasûl-i Ekrem Efendimiz’dendir.

 

Sevgilerinin İsbatı

“Aşere-i Mübeşşere” (cennetle müjdelenen on sahabî)’nin sevgisinin ispatındandır şu anlatılacak olanlar:

Sa’d bin Ebî Vakkas’a, annesi çok düşkündü. Atalarının dinine bağlı olan bu kadın, oğlunun gencecik yaşta müslüman olduğunu öğrenince evlâdı bu dinden dönünceye kadar günlerce aç ve susuz güneşin altında kalacağına dair yemin etmişti. Kendisi de annesine düşkün olan kıymetli sahabî, gündüzleri elinde şemsiye ile güneşten annesini korumaya, dudaklarını su ile ıslatmaya çalışmış, ama bu dinden annesi ölse dahî dönmeyeceğini söyleyerek annesini yemininden vazgeçirmiş, kendisi de îman imtihanı kazanmıştı. Sa’d -radıyallâhu anh- ve benzerlerinin karşılaşacağı bu gibi durumları çözüme kavuşturmak ve îman edenleri rahatlatmak için Allah Teâlâ, şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurmuştu:

“Bununla beraber eğer, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşmak için seninle uğraşırlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlara iyi davran...” (Lokman, 15)

* * *

Amcası Nevfel, İslâm’dan dönmesi için Zübeyr bin Avvâm’ı bir hasıra bağlayıp asar ve ateş yakarak dumanla ona işkence ederdi. İslâm’ın azılı düşmanlarından Nevfel bin Huveylid, Talha’nın müslüman olduğunu duyunca, Hazret-i Ebûbekir’le onu bir iple birbirlerine bağlamış, uzun süre iplerini çözmemiş, Teymoğulları da bu duruma seyirci kalmışlardı.

* * *

Onların İslâm’a hizmetlerinin ispatındandır: Hazret-i Ebûbekir, hayatının sonuna kadar bütün varlığını İslâm’a adamış, bütün hayırlı işlerde en başta yer almıştı. Müşriklerin işkencelerine mâruz kalan güçsüzleri, köleleri korumuş; servetini eziyet edilen köleleri satın alıp âzâd etmekte kullanmıştı. Hazret-i Bilâl, Hazret-i Habbab, Hazret-i Lübeyne, Hazret-i Ebû Fukayhe, Hazret-i Âmir, Hazret-i Zinnîre, Hazret-i Nahdiye, Hazret-i Ümmü Ubeys bunlardandır.

Mekkeli müşriklerin zorbalığından Müslümanlar Beytullâh’a gidip namaz kılamıyorlardı. Hazret-i Ömer müslüman olunca doğruca Kâbe’ye gitmiş, müslüman olduğunu haykırmıştı. Kendisine gösterilen tepkilere pabuç bırakmayan Hazret-i Ömer, bu muhalefeti kırarak herkesin gözü önünde müslümanlar ile birlikte Kâbe’de namaza durmuştu. Bu olay müslümanlara çok büyük moral olmuştur. Abdullah ibn Mes’ud:

“-Ömer’in müslüman oluşu bir fetihti!..” der.

Müslümanlığını ilk îlan eden Hazret-i Ömer olmuştu. Hicretini ilan eden de Hz Ömer’dir.

* * *

Aşere-i mübeşşere’nin İslam’a hizmetlerindendir: Müslümanlar Medine’ye hicret edince susuzluk ile karşı karşıya kalmışlardı. “Rume” kuyusu bir Yahudi’nin mülkiyetinde idi ve müslümanların kullanmalarına izin vermiyorlardı. Peygamberimiz:

“-Rume kuyusunu kim açarsa, ona cennet vardır.” hadîs-i şerîfi ile bu kuyunun ne kadar mühim olduğunu dile getiriyordu. Hazret-i Osman, Yahudi’nin fiyatını artırdıkça artırdığı Rume kuyusunu servet ödeyerek satın almış ve ücretsiz bir şekilde müslümanların istifadesine sunmuştu.

Bu güzîde sahabelerin ortak özelliklerinden bir diğeri de: Allah yolunda yakınlarına karşı savaşmaktan çekinmemeleridir. Nitekim Mücâdele Sûresi’nin:

“Allâh’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun; babaları, oğulları, kardeşleri, akrabaları bile olsa, Allâh’a ve Peygamber’e karşı gelenlere sevgi beslediklerini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine îman yazmış ve kendilerini tarafından bir rûh ile desteklemiştir. Onları, altlarında ırmaklar akan cennetlere koyar ve orada ebedî kalırlar. Öyle ki, Allah onlardan, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. İşte bunlar Allah taraftarıdırlar. İyi bilin ki, Allah taraftarları hep kurtuluşa erenlerdir.” (el-Mücâdele, 22) âyetinin aşere-i mübeşşereye dâhil olan ashab-ı kirâm hakkında nâzil olduğuna dair bazı rivâyet ve yorumlar bulunmaktadır.

Zira Bedir’de, oğlu Abdurrahman müşrikler safında yer aldığından Hazret-i Ebûbekir oğluyla çarpışmıştır. Mus’ab bin Umeyr kardeşi ile, Hazret-i Ömer dayısı ile çarpışmıştır. Zübeyr bin Avvam, o gün “Kureyş’in aslanı, Muttaliboğulları aslanı” diye bilinen amcası Nevfel’i öldürmüştür. Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrah, kâfir olan babası Abdullah’la karşılaşmış ve onu öldürmüştür.

Hepsi Kureyşli olan bu değerli sahabîlerin ortak özelliklerinden bir diğeri de Bedir Savaşı dâhil bütün savaşlarla birlikte Bey’atü’r-Rıdvân’a katılmalarıdır. Bey’atü’r-Rıdvân’da bulunamayan Hazret-i Osman adına bizzat Hazret-i Peygamber, iki elini birbirine kavuşturarak biat etmiş, onu da biata katılanlardan saymıştır. Çünkü o sırada Hazret-i Osman, Mekke’ye Peygamber Efendimizin verdiği vazifeyi îfâ etmek için gitmiş ve hattâ onun hakkında öldürüldüğü yolunda şâyialar çıkmıştı.

Uhud savaşında aşere-i mübeşşerenin kahramanlıkları dillere destandır. Hicret’in üçüncü yılında gerçekleşmiş olan Uhud savaşında, müslüman okçuların Peygamber Efendimizin tenbihlerini unutarak savaş bitti zannetmeleri ve yerlerini terk etmeleri yüzünden müşrikler müslümanların üzerine karşı saldırıya geçmişlerdi. Bu esnada Peygamber Efendimiz yaralanarak bir hendeğin içine düşmüştü. Müşrikler, Peygamber Efendimizin öldüğünü îlan ederek müslümanları psikolojik olarak harap etmiş, ne yapacağını bilemez olan müslümanlar sağa-sola kaçışırken Rasûl-i Ekrem Efendimiz çok az bir sahabî ile birlikte mücadele vermek durumunda kalmıştı. Aşere-i mübeşşere, böyle zor bir anda, Peygamber Efendimizin yanında saf tutanlardandı.

O sırada döğüşe döğüşe gerileyen Hazret-i Ali, Hazret-i Peygamber’in içine düştüğü hendeğe ulaşarak, onu korumaya almıştı. Sa’d bin Ebî Vakkas -radıayllâhu anh- cesaretinden hiç bir şey kaybetmeden ok atmaya devam ediyordu. Sa’d -radıyallâhu anh- ok atmakta mâhirdi ve hedefini şaşırmıyordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona ok veriyor ve şöyle diyordu:

“At, yâ Sa’d; anam-babam sana fedâ olsun…”

Onun bu günde tek başına bin ok attığı rivayet edilmektedir. Talha bin Ubeydullah, Uhud günü Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kahramanca müdafaa etmiş, O’na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine karşı kendi vücudunu siper etmiştir. Birçok kılıç ve ok yarası alan büyük sahabenin aldığı yaralar sonucu bir kolu çolak kalmıştır. Ebû Ubeyde bin Cerrah, savaş sonrası Rasûlullah’ın yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön dişleri kırılmıştır.

* * *

Aşere-i mübeşşerenin sadakat ve sevgisini ispatındandır: Umre yapmaya niyetlenip ihrama giren Peygamber Efendimiz ile birlikte sahabîleri Mekke’ye almak istemeyen müşriklere Rasûlullah Efendimiz:

“-Savaş için değil, umre için geldik. Kâbe’yi ziyaret edip develerimizi kesip döneceğiz!..” haberini müşriklere vermesi için elçi olarak Hazret-i Osman’ı görevlendirmişti.

Teklifi kabul etmeyen müşrikler ret cevabını vermişler; haber, müslümanların safına “Hazret-i Osman öldürüldü!” olarak ulaşmıştı. Bu hâdise üzerine Peygamber Efendimiz “Bey’atu’r-Rıdvan” adıyla tarihe geçen biatlaşmayı umre için gelen 1.500 kadar ashâbı ile yapmış, Hazret-i Osman için de sol elini, sağ elinin üzerine koyarak beyatlaşmıştı. Bu sırada müsrikler, Osman -radıyallâhu anh-’a isterse Kâbe’yi tavaf edebileceğini bildirmişler, ancak o, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tavaf etmeden, kendisinin de tavaf etmeyeceği cevâbını vermişti. Hudeybiye’de bulunan sahabîler ise Rasûlullah’a:

“-Osman, Beytullah’a kavuştu. Onu tavaf etti; ne mutlu ona!..” dediklerinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Beytullah’ı biz tavaf etmedikçe, Osman da tavaf etmez!” buyurmuştur.

Aşere-i mübeşşere’nin Allah ve Rasûlü’ne sevgisi, İslâm’a hizmeti ve kahramanlığının ispatındandır: Müslümanların sayıca fazla olduğu, ama gurura kapıldıkları için târumâr oldukları Huneyn Savaşı’nda dağılan binlerce Müslümanı, Hazret-i Ali, sabır ve yiğitlik ile etrafında tekrar toplamayı başarmış, savaşın yönünü değiştirmiştir.

“Ceyş’ül-Usra” diye adlandırılan Tebük Seferi’ne çıkacak ordunun üçte birini Hazret-i Osman, tek başına teçhiz etmişti. Asker sayısının otuz bin olduğu bilinen bu zorluk ordusuna dokuz yüz elli deve, yüz at, bunların süvarilerinin teçhizâtı, on bin dinar nakit para yardımında bulunan Hazret-i Osman’a Peygamber Efendimiz:

“-Ey Allâh’ım, ben Osman’dan râzıyım, Sen de râzı ol!..” diye duâda bulunmuştu.

Sa’d bin Habib, Cennetle müjdelenen sahabelerin isimlerini zikrederek söyle demektedir:

“-Onlar her zaman savaşta Rasûlüllah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önünde, namazda ise arkasında durmuşlardır.”

“Şimdi bana kim inanır?” diyen Peygamber Efendimiz, bugün kendisine inanan milyarlarca müslümanın varlığından ve kendisine duydukları sevgiden mânen haberdardır. Fakat bu kadar müslümanın sevgisi ispat istediği için; İslam için ön safta, namaz da ise câmide, cemaatle imamın hemen arkasında saf tutulmalıdır ki, Peygamber Efendimiz’in cennetlere dâhil edecek şefaati bizlere de nasip olsun.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle