Serambi Mekkah (Mekke’nin Ön Bahçesi) AÇE

Dünyada cenneti andıracak en güzel yerlerden birisi olmalı Açe…

Hint Okyanusu’nun doğusunda, Sumatra Adası’nın kuzeyinde Gâzi Cihan Şah tarafından kurulmuş olan Açe İslâm Devleti, 16. asırda Osmanlı devleti ile diplomatik ilişkiler kurmuş ve o devirlerden itibaren Osmanlı padişahları adına hutbe okutmuştur.

Zengin yer altı kaynakları ve verimli topraklara sahip olan Aceh, Endonezya’ya İslamiyet’in ilk olarak girdiği ve buradan diğer adalara yayıldığı bir merkezdir. Bu büyük coğrafyada İslâm’ın yayılışına öncülük ettiği için, Açe’nin diğer adı da Serambi Mekkah (Mekke’nin Ön Bahçesi)’dir.

Daha 2009 yılına kadar havaalanının hemen çıkışında asılı duran bir tabelada, “Burası İslâm kanunlarının hüküm sürdüğü bir yerdir. Hareketlerinize dikkat edin!” ibaresi yazılı imiş. Fakat 2009 yılı itibariyle bu tabela kaldırılmış.

Açe’de gezerken, şehrin merkezinde büyük bir câmi dikkatinizi hemen çeker: “Beytü’r-rahman Câmii”… Bu câmi, Anadolu’daki ifadesiyle bir “Ulucâmi”dir. Açe’nin 150 yıllık geçmişe sahip en büyük ve en eski camisidir. Çevresinde Çin mahallesi ve Budistlerin yoğun olduğu mahalleler vardır.

5 yıl önceki büyük tsunami esnasında bu câmi, hem Müslümanları, hem de Çinli ve Budistleri bağrına basmış. Çevredeki bütün ev ve binalar toptan yıkıldığı hâlde, bu câmi ve içindekilere hiçbir zarar gelmemiş. Hatta şahitlerinin anlattığına göre, bu câmi, tsunaminin etkisi ile havaya yükselmiş, sonra tekrar aynı yerine inmiş. Bu hadiseden etkilenen oradaki budist ve çinlilerin hepsi îmân etmişler.

Gençler, evlenirken nikâhlarını bu camide kıydırmaktadırlar. İkindi namazını müteâkip bu câmi, Açe’deki her mescid gibi, okuldan gelen talebelerle dolup taşmaktadır. Orada dînî ilimleri ve Kur’ân derslerini öğrenen kız-erkek bütün çocuklar, her gün ikindi ilâ akşam namazı arasındaki saatlerini burada geçirmekteler. Böylece Açe’deki bütün mescitler, hayatın merkezinde yer almakta...

Genel olarak Endonezya’daki Müslümanlar için namaz çok önemli… Orada kadın-erkek herkes cemaatle namaz kılıyor. Beş vakit namaz, hayatlarının ayrılmaz bir parçası olmuş. Ezanla birlikte hayat duruyor. Namazın ardından tekrar başlıyor. En açığından en tesettürlüsüne kadar küçük-büyük, kadın-erkek herkes namaz kılıyor.

Ama maalesef, İslâm’ın diğer hükümleri üzerinde bu kadar hassasiyet yok. Hanımların çoğunluğu başörtülü olduğu hâlde, başörtünün altına pantolon ve gömlek giyip motosiklet kullanıyorlar. Erkeklerle aynı şadırvanda abdest alıp namaz kılıyorlar. Başlarına örttükleri örtü de bir örf olarak kalmış. Çünkü başını dışarıda örten hanımlar, abdest alırken, kıyafetini düzeltirken başkalarının yanında rahatlıkla açılabiliyorlar. Birçoğu, tesettürün gereğini ve şeklini fazla bilmiyor. Çevreden veya anne babasından gördüğü şekilde örtünmeye devam ediyor. Bu hususta örnek ve rehber olması gereken din âlimlerinin pek çoğu, dînî ilimler ve halkı irşad etme hizmetlerinden ziyade dünyevî rızık peşinde koştukları için bir başıboşluk var. Bilenler de bu yaygın hâle gelmiş örfe cephe almaya çekiniyorlar herhâlde...

Endonezya halkı, genel olarak Şâfiî mezhebine mensup… Bu sebeple kadın ve erkeğin birbirine dokunması ile abdestleri bozulmuş oluyor. Ama kadın ve erkekler arasında, Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir yakınlık var. Yabancı kadın ve erkekler, birbiriyle sokak ortasında uzun müddet konuşabiliyor, şakalaşabiliyor ve hatta bazen en mahrem âilevî konuları bile birbirlerine anlatabiliyorlar.

Endonezya, yaklaşık 250 milyon nüfusa sahip bir ülke… Bunun da neredeyse % 90’ı Müslüman… Ama toplum âdeta kapalı bir kutu olarak kaldığı için, İslâm’ın bir çok hükmü, muâmelât sahasında geleneğin değerlerine mahkûm olmuş.

Tsunami, bu bölge için bir milât olmuş. Hem ülkeye dışarıdan çok miktarda yardım gelmiş, hem de yeni yeni coğrafyalardaki Müslümanlarla tanışıp kaynaşma fırsatına kavuşmuşlar.

Tabiî, bu hizmet yarışında Türkiye’nin bambaşka bir rolü var. Hem devlet, hem de toplum olarak Tsunami sebebiyle mağdur olmuş buradaki kardeşlerimize ilk yardımı götüren ülke, Türkiye… Burada hizmet eden sivil toplum kuruluşları ve cemaatler, birbiri ile yardımlaşarak hizmet yarışı içindeler… Kimi yetimhâneler açmış; kimi geçici, kimi de kalıcı konutlar inşâ ederek bu bölge halkına teslim etmiş, kimi okul açarak daha uzun zamana yayılacak bir hizmete başlamış.

* * *

İşte okulların kapandığı yarıyıl tatilinde, Hind Okyanusu’nun ötesindeki bu Müslüman ülkeye bir seyahatimiz oldu. Endonezya’nın başkenti Jakarta’ya indik. Orada bir gece konaklayıp Banda Aceh bölgesine doğru yola çıktık. İlk gün Aceh şehrini kısaca gezdik ve sizler için yukarıda anlattığımız bilgileri topladık.

Ertesi gün, Tsunami sebebiyle Türklerin yaptırdığı Lamno Köyü’ne doğru yola çıktık. Sahil boyunca bir tarafımız yeşillik, diğer tarafımız okyanus… Pek çok koy ve sahilin yanından geçtik. Her taraf cennet misâli yeşillik… Balta girmemiş ormanlar… O kadar çok yeşillik var ki, insanın ciğerleri oksijenden patlayacak gibi… Dünya kültürel mîrası içine alınan bu yeşilliklerin korunması için, ülkeye, uluslararası teşkilatlar tarafından ödenekler ayrılıyormuş. Yol boyunca, aç maymunlar arabaların etrafında geziniyor. Arabalardan atılan muzlara, yiyeceklere alışmışlar. Biz de yanımızdaki muzları atıyoruz. Hepsi birden atlıyor ve bir muzu yemek için birbirleriyle kapışıyorlar. Yeşilliğin arasında gürül gürül akan şelâleler insanı büyülüyor.

Bu güzellikleri, çeşit çeşit mescidler tamamlıyor. Her mescidde İslâm’ı öğrenmeye çalışan hanım ve erkekler toplanmış. Bazı mescidlere biz de girip onlarla sohbet ediyoruz.

Nihayet Lamno’ya varıyoruz. Burası, Tsunami esnasında en çok zarar gören bölgelerden birisi… Köyün yarısı suların altında kalmış ve nüfusunun da büyük kısmı vefat etmiş. İşte bu bölgede, Türkiye’den gelmiş hizmet erleri, bine yakın kalıcı konut inşâ etmiş ve ihtiyaç sahiplerine teslim etmişler. Yaklaşık beş yıldır, bu evler kullanılıyor.

Türk olduğumuzu öğrenince büyük bir sevgi ve saygı gösteriyorlar. Namaz vakitlerine yakın her mescidden çeşit çeşit salavât-ı şerife ve duâlar yükseliyor. Namazın ardından Kur’ân-ı Kerim tilâvetleri, akşamları da toplu zikir sesleri kaplıyor sokakları...

Burada en çok dikkatimizi çeken şeylerden birisi de yetimhanelerin çokluğu... Hemen hemen her yerde yetimhâneler var.

“-Bu yetimhânedekilerin hepsi tsunami yetimleri mi?” diye sorduğumuzda, cevap çok şaşırtıcı:

Yetimhâneler, aslında tsunamiden önce de çok fazla imiş. Çünkü âile bağları çok kuvvetli değil… Âile fertleri, bir çatı altındayken bile birbirinden çok uzak… Bu bölge anaerkil bir topluluk… Âilede kadının sözü geçiyor. Kadın, evleneceği erkeğe tâlip olup erkeğin âilesine başlık parası gibi bir bedel ödüyormuş. Erkeklerin çoğunluğu, hanımlarından izinsiz bir şey yapamıyor. Dolayısıyla boşanma da çok yaygın… Tabiî ortada kalan çocuklar da yetimhânelere gönderiliyor. Tsunamiden önce yetimhaneler çok bakımsız barakalar hâlinde imiş. Yarı aç, yarı tok… Acınacak hâlde… Tsunamiden sonra gelen yardımlar sayesinde bölgenin, dolayısıyla yetimhânelerin de şekli değişmiş. Özellikle Türkiye’den giden yardım kuruluşları ve cemaatlerin yaptırdığı yetimhaneler ile buralar daha insânî bir hâl almış. Hepsi üç öğün karınları doyan, daha havadar, suyu ve tuvaleti olan, o ülkenin şartlarına göre lüks sayılabilecek imkânlar içinde yetişiyorlar. Tabiî bunda ganî gönüllü yardımseverlerin payı büyük…

Bu hizmet sancağını dalgalandıranların hepsinden Allah râzı olsun. Özellikle cemaatimizin Banda Aceh’te yaptırdığı yetimhâne ve ona bağlı komplekste beş küsur yıldır yüzlerce yetim barınmakta… Her türlü ihtiyacı, Türkiye’den giden yardımlarla karşılanan bu yetim kardeşlerimiz, Türk halkına selâm, minnet ve duâlarını bizlerle ulaştırmak istediler. Bu yetimlerle gece-gündüz meşgul olan, onların ifadesiyle “bir anne” ve “bir baba” olarak gördükleri M. Sami Çil Bey ve Zeynep Hanım’a biz de bu vesileyle teşekkür etmek isteriz. Hem Türkiyeli Müslüman kardeşlerimizin maddî-mânevî emânetlerini en güzel şekilde yerlerine ulaştırdıkları için, hem de böyle zorlu bir seyahatimizde en güzel şekilde bizi ağırladıkları için…

 

ÜÇ ŞEHİD ANNESİ: HAYATU’N-NUFUS HANIMEFENDİ

Konudan konuya geçtik… En son Lamno’da kalmıştık… Tsunamiden sonra Türkler tarafından kalıcı konutların inşâ edildiği köyde… Burada Tsunami’nin canlı şahitlerinden birisi ile görüşme fırsatı bulduk: Hayatu’n-nüfus Hanım… Hayatı çok acı, ibretlerle dolu…

Tsunamiden 27 gün önce üçüncü çocuğunu dünyaya getirmiş. Tsunami ondan eşini, üç çocuğunu, ebeveynini ve kardeşlerini almış. Bize hasretle eşinin, çocuklarının, ebeveyni ve kardeşlerinin fotoğraflarını gösteriyor. Evinin duvarındaki bu sararmış fotoğraflar, onlardan kalan tek hatıra…

Akrabalarından hayatta kalan sadece üç kişi var. Ağabeyi, kendisi ve ablasının yetimi… Şimdi Türklerin yaptığı tsunami konutlarının birinde, ablasının yetimi ile birlikte yaşıyor. Evlerin inşası bitince ilk ev, ona verilmiş. Çünkü en muhtaç, en çaresiz, en yalnız kimse, Hayatu’n-nüfus Hanımefendi imiş.

Türklerin çok çay içtiğini bildiği için sohbetimiz başlamadan önce bize hemen çay demliyor. Ve röportajımıza başlıyoruz.

 

Bir toplumun kadınları, o toplumun pusulası gibidir. Bu yüzden ilk sorumuz hanımlar üzerine olsun. Endonezya’da kadın olmak nasıldır? Hanımlar, hayatlarından memnunlar mıdır?

Endonezya’da kadın olmak güzeldir. Ve herkes hemen hemen aynı şartlarda yaşar. Eğer ev hanımı ise, sadece eşi ve çocukları ile ilgilenir. Burada en önemli yemek, öğle yemeğidir. Öğle yemeği hazırlanır. Yemekten sonra herkes bir saat istirahate çekilir. Burada hayat sâkindir.

 

Peki, biz hemen asıl sorumuza geçelim. Tsunamiyi bekliyor muydunuz? Yoksa âniden mi geldi?

Tsunamiyi hâlâ unutamadım. Sanki daha dün yaşamış gibiyim. Önce deprem oldu. Depremden iki saat sonrada Tsunami geldi. Deprem olunca hepimiz bir felâket olur endişesi içinde idik. Çünkü deprem çok şiddetli olmuştu. Ama felâketin Tsunami olacağını tahmin etmiyorduk.

Sabah saat 7:30 civarında kahvaltı yapmıştık. Henüz 27 günlük olan bebeğime süt verdim. Benim kocam, bu köyün muhtarıydı. Sabah köyün kahvesine gitmek için evden çıktı. Depremde hasar görmüş mü diye merak ediyordu. Oraya gidip hemen eve geri geldi. Deniz seviyesinin çok yükseldiğini söyledi. Evde dokuz kişiydik. Annem babam da bizimle birlikteydi. Deniz seviyesinin yüksekliğini haber alan herkes, köyden kaçmaya başlamış. Ağabeyimin motosikleti vardı. O bizi tek tek mescide taşımaya başladı. Önce beni, kucağımda bebeğim ve ikinci çocuğumu alıp mescide götürdü. Ama bütün âilem evde idi.

(O esnada kızım Rukiye Rahmet’e hasretle bakarak benim kızımda aynı böyle idi. Kaybettiğimde dokuz yaşında idi. diyor.)

Elhamdülillah ona Kur’an-ı Kerim okumasını öğretmiştim. Hatta o başkalarına da Kur’ân öğretmeye başlamıştı. Namazını da kılıyordu. (Burada daha fazla dayanamayıp ağlamaya başlıyor.)

 

(Biz de onu gözyaşlarına eşlik ederek teselli etmeye çalışıyoruz.) Onlar, Allâh’ın izni ile şehid!.. Çünkü Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîfinde “Boğularak ölen şehiddir.” buyuruyor.

Hayatu’n-nüfus hanım, câmiye sığınanların hepsi kurtuldu mu?

Çok az kişi kurtuldu. Caminin karşısında Nakşibendî Medresesi vardı. Nakşibendîlerin talebeleri ve hocaları, hatta müridleri de oraya toplanmışlardı. Tsunami hepsini yuttu. Camiye sığınınca minberin yanına oturdum. Yanımda mescidin camı vardı. Ben, suların o camı kırıp içeriye girdiğini gördüm. Kucağımda bebeğim vardı. Bir elimle de kızımı tutuyordum. Ama yaşayıp yaşayamayacağımı kestiremedim. Ve kızımın elini bırakmak zorunda kaldım. Sonra fark ettim, bebeğim de kucağımdayken ölmüş. Onu hiç kucağımdan bırakmadım. Hatta daha sonra onu kendi ellerimle gömdüm.

Tsunami üç kademeli geldi. Birinci dalgada dağa kadar yükseldik. Nerdeyse iki-üç kilometre ötelere sürüklendik.

İkinci dalga gelince ben sürüklene sürüklene köyün dışındaki köprüye kadar gelmişim. Bebeğim hâlâ kucağımdaydı. Köprünün yanında oturdum. Şokta idim. Bebeğim aklıma geldi. Emzirmek istediğimde onun öldüğünü anladım. Artık beni hayata bağlayan hiçbir şey kalmamıştı.

Bu ara üçüncü dalga geldi. O dalgaların içinde bir ara ölmek istedim. Ama yapamadım. Yaşamak için çaba sarf ettim. Eğer kendimi bıraksaydım. İntihar etmiş olacaktım. Ve bunun çok büyük günah olduğunu biliyordum. Beni Yaratan da, yaşatan da Cenâb-ı Hak’tı. Canımı almak da O’na yakışırdı. Bu yüzden kendimi suların içine bırakamadım. Yaklaşık yarım metre bir tahta bulup, onu kolumun altına soktum… Bebeğim hâlâ kucağımda idi. Onu gömmek istiyordum.

Gelen dalgalar, 30 metreden yüksekti. Önüne neyi kattıysa, savurup atıyordu.

 

Dalgalar çekilince sizi kim kurtardı? Köyün dışına kadar sürüklenmişsiniz, sizi hemen bulabildiler mi?

Üzerimde iki elbisem vardı; biri iç, diğeri de dış elbisesi… Parçalanan dış elbisemi çıkarıp, bebeğimin yüzüne örttüm. Arkamdaki bir kadın:

“-Kıbleye arkanı dönme; yüzünü dön!..” diye seslendi.

Herhâlde edeben böyle söylediğini düşündüm. Yüzümü kıbleye dönünce gördüm ki, dalgalar çekilmeye başlamış. Tutunduğum tahtada başka bir ağırlık hissedince baktım ki, o tahtaya tutunan sadece ben değilmişim. Arkamda bir kedi, onun arkasında da bir yılan vardı. Ben kendimi yalnız zannediyordum, meğer yalnız değilmişim. Arkamdaki kedi bile şoka girmiş; sürekli bir ileri, bir geri gidiyordu. Bir süre etrafımda dolandı durdu.

Çevredeki köyler, bizim oraya tsunami geldiğini televizyondan öğrenmişler. Askerler yardım için gelmiş. Onları görünce işaret ettim. Böylece Allâh’ın izni ile kurtulmuş olduk. Sonra diğer köydeki akrabalarım beni hastaneye götürdüler.

 

Kalıcı bir rahatsızlığınız oldu mu?

Aslında görünüşte küçük sıyrıklar vardı. Onlar kısa zamanda geçti. Ama çok su yutmuşum. Tsunami ile gelen su da çok pismiş. Kokulu bir su, ara ara akıntı oluyor. Doktora gittim. Ameliyat olmam gerektiğini söyledi. Ama bunu karşılayacak maddî gücüm yok.

 

Tsunamiden önce köyde kaç kişi yaşıyordu? Kurtulanların sayısı ne kadar oldu?

Köyümüz tsunamiden evvel sekiz yüz kişi idi. Tsunamiden sonra dört yüz kişi kaldı. Yani yarısı tsunami şehidi oldular.

 

Dünyanın her yerinden Müslüman ülkeler yardım edince neler hissettiniz?

Her yerden yardım geldi. Bütün kardeşlerimizden Rabbimiz râzı olsun. Ama beni en çok etkileyen, Türkiye’den gelen yardımlardı. Çünkü tsunamide her şeyimizi kaybetmiştik. Bize Türkiye’den yardım olarak gıda ve ilacın yanında seccade ve başörtü geldi. Bu çok büyük bir incelik… Herkes bu inceliğe sahip değil. Gerçekten seccade ve başörtüsü, bizim için çok anlamlıydı. Şimdi oturduğumuz evler de Türklerin yardımlarıyla yapıldı. Türkleri çok seviyoruz. Sami’ye de teşekkür ederiz. Bize gerçek bir kardeş oldu. Onu ve âilesini çok seviyoruz. Onlar Açeli Türkler…

 

Teşekkür ederiz. Biz de sizi çok seviyoruz. Biz Müslüman kardeşleriz. Bir vücudun âzâları gibi… Bu yüzden Tsunami felaketini kendimiz yaşamış gibi üzüldük. İslam kardeşliği, öyle bir kardeşlik ki, dünyanın bir ucunda da olsan kapı komşusu gibisin. Son olarak Türkiye’ye dergimiz aracılığı ile söylemek istediğiniz mesajlar var mı?

Bizi derdimizle başbaşa ve çaresiz bırakmadığınız için çok teşekkür ederim. Bizi çok uzaklardan gördüğünüz için, Allah da en zor zamanınızda ve kıyamette sizi en güzel hayırlarınızla görsün. İnşâallah cennette de beraber oluruz.

 

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle