Kızımla Hasbihale Devam Hazineler, Saklı Yerlerdedir

Sevgili kızım;

Okul programına geleceğim gün, Üsküdar’da vapuru kaçırınca mecburî yarım saat beklemek zorunda kalmıştım da, üzülmüştüm. Oysa hayır gibi görünen şeylerin arkasında ne büyük şerler; şer gibi görünen hâdiselerin arkasında ne büyük hayırlar gizliymiş; o gün bir kez daha inandım, îman ettim…

Vapur, gözlerimin önünde uzaklaşırken -bîçâre- çantamdan kitabımı çıkarıp kenardaki banka oturmuştum ki, kısa bir müddet sonra yanıma iki kız arkadaş gelip oturdu. Oturmalarıyla birlikte, yalnızca ben değil, bütün salon, sohbetlerine kulak misafiri olmak zorunda kaldık. Öyle sevinçli ve heyecanlı konuşuyorlardı ki, yalnız sözlü iletişimleri değil, beden dilleri de dikkatleri çekecek kadar etkili idi.

Bilirsin, insanları tanımayı ve sosyolojik analiz yapmayı çok sevdiğim için kitabımı kapatıp sessizce izlemeye başladım. Tabiî ki izleyen yalnızca ben değildim, görevliler dâhil salonda bekleyen bütün yolcular…

Birbirlerine, dışarı çıkmaları için annelerini nasıl kandırdıklarını ve zavallı annelerinin nasıl inandıklarını anlatıyor, gülüyorlardı. Zaman zaman da vicdanî sorumluluktan kurtulmak için günlerdir evde çok fazla iş yaptıklarını; babalarının çok fazla sıktığını, dışarı çıkmalarına izin vermediklerini vs. söylüyor, duygusal moda geçiyorlardı.

Anne olduğum için, öncelikle bu kızlara kızıp söze nasıl dâhil olsam diye düşünürken, meselenin temellerine inip bir zamanlar bunların çok mâsum olduklarını, yalan söylemek şöyle dursun konuşmayı dahî bilmediklerini; güzel veya çirkin her şeyi âilelerinden, özellikle de annelerinden öğrendiklerini hatırlayınca:

“-Âh bu anneler!” demekten kendimi alamadım.

 

Kapanmayan amel defterim, gözümün nûru kızım;

Kadın olmak, zor zanaattir; genç kız olmak ise, ipek elbiseye işlenen nakış gibi, ince ve zariftir. Attığın her ilmek, tuttuğun her gergef, ipekte iz bırakır. Tâ ki sırmalı bohçalar ve kilitli sandıklarda saklananlarda dahî kat izi kalabilir. Binâenaleyh nârin ve pek kıymetli olan ipeği, yine nârin ve ince bir nakışla bezemek gerekir. Çok zordur; zaman ister, yoğun emek ister, alın teri döktürür. Ama işlendikten sonra, kadr ü kıymetine paha biçilemez.

Genç kızların gonca güller gibi ne varlıklarına, ne kokularına doyum olmaz. Aldıkları eğitim, gördükleri terbiye, değerlerine değer katar. Lâkin her dâim hassas terazilerle tartılır; ince ölçülerle değerlendirilirler. Nitekim iyiler, iyiler içindir. Hudâvendigârlar (âmirler, hâkimler) zorlu yollarda kendilerine yoldaş olacak hanım sultanları; fâtihlere ana olacak sâliha vâlideleri seçerek tercih ederler.

 

Güzel kızım;

Kadının fıtratı çok farklıdır. Kadın süslenmeyi sever, eğlenceli ortamlar hoşuna gider, sohbet ve muhabbetten hoşlanır. Sevilmek ve takdir edilmek, en büyük psikolojik gıdasıdır. İlginçtir, Rabbimiz de süsü, güzelliği sevmektedir. Şöyle bir bak yeryüzüne; nasıl da süslemiştir renk renk çiçeklerle, böceklerle, ovalar ve dağlarla… Yeryüzünü yeşille renklendirirken gökyüzünü maviye boyamış, aralarda şırıl şırıl ırmaklar akıtmıştır. Ulvîliğini ispat edercesine masmavi denizleri serivermiştir gözler önüne...

İnsan cinsinden de süslenme özelliğini kadına vermiştir. Hazret-i Havva’dan itibaren kadın hep çekici, hep cilveli olmuştur. Câhiliye döneminde bu özellik çığırından çıkıp nâhoş görüntüler oluşunca, İslâm Dîni buna düzen ve tertip getirerek tesettürü emretmiştir. Ama dikkatini çekerim; yasaklamamış, kaldırmamış, yalnızca sınır ve çerçeve çizmiştir.

Hattâ vahyin nâzil olduğu zamanlarda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu konuya ayrı bir önem vermiş; biat etmeye gelen kadınların ellerini gördüğünde bu kadın ellerinin neden kınasız olduğunu sormuş ve erkek elinden farklı olması gerektiğini bildirmiştir. Hanımların, el ve ayaklarının bakımları için süt, hurma, safran gibi maddeler kullanarak yumuşatmalarını tavsiye etmiştir.

Hanımlar da fıtratları gereği, midyelerden, deniz kabuklarından, inci, mercan, bitki tohumları ve olgunlaşmamış hurmalardan takılar yapmış ve kullanmışlardır. Ayrıca ticaret yoluyla gelen fildişi, kaplumbağa kabuğu ya da hayvan boynuzlarından yapılan bilezik kolye ve küpeler takmışlardır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biat için gelen Ümmü Sinan el-Eslemiye’ye deri parçasından da olsa, bileğine bir şey takması gerektiği şeklinde ikazda bulunmuştur. Hattâ o kadar ileri gidilmiş ki, Ümmü Fadl, Enes bin Mâlik’e; “bir kadının kolye takmaksızın namaz kılıp kılamayacağını” sormuş; Enes bin Mâlik- radıyallâhu anh- Peygamber tavsiyesine uygun olarak deriden de olsa takı kullanması gerektiğini tavsiye etmiştir.

Yine rivayetlerde hem Mekke’de, hem Medîne’de hanımların kuaförlerinin bulunduğunu görmekteyiz. Ümmü Rile -Allah ondan râzı olsun- hem Mekke’de, hem de Medîne’de hanımların süslenmesini, saç ve vücut bakımlarını yapan isimlerden birisidir. Hazret-i Hatice’nin kuaförünün adı ise, Ümmü Züfer’dir.

Binâenaleyh; kadın, asr-ı saâdet de dâhil olmak üzere, süslenmeyi ve çekici olma fıtratını her daim yaşamıştır. Ama bunun, dağlarda kendiliğinden yetişen ayrık otları gibi değil de, düzenli, bakımlı ve korumalı yapılması güzeldir. Gizlenmekte her zaman bir sır vardır. Saklanmak, bir şeyin değerini artırır, değerli olan şeyler saklanır. İşte İslâm Dîni, kadının güzelliğini, süslenmesini yasaklamamış, ama ona değer verdiği için örtmüş, gizlemiştir.

Elbette gizlenmesi, örtülmesi gereken, yalnızca beden güzelliği değildir. Kadının sesi, bakışları, vücudu, yürüyüşü her şeyi ziynetidir. Dolayısıyla kadın, ismiyle dahî mahfî (gizli) olmalı, muhafaza edilmelidir.

İmdi zamanımızı ve ahvâlimizi izleyince, aklıma hep Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyanın çekiciliğini bildiren:

“Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. Şüphesiz ki, Allah dünyanın idâresini size verecek ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O hâlde dünyadan sakının.” (Müslim, Zikr, 99) buyurduğu hadîs-i şerîfi gelir.

Özellikle modernizm ve teknolojinin zirve yaptığı günümüzde, dünyanın süsünden, çekiciliğinden, oyun ve eğlencesinden kurtulmak çok zor!..

Ama boş kalbin misafiri çok olur. Kalpler, Allah sevgisi, Peygamber muhabbeti ve ilim zenginliğiyle doldurulduğu takdirde, günümüzün süslü kıyafetleri, sanal eğlenceleri, kıyl ü kâl olan gereksiz konuşmaları çok yavan kalır; kolay kolay tesir edemez.

Hasan Basrî -rahmetullâhi aleyh-:

“Bir kişi ilim öğrendiğinde, bu ilmin tesirinin o kişinin basîretinde, huşû’unda, dilinde, elinde, namazında, zühdünde görülmesi gecikmez.” buyurmuştur. (Dârimî, 391)

 Biz, dünyaya gezmek eğlenmek, güzel kıyafetler içinde süslenmek, internet başlarında sörf yapmak üzere gelmedik!.. Allâh’ın rızâsını ve cennet nimetlerini kazanabilmek için imtihan olmak üzere geldik. Fakat en büyük derdimiz, dünya ve dünyalıklar!..

Bilirsin, nefis, karşıda yemini görüp hızla koşan, aç ve azgın bir kurda benzer. Bunu durdurmak için türlü tedbirler almaz ve çeşitli gayretler göstermezsek, elbette dünya ve dünyalıklar bizi kıskacına alır. Bu sebeple İmâm Şâfiî -rahmetullâhi aleyh-’in buyurduğu gibi;

“-Sen nefsini hak ile meşgul etmezsen nefsin seni bâtıl ile meşgul eder.”

Sanal ortamlar, sosyal medyalar, dış bedenin bakım ve süslenmesi, senin sermayen olan ömrünü tüketir gider.

 

Rabbimin emaneti olan yavrum;

Uzun gibi görünen dünya, aslında çok kısadır. Bak, dün yeni doğmuş, hiçbir şey bilmiyordun; bugün diş hekimi olmak üzeresin. Ben senin asıl yurdumuz olan âhirette, ipek elbiseler içinde, daha güzel, daha mutlu olmanı isterim. Bunun yolu ise, ilme, irfâna ve ibadetlerine sıkı sıkıya sarılmaktan geçer. Aksi hâlde, dünya ve dünyalıklar hakîkaten çok çekici, çok kaygan ve çok tehlikeli…

Selâmetle…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle