Ruhum Sende Kaldı

“-Anneciğim!”

“-Efendim, kızım?”

“-Kâbe’mize mi gidiyoruz?”

“-Evet, kızım…”

Gidilecek yol şerefli olunca ikisinin de minicik yürekleri sığmıyordu yerine... Biri yedi, diğeri üç yaşında; iki küçük hanımefendi ferâcelerini giydiler, başörtülerini örtüp uçağa bindiklerinde henüz istikamet İstanbul idi.

Pilot, İstanbul’un hava şartları, uçuş süresi, uçuş yüksekliği hakkında bilgi veriyordu. Sağıma dönüp baktığımda, iki küçük meleğimin minicik avuçlarını açıp pilotun her cümlesinin ardından:

“-Âmin, Âmin!” dediklerini görünce, gülmekten alamadım kendimi.

Duâ zannettikleri anonslarla, onların bu kutlu yolculuğa kendilerini çoktan hazır hissettiklerinden şüphem yoktu artık… Anladım ki vakit, onların hatıralarını tazecik dimağlarına altın harflerle yazmanın vaktidir.

İlk durağımız Medîne-i Münevvere… Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûr-i mânevîlerine doğru yol alırken uçağın pervanesinin her bir dönüşünde kalplerimizin ritmi adım adım kontrolden çıkıyordu sanki... Medîne’ye ulaştığımızda, ortalığı saran Ravza’nın kokusu, akıllarımızı aşk sarhoşu yapınca, annelik kaygılarımın tamamını geride bırakmıştım bile…

“-Acaba ne yer, ne içerler? Onca kalabalıkta onlara sahip çıkmaya gücüm yeter mi?”

Şimdi bu soruların yerini:

“-Neden benim evlâtlarım Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ayak bastığı topraklarda koşturup, oynamasınlar?” aldı.

Sonra Rabbime, bizi bu lütfa eriştirdiği için sonsuz kere şükrettim.

Üç gün, üç gece Ravza’nın pervânelerinin altında, hurma ağaçlarının gölgesinde soluklanan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in oturduğu yerlerde oyunlar oynadılar, yetmiş milletten gelen çocuklara şeker dağıttılar. Evde bir küçük karıncadan korkan nazlı kuzucuklar, orada kendi elleri büyüklüğündeki çekirgelerle arkadaş oldular. Zemzem bidonlarından kendilerine zemzem almak, en büyük eğlenceleri oldu. Kâh uykuları geldi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübarek ayağını bastığı yerlere koydular yüzlerini uyudular, kâh lisânı ayrı, ırkı ayrı onlarca çocukla, halkalar kurup oyunlar oynadılar.

Medîne-i Münevvere’den ayrılma vakti geldiğinde, işte bundandır ki, onlar da en az bizim kadar hüzünlü idi. Belli ki, onların da küçücük yürekleri doyamamıştı.

Başımız önümüzde, kalbimizi kaplayan o tarif edilemez hüzün ile vedâ ziyaretimizi yaptığımızda, yedi yaşındaki kızımın:

“-Ne olur! Bizi bir daha çağır, yanına…” diye yakarışını duydum.

Mekke-i Mükerreme’ye gitmek üzere otobüse bindiğimizde sessizliğe boğulduk. Bir taraftan hüzün, bir taraftan heyecan… İlerleyen vakitte, ihrama girmenin îtinalı duruşu… Ağzımızdan çıkan her bir kelimenin daha önce hiç bu denli ince bir süzgeçten geçmediğini anladım. Bakışlarımız, adımlarımız, sözlerimiz, mânevî bir zırha bürünmüştü âdeta... Keşke hep böyle olunabilseydi. Kimse kimseyi incitmemek için, kıldan ince, kılıçtan keskin sırat köprüsünde yürür gibiydi.

Mekke’ye ulaştığımızda kalplerimiz artık Kâbe-i Muazzama’yı görebilmenin heyecanı ile çarpıyordu.

“-Kızlarım, unutmayın! Mübârek Kâbe’mizi görünce edeceğiniz ilk duâ kabul olacak!”

“-Anneciğim, ben oyuncak isteyebilir miyim?”

Dedim ki:

“-İste yavrum, ziyanı yok. Ne istersen iste. Çünkü biz, «Her biriniz bütün ihtiyaçlarını Rabbinden istesin. Hattâ koptuğunda ayakkabı bağını bile!..» (Heysemî, X, 150) buyuran bir Peygamberin ümmetiyiz.”

Başımız önümüzde, dizlerimizin bağı ha çözüldü, ha çözülecek... Ve biliyorum ki o an beni ben ayakta tutmuyorum. Kucağımdaki çocuğu da ben taşımıyorum.

Vakit, vuslat vakti…

İşte! Kalabalığın içinde yalnızım! Gördüm! Elimi kaldırdım. “Bismillâhi Allâhu Ekber!” Mânevî barkoda kendimi okuttum.

“-Geldim” dedim. “Beni de gör!”

Hâlbuki zifiri karanlıkta, kara taşın altına gizlenmiş, kara karıncayı gören kudret mi göremeyecekti beni? Hiç şüphem yoktu, lâkin yalvarışım vardı. Ve şimdi!..

Kudreti kalemime nefes verenin adıyla…

Bismillâhi Evvelühû ve Âhiruh!

“-Geldim!” dedim. “Günahımla, yüzümün karasıyla Sana layık olmayan şu kerih bedenimle işte buradayım! Ne olur, kucağımdaki şu iki günahsız sabî hatırına, huzurundan geldiğim iki cihan serveri hatırına, beni de kabul et!..”

Her tavafta yandıkça yandı letâiflerim… Her şaftta rûhum bir kat semâvâta yükseldi.

Utandım! Üç yaşındaki çocuğum zarar görür mü ki diye korkan yüreğimden utandım. Çünkü o mahşerî kalabalıkta, yaşı babamın yaşında olup da, boyu benim üç yaşındaki kızımın boyundan küçük olan elsiz, ayaksız insanların yanımda tavaf ederkenki feyizlerini görünce kendi korkularımdan utandım.

Yoruldum diyen dilimden, acıktım diye midemden, çocuğumu taşıdım diye acıyan omzumdan utandım. Onların verdiği emeği görünce kendi meşakkatimin küçüklüğünden utandım. Hem utandım, hem şükrettim.

Şimdilerde gül kokulu Medîne, arzın yedi kat üstüne uzanan ihtişamlı zerefşan kubbeleriyle Ramazan-ı Şerif’i yaşamakta… Ey kutlu şehir! Ben fakir, ancak bedenimi getirdim, rûhum sende kaldı. Rûhum, Senin sahibinin ve Sana şeref verenindir.

Ve ey cennetimin mihrâbı Kâbe’m! Boğ beni nûrunla!.. Kalbimin mihenk taşı ol! Benim ve benden gelecek neslin ruhları sendedir! Sahip olduğun her şey, senin sahibinindir.

Ve ey Medîne-i Münevvere’nin, Mekke-i Mükerreme’nin, gecenin gündüzün, rûhumun, bedenimin tek sahibi olan Rabbim…

Ümit ediyorum ki, buraya getirdiğim bedenim, burada Senin Şer’-i Şerîf’in üzere hizmet etsin.

Duâm o ki, ayaklarım, yalnızca Senin rızân için yürüsün, gözlerim yalnızca Seni görsün, her baktığı yerde... Kalbim, Kâbe’n olsun. Bir tek Sen ol, merkezim…

Bizi Sen’den ayırma!..

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle