Fena Bulsun Şu Aciz Katre, Ummanında

Geceleyin gökyüzünü salkım salkım doldurup, yönümü bulduran yıldızlar… Sabahımda güne huzur olup lâhûtî nağmelerle şakıyan bülbüller… Gönlümün kederinde İnşirah Sûresi’nin derinliğinden, sadrıma genişlik veren tılsımlar… Susuzluktan çatlamış olan topraklara hayat olan yağmurlar… Ey yaşamaya, sevmeye, sürûra sebep bütün güzellikler! Söyleyin nerede, bütün güzelliklere sebep?

Seni aradım, bulmadan önce; uzun sürdü bu bilmece… Nağmelerde söyledim, yağmurlarda dinledim, gözyaşımda yaklaştım… Ve nihayet bir duâda Seninleydim! Seni adından bilirdim sadece… “İsm-i Şerîf”inin yakıcı serinliğinde hayata mola verir, tekrar dönerdim mâlâyânîye. Ne zaman ki Seni tanıma bahtiyarlığı düştü nasibime, o vakit anladım ki benim varlığım, Senin yüce hatırana var edilmişti. Iztıraplarımın en büyük müsebbibi, bunu anlamadan geçirdiğim hecelerim, heveslerim, gecelerim….

Seni yaşadım bir gece… Sen mîrâca yol alıp, aklın idrakten âciz kaldığı bir sahada sayısız tecellîler yaşarken, ben de geri döndüğünde Seni ilk tasdik eden kıymetlilerinden olabilmek için yalvardım. Bir anda gecenin karasına nûr olan Ay ve yıldızlar raksa başladı, yapraklar da içli bir zikre… Rüzgâr, senin adının hoş nağmesi ile ıslıklar çalarken, Sıddîk-ı Ekber’e yaklaşmama engel bir yara, teslîmiyetsiz bir çehre önümde!.. Ne zaman yaklaştığımı zannetsem bir anda aramızda uçurumlar açan sorular beliriverdi zihnimde…

Tâif’te taşlanışın, Rabbine yalvarışın, Hûd Sûresi’yle yaşlanışın, ümmetine düşkünlüğün ile ağlayışın, Rabb’e kulluğunun kemâliyle secdelerde sabahlayışın, önüne kâinat serilmeye hazırken bir hurma ile mesrûr oluşun geldi zihnime... Hiç olmazsa bir vasfım ile Sana yakın olayım dedim, beceremedim.

Bir huzur yaşadım Seninle… İmtihanın bir çember gibi etrafımı sardığı bir anda, “Topla heybene biriktirdiğin ne varsa ve çek git!” diye sessiz çığlıklar attığım bir demde, Sen yön verdin geleceğime!.. Nübüvvetin ilk yıllarında, herkesin Seni yolundan alıkoymaya çalıştığı zamanlarda, en güvendiğin insan, Ebû Tâlib çıktı karşına:

“-Vazgeç dâvândan!.. Bana da, kendine de eziyet etme! Vazgeç!..” dedi! Gözleri de karışıyordu konuşmasına… “Eğer bu davadan vazgeçmezsen, Seni himayeden vazgeçerim!” diyordu âdeta…

İşte ben de buna benzer bir imtihanda çekmiştim isyan bayraklarını… Sahi Sen ne yapmıştın? Verdiğin cevap, takındığın tavır ve duygu yüklü gönlüne rağmen o vakur edânla dâvâna sahip oluşun, yolumu aydınlattı yeniden…

“-Amca…” diyordun, “Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseler dahî yine de davamdan vazgeçmem!..” Rahatlıyordum. Dâvâm, derdimden daha büyükmüş; bunu Seninle yeniden idrak ediyordum…

Kalemimin kuvveti kesilir, “Sen” deyince… Kâğıdım uzaklaşır ve ben lâl olurum… Seni anlatmaya dermânım olmadığı için kendi aczimi anlatırım. Sana gönül yaramı sunar, derman olacak bir dokunuş beklerim! Bazen gönlümün gücü eksilir, tâlip olmayı beceremem; bazen derman ile buluşur, işte böyle lâl kesilirim.

Seninle vuslatı temennî eder, lâkin bunu nasıl isteyeceğimi bilemez, bir âşık gönlün, Yaman Dede’nin gönlünden ve dilinden seslenirim:

 Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek,

 Nasîb olmaz mı sultanım, haremgâhında can vermek,

 Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek,

 Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasûlâllah!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle