Ruh Ve Bedeni Terbiye Eden Ulvî Açlık: Oruç

Son derece karmaşık bir yaratılışa sahip olan insanın maddî yapısı bugün tam mânâsı ile anlaşılamamış, çeşitli ilim dallarında yıllarca emek verip çalışmalar yapan bilim insanları, her gün yeni bir gelişme ile yeni sırlar keşfetmeye devam etmiştir.

Muvakkat hayatını bir imtihan çerçevesinde yaşamak üzere dünyaya gönderilen Âdemoğlunun, burada çeşitli mükellefiyetleri bulunmaktadır. Hiçbir varlığa gücünün üzerinde bir vazife yüklememiş olan merhametli Rabbimiz; yerlerin göklerin kaldıramayacağı “kulluk vazifesi” ile mes’ûl tuttuğu insanın mayasına, bu büyük sorumluluğu yerine getirebilme istîdâdını da koymuştur. Bu; bütün varlık âleminde cereyan eden bir yaratılış kanunudur. Tohuma ağaç, dişiye anne olma, toprağa besleyiclik, buluta yağdırma ilh... istîdâdının sırlanması gibi, insana da “Rabbini tanımak ve bilmek, O’nu severek O’na dost olabilmek, emirlerine itâat” olarak tarif edilen kulluk vazifesini yerine getirebilme kabiliyeti verilmiştir. Yani ilâhî emirlere muhatap olan insana, tâkati üzerinde bir emir teklif olunmamıştır.

Mükemmel bir sanat harikası olarak halk edilen insanın bedenindeki en büyük hücre, yumurta hücresidir. Bunun sebebi; anne rahmine yerleşip oradaki kan damarları ile beslenme başlayana kadar zigotun aç kalmamasıdır. Onun daha nutfe safhasında bile hücre içindeki gıdaları yemesi söz konusu olup, bu anlamda beslenmesi görmezden gelinmemiştir. Zigot, embriyo ve fetüs gibi, insanın gelişimini ifade eden safhaların her birinde en mühimi; yavrunun beslenmesidir ve bu, büyük bir ihtimamla sağlanmaktadır. Bebek daha doğmadan, anne rahminde beslendiği gıdaya benzer muhtevada yeni bir gıda anne bedeninde hazır edilmekte, ilâhî kudretin ikrâm ettiği bu tertemiz gıda, dünyaya gözünü açan bebeğin hem lokması hem ilâcı olup, psikolojik olarak da onu takviye etmektedir.

Varlık sahnesine çıktığı ilk andan itibaren, adım adım gıda ile tanıştırılan insanın hayatında mühim bir yeri hâiz olan yeme-içmenin, mükellefiyet yaşına gelindiğinde senede bir ay, belli saatler arasında sınırlandırılması, hakikaten üzerinde düşünülmesi gereken, câlib-i dikkat bir konudur. Sâir zamanlarda da îfâ edenler için büyük mükâfatların vaad edildiği oruç ibadetinin zâhiri, belli vakitlerde mideyi lokmadan men etmeye ve onu bozan diğer hâllerden uzak durmaya dayanmaktadır. Her ne kadar mânevî hayata dikkat edilmemesi onun bâtınına zarar verse de, fıkhî olarak orucu bozan şartların içinde yer almamaktadır.

Maddesi ile türâbî (topraktan) bir yapıya sahip olan ve topraktan gıdalanan vücut sisteminin, bir mânâda dünya ile olan bağlantısını belli bir müddet sınırlayan oruç ibadeti ile; yıllarca canı istedikçe yemeye alışmış olan bünyede neler olmaktadır? O, hakikaten bedeni zorlayan ve güçten düşüren, vücutta devam eden milyonlarca kimyevî reaksiyonu baltalayan ve hücrelerin dengesini bozan bir açlık hadisesi midir? İnsan, sırf etten-kemikten ibâret olmadığına göre, ulvî bir niyet ortaya koyarak aç kalmanın onun elle tutulup gözle göremediğimiz tarafına herhangi bir tesiri var mıdır?

Oruç tutarken kişinin, bedenini yemek-içmekten uzak tutması, vücuduna sadece zâhiren lokma girmesine mânî olmaktadır. İnsan yemek yemese de hücreler beslenmelerini sürdürmektedir. Gıdanın ağızdan girmesine sınırlama getirilen saatlerde, vücudumuzda sıra sıra kimyevî reaksiyonlar devreye girmekte ve hücrelerin enerji temini devam etmektedir. Bunun için kandaki şeker dengede tutulmakta, su-tuz seviyesi korunmakta, vücut ısısı muhafaza edilmekte, kalp-beyin-böbrek hücrelerinin beslenmesi ile beraber vazifelerini idâme ettirmeleri temin edilmekte, yürümek-koşmak gibi enerji harcatan bir hadisede ise, devreye giren kimyevî hadiselerle, gerekli güç depolardan sağlanmaktadır.

Oruç; dayanılması zor olan bir açlık değil, yeme-içme davranışını ilâhî emre göre belli bir vakte hasreden bir ibâdet şeklidir. Yani kendi canı istediği zaman değil, ilâhî irâdeye boyun eğerek, O yüce kudretin istediği zamanlarda yiyip-içmektir. Bu da kişinin kendine mâlik olmadığını, kendisinin bir sahibi, var edeni, düzenleyicisi ve emredeni olduğunu gösteren; insana en çok acziyetini, tâbiri câizse “haddini bildiren” bir durumdur. Belli saatlerde “aç kalmak” kimine çok zor gelse de ve hattâ belki de zorlamak merhamete muhalif gibi görünse de; aslında bu ibadetin içinde en çok sevgi ve merhamet müşâhade edilmektedir.

İnsanın vücut sistemi, sürekli yediği zaman kendine zarar verecek bir yapıdadır. Zira o; canı her istediğinde yemeye tahammül edecek şekilde halkedilmemiştir. Yemekler tüketilirken, haddinden fazla yenilen gıdalar, vücutta çeşitli yerlerde birikerek insanın sağlığını ve ömrünü tüketmektedir. Bedenimizdeki sistemler, hiçbir şey yemeden sadece su içmekle bile günlerce açlığa dayanabilecek şekilde yaratılmıştır. Hâl böyle iken, sürekli yeme-içme ve atıştırma faaliyetleri, ömrü zaten mahdut olan insanın hayat kalitesini düşürecek ve zamanını kısaltacaktır. Asrın hastalığının obezite olduğunu göz önüne alırsak, ne demek istediğimiz daha iyi kavranacaktır.

İnsan ne kadar ölçülü yerse, o kadar sıhhatli olur. “Tıp ilmini iki satırda topluyorum.” diyen İbn-i Sînâ, az yemek ve hazım için sindirim sistemine zaman tanımaktan bahsederek:

“Yediğin zaman az ye! Yedikten sonra 4-5 saat bir şey yeme. Şifa hazımdadır. Kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne yemektir!” demiştir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâb-ı kirâmın yaşadığı nezih hayata baktığımızda, az hasta olmalarının sebebinin; “acıkmadıkça yemek yememek ve doymadan yemekten kalkmak” olduğunu müşâhede ediyoruz.[1] Hakikaten sağlık ve tıbbın özeti olan “açlık ve az yemek diyeti”, insan sağlığı için en ideal hayat tarzıdır.

Özellikle son yıllarda oruç ayı Ramazan’ın uzun günlere tekabül etmesinden ötürü, istediği her vakitte yemeye alışmış bünyenin 16-17 saat nasıl aç duracağı, merak konusu olmaktadır. Ve bir anda ortalıkta saatlerce nasıl aç kalınacağına, iftarın ve sahurun nasıl yapılması gerektiğine dair şuurlu-şuursuz pek çok bilgi dolaşmaktadır.

“-Şunları yerseniz uzun süre tok kalır ve acıkmazsınız, şunları içerseniz susamazsınız, aman şunları da yiyin ihmal etmeyin, vitaminsiz-proteinsiz kalmayın, iyi bir diyet düzenleyin.” gibi sayfalarca yazının veya bir sürü videonun sosyal medyada yayılacağı, sır değil!

Biz de dergi vasıtasıyla orucun nasıl tutulması gerektiğine dair yazılar kaleme aldık. Lâkin hekim olmak hasebiyle merakımızı en çok celbeden, orucun sağlığa faydaları olduğundan, yazılarımız da daha çok bu minvalde oldu.

“-Şu uzun günlerde nasıl oruç tutacağız?” sorularının çoğunlukta olmasına bakarak, bünyemizin aslında kaç saatlik açlığa programlandığını mükerreren belirttik.

“-Şunu da mı yesem, şunu da mı iftar-sahur sofrasına eklesem!” fikir ve davranışlarının ekserîsini dikkate alarak:

“-Çeşidi azaltırsak rahat ederiz, şunları da sofradan kaldırsak bir şey kaybetmeyiz, en fazla kilomuzu kaybederiz.” demeye çalıştık.

Okulların açık olduğu sezonda oruç ayını idrâk etmekten mütevellit:

“-Öğrenciler oruç tutarsa zihinleri açık olur, sınava girenler de korkmadan oruç tutabilir, hattâ orucun zihnî fonksiyonlara faydası olur!” dedik. Hâmilelerin bile oruç tutabileceğini, hangi hastaların orucu tutmayabileceklerini belirttik. (Devam edecek…)

 

 

[1] Milaslı İsmail Hakkı, Tıbb-ı Nebevî, s. 22.

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle