Hayırla Yad Edilmek

Selçuklu vezirlerinden Muînüddin Pervâne, bir gün Hazret-i Mevlânâ’yı ziyarete gelir ve ona şöyle der:

“–Ey mürşidler güneşi! Lütfen bana bir yol göster. Zira ben, şu an sahip olduğum her şeyimi, vefat etmiş olan babama borçluyum. Servet, şöhret ve mevkiimi bana hayatta iken o temin etmişti. Bu sebeple bir vefâ borcu olarak, ona öyle büyük bir kabir yaptırmak istiyorum ki, dünyada eşi benzeri olmasın. Nesiller sonra bile bu kabrin önünden geçenler; «Burada büyük bir insan yatıyor ve bu âbideyi yapan da onun kıymetini bilmiş.» desinler. Bana böyle bir âbidenin özelliklerini anlatır mısın?”

Mevlânâ Hazretleri, elindeki geniş imkânları, daha çok siyasî kudret ve servet için kullanmakta olduğunu bildiği Selçuklu vezirine uzun uzun bakar ve akabinde şöyle sorar:

“–Demek, baban için büyük bir âbide yaptıracaksın. Çok mu büyük olmasını istiyorsun?”          

“–Evet, mümkün olduğu kadar büyük ve azametli olmasını istiyorum!”

“–Peki, yapacağın âbide şu gök kubbeden daha mı ihtişamlı olacak? Büyüklüğüyle gökyüzünü kapatacak mı?”

Hazret-i Mevlânâ’nın bu suâlini hiç beklemeyen Muînüddin Pervâne çok şaşırır. Zira yaptırmak istediği âbide gökyüzünü aslâ kapatamayacak ve ondan daha ihtişamlı olamayacaktır. Sonra hayretle sorar:      

“–Aman efendim. Hangi âbide gökyüzünü kapatabilir ki? Bu mümkün değil!”

Beklediği cevabı alan Hazret-i Mevlânâ ise, gülümser ve vezire şu hikmetli nasihatte bulunur:

“–Mâdemki senin yaptıracağın âbide, ne kadar büyük olursa olsun, şu âlemin gök kubbesi kadar ihtişamlı olmayacaktır ve mâdemki insanların öldükten sonra hayırla yâd edilmeleri için bir himmet ve gayretin sahibi olmaları gerektiğine inanıyorsun; o hâlde neden babanın ismini kâinâta duyurmak ve gönüllerde yaşatmak yerine, bir taş yığınının içine hapsetmek istiyorsun?!

Sana düşen vazife, elindeki bütün imkânları hayra, adâlete, şefkat ve merhamete kullanarak; «Bu ne hayırlı evlât!.. Böyle bir evlâdı yetiştiren babaya ne saâdet!..» dedirtmektir.

Unutma ki, aslâ yıkılmayan, zamana hükmeden en büyük âbide, insanların idrâklerine ve hâfızalarına hayır-hasenât kalemi ile yazılmış hizmetlerdir, gayretlerdir.”

t

Bu fânî dünyaya mal ve mevkî kazanmaya değil, bilâkis âhirete hazırlanmaya geldik. Yûsuf u’ın, yedi sene süren bolluk yıllarında, ardından gelecek olan yedi senelik kuraklık yıllarına hazırlandığı gibi, biz de şu fânî imkân ve fırsatlar dünyasında, ebedî âhiret yurduna hazırlanmalıyız.

Nitekim Rasûlullah r Efendimiz, bir defasında Târık bin Abdullah t’a şöyle nasihat etmişlerdir:

“Ey Târık! Ölüm gelip çatmadan evvel ölüme hazırlan!” (Hâkim, Müstedrek, IV, 347/7868)

Şunu da bilhassa ifâde etmek lâzımdır ki, ölüme hazırlanmak, kendine kabir hazırlamak değil, kabre kendini hazırlamaktan ibârettir.

Berâ t anlatıyor:

“Biz Rasûlullah r Efendimiz ile bir cenâze teşyîinde bulunmuştuk. Efendimiz r, kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki gözyaşlarıyla toprak ıslandı. Sonra da:

«–Kardeşlerim! İşte asıl böylesine mühim bir yer için hazırlık yapın!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Rivâyete göre yaptığı seferlerle yeryüzünün tamamına hâkim olan Zülkarneyn u vefatından evvel şu vasiyette bulunmuştur:

“Beni yıkayın, kefenleyin! Sonra bir tabuta koyun! Yalnız kollarım dışarıya sarkık kalsın! Hizmetkârlarım arkamdan gelsin! Hazinelerimi de katırlara yükleyin! Halk, benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünya mülküne rağmen eli boş gittiğimi, hizmetkârlarımın da, hazinelerimin de bu dünyada kaldığını, benimle beraber gelmediğini görsün! Bu yalancı ve fânî dünyaya aldanmasın!..”

Zülkarneyn u’ın bu vasiyetini âlimler şöyle îzah etmişlerdir:

“...Dünya, baştanbaşa benim idârem altında idi. Sayısız hazinelere sahip oldum. Fakat dünya nîmetleri kalıcı değildir. İşte gördüğünüz gibi mezara eli boş gidiyorum! Dünya malı dünyada kalır. Siz, âhirette faydası olacak işlere bakın!..”

Bu dünyadaki işler, çocukların sahil kenarındaki kumlukta ev yapmalarına benzer. Onlar kumları üst üste yığarlar da sonra birbirlerine caka satarak; “Ne güzel bir kale yaptım, ne güzel ev yaptım.” derler. Sonra denizden bir dalga gelir ve hepsini bir anda alır gider. Aynen bunun gibi, insan bu fânî âlemde dünyaya ait ne yaparsa yapsın, âkıbet, bir ecel dalgası gelip onu hâk ile yeksân etmektedir.

Bu sebeple mühim olan, sâlih ameller ve hayır-hasenât ile gök kubbede hoş bir sadâ bırakarak ömür defterini kapatabilmektir. Hakk’ın dîvânına bu hâlet-i rûhiye ile, böylesine müsterih bir vicdan, selîm bir kalp ve yüz akıyla varabilmek, ne büyük saâdettir.

Dolayısıyla en büyük kayıp da Hazret-i Osman t’ın buyurduğu gibi; “sahibinin âhiret seferi için azık hazırlayamadığı uzun bir ömürdür.”

Son nefesle tevdî edileceği yerin toprak, konuşacaklarının münker ve nekir melekleri, uğrak yerinin kıyamet, son durağının Cennet veya Cehennem olacağının idrâki ile yaşayan kimsenin, ölüm için tedârikli olması, ona göre tedbir alması ve bütün imkânları ile ölüm için hazırlanması gerekir. Hattâ insan, dâimâ kendisini mezardaki ölülerden saymalıdır. Çünkü uzak olan, gelmeyecek olandır. Yoksa her gelecek yakındır. Akıllılık, ölüm için hazırlanmaktır. Nitekim bir sahâbî, Rasûlullah r Efendimiz’e:

“−Mü’minlerin en akıllısı kimdir?” diye sormuştu. Efendimiz r:

“–Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır. İşte (gerçek) akıllılar bunlardır.” buyurdular. (İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Ölümü bir hüsran olmaktan çıkarıp ebedî bir zafere dönüştürebilmek, onu mâtem değil “şeb-i arûs / düğün gecesi” hâline getirebilmek de, ölümden sonra arzu edilen adrese hazırlanıp ölmesini bilenlerin kârıdır…

Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Mezar ihyâ etmek; ne taşladır, ne tahta ile ne de keçe iledir. Lekesiz bir gönülde, kendi iç temizlik âleminde, kendine bir mezar kazman îcâb eder ki, onun için Allâh’ın yüce varlığı önünde kendi ham nefsinin iddiâ ve benliğini yok etmen gerekir.”

Bu hâlin tecellîsini bizzat yaşayan Hazret-i Mevlânâ, yine kâmil mü’minler nazarında mezar inşâ etmenin, cesedi toprağa gömmekten ibâret olmadığını şöyle ifâde buyurmuştur:

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yeryüzünde aramayın. Bizim mezarımız, âriflerin gönüllerindedir.”

Velhâsıl mü’min, dâimâ şu idrâkin içinde olmalıdır:

Ömür nîmeti her gün tükenmektedir. Dolayısıyla dünyadan bir gün daha uzaklaşıp kabre bir gün daha yaklaşmaktayız. Hayatın hangi safhasında Azrâil ile karşılaşacağımızı da bilmiyoruz. Bu sebeple de hayatı dâimâ amel-i sâlihlerle geçirmek lâzımdır ki, son nefes -inşâallah- sâlih ameller üzere gerçekleşsin.

Cenâb-ı Hak cümlemize, gözlerden akan nedâmet şebnemleri ile ğufrân iklimlerine ulaşmayı ve “ölmeden evvel ölünüz” sırrına ererek hakîkat âlemine uyanmayı nasîb eylesin...

Âmîn!..

 

SPOT:

İmâm Gazâlî Hazretleri buyurur:

“Mü’min, her sabah kendisine şu hatırlatmalarda bulunmalı:

«–Benim yegâne sermâyem ömrümdür. Ömrüm nihâyete erince sermâyem de gider ve artık kazanma imkânım kalmaz.

Bu sebeple de ey nefsim! Şu anki hayatını, ölümden sonra sana ikrâm edilmiş büyük bir nîmet bil! Vakit kaybetmeden nefsânî arzularını bertaraf etmeye çalış! Bol bol amel-i sâlih işle! Sakın ola ki bugünün bir ânını bile boşa geçirme. Zira her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.»”

 

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle