Ölüm Var

Son nefese mahkûm yaşadığımız bu hayatta, bize sunulan onlarca yılda, hangi evsafta, hangi makamda veya hangi statüde olursak olalım, sayılı nefeslerimizin en sonuncusunu yaşamamız mukadderdir.

Böyle müessir bir hakîkat karşısında, hayatı, hangi denge üzerinde sürdürmeli? Hangi çerçeveye oturtup neye, ne kadar ve ne şekilde bakmalı? Ömür denilen zaman yumağını hangi istikamette tüketmeli? Şu başı ve sonu belli hayat nimetini ilâhî istikamette en güzel şekilde değerlendirmek için neler yapmalı?

Dünyanın bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu hepimiz ifade eder ve kabul ederiz de bir türlü bu oyun ve eğlencenin câzibesinden kendimizi alamayız. Allah, dünya ve içinde olanları insan karakterine çekici kılmış ve ebedî hayatı kazanmayı da dünyanın gösterişine kapılmamaya bağlamış. Dolayısıyla tamamen dünyadan kopmuş bir vaziyette yaşamak değil istenen; aksine dünyaya “aşırı bağlanmış” bir hayat sürdürmek de değil, tavsiye edilen... İslâm bir “denge dini” olduğuna göre, müslüman da “bir denge insanı” olmalıdır. Beşerî hayatta hesabı-kitabı titiz bir şekilde yaptığımız gibi, âhiret hayatımız için de hassas olmalı, onu bir anda berhavâ edecek bir söz ve davranıştan dikkatle kaçınmalıyız. Yarın ilâhî huzurda hesabını veremeyeceğimiz bir tavır içine girmemeliyiz.

Allah’tan gayrı ne bir hâlimiz, ne de hayalimiz olmalı! Ki O’nun mülkünde, O’nun verdiği bu bedende yaşıyoruz; taşıdığımız bu can dahî O’nunken neyimize güvenip O’na baş kaldırırız, nankörlükle dolu isyan duygularımızla… Biz kimiz ki, O’nun kudreti karşısında diklenelim! Bizim gücümüz nedir ki, O’nun sahibi olduğu bu âlemde bir laf edelim… Biz, haddimizi bilmekle mükellef varlıklarız ve o haddi çiğnemediğimiz kadar Allah nezdinde kıymetimiz var. O’na kullukla şeref bulmuşsak, gerisi lâf ü güzâf…

Allah, insana dünyada ebedî kalacakmış duygusunu bahşetmiş. Öleceği zamanı insan için meçhul kılmış ve etrafında günde onlarca ölen insan haberi duymasına rağmen ölüm hadisesini insan hep kendinden uzak zannetmiş. Bu gaflet hâli, bir bakıma Rabbimizin bir nîmetidir insana... Aksi hâlde hayat yaşanmaz, dünya çekilmez bir hâl alır, dolayısıyla imtihan denilen gerçeğin bir mânâsı kalmazdı.

Şuurlu bir müslüman, nereden ve hangi maksatla dünya âlemine geldiğini ve sayılı nefesleri tükendiği zaman rûhunu kime, nasıl teslim edeceğini bilen insandır. Böyle bir insan, dört tarafından kuşatılmış olsa da dünya zevklerine, hayat meşgalesine, gelecek ve rızık endişesine gereğinden fazla takılmaz. Elindeki bütün nîmet ve fırsatları, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kullanır. Başına gelen dert ve musibetler karşısında da gözü rızâ-yı ilâhîdedir, saadet ve refah günlerinde de… Bu hâl, bir günde kazanılmaz. Bir ömür boyu gayret ve tâlim gerekir. O alıp verdiği her nefesin, kendisine bir emânet olduğunu ve sorumluluk yüklediğini hisseder ve hayatını bu emanete liyakatle geçirmeye çalışır.

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşredilirsiniz.” düsturu, mü’minin hayatının genel karakteristik özelliğidir. O hayatı boyunca İslâm çizgisinde yaşar ve Rabbine müslüman olarak kavuşmaya gayret eder.

İnsanın ölümü, “küçük bir kıyamet” gibidir. Tükenen nefesi, son bulan dünya rızkı, dürülen kader defteri ve varlık âlemine ait ne varsa hepsinin geride kalarak son bulması demektir insan açısından… Artık geriye dönüş kapıları kapanmış, sadece heybeye konulanlarla baş başa kalınmıştır.

Ölüm, eğer dünyada iken öldürülememiş, insan, son âna kadar hırs ve arzuları uğrunda nefsânî bir hayat yaşamışsa, kaçınılmaz son gelmiş demektir. Artık sevaptan yana eli boş, günahtan yana yükü ağır bir şekilde sonsuz yolculuğa başlamış demektir.

Ölüm bu kadar açık, bu kadar tavizsiz, istisnasız ve kesin bir son iken, insanların ölümü yok sayarak dünyada büyük emeller peşine düşmeleri ne kadar acıdır!

Böyleleri, ölüm meleğini kapılarında görünce ne kadar çaresiz, ne kadar hazırlıksız ve ne kadar korku içinde kalırlar; hayal etmek bile ürkütücü…

Bu yüzden Rabbimiz:

“Her nefis ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü, yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa, o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise, aldatma metaından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185) buyuruyor.

Başka bir âyet-i kerimede de bu değişmez hakikat şöyle anlatılıyor:

“Her nefis, ölümü tadacaktır. Biz sizi denemek için şerre de hayra da müptelâ kılıyoruz. Ve (sonunda) bize döndürüleceksiniz.” (el-Enbiyâ, 35)

Demek ki insan ne yaparsa yapsın, ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, âkıbeti “Allâh’ın huzuruna dönmek”! Mutlak varılacak menzil, Allâh’ın huzuru. Kaçışı olmayan, pişmanlığın fayda vermeyeceği ve telâfisi de mümkün olmayan bir varış yeri orası.

O hâlde onun huzuruna nasıl çıkmak istiyorsak o şekilde yaşamalıyız. Oradaki mahcubiyet ve pişmanlığın bir çaresi yok. Artık iş işten geçmiş, geri dönülmez bir noktaya gelinmiş demektir.

Dünya âleminde verilen en büyük nimetlerden biri de mühlettir. Nefes alıp verdiğimiz bugün ise, hayatımızda yeni başlangıçlar yapmak, temiz sayfalar açmak için bir fırsattır. Yaşadığımız her gün Allâh’ın bize ikrâmı, hatalarımızdan dönmek ve kulluğumuzu en güzel şekilde îfa etmek için verilen büyük bir lütuf… O hesap günü gelmeden, bu imtihan âleminin farkına varalım. Yanlışlarımızı azaltıp doğrularımızı artıralım.

Ölüm ânını güzelleştirmek, nasıl yaşadığımızla alâkalıdır. Alıp verdiğimiz nefesleri ne uğrunda tükettiğimiz, hayatımızın hedef ve gayesinin ne olduğu; hem dünya, hem de âhiret hayatımızı şekillendirir.

Şu an neyle meşgulüz, bu saat, bu gün vaktimizi nelerle geçirdik; işte hayatımızın özü ve özeti bu… Çünkü hayat, bu anların, saat ve günlerin toplamından ibaret… Ertelediğimiz, yapmayı düşündüğümüz hayallerimiz, hedeflerimiz değil; şu anda geçirdiğimiz “an”larımızdır hayatımız… O hâlde ânımıza, saatimize, günümüze bir kere daha bakalım. Neleri hemen yapıyor, neleri erteledikçe erteliyoruz.

Hayatı boyunca “Âmentü” şuurunda olmalı, mü’min... Her ân beni görüp duyan, her halimden haberdar olan bir Rabbim var ve ben bir gün mutlaka O’nun huzurunda yaptıklarımın hesabını vereceğim, duygu ve düşüncesi…

Boş yere verilmemiş bir hayatı, gelişigüzel yaşamamalı bir mü’min... Rabbinin huzuruna yüz akı ile çıkabilecek bir hayat ve Azrail’i tebessümle karşılayabilecek, ona hoş geldin diyebilecek kıvamda bir hayat…

Tıpkı Üstad Necip Fâzıl’ın târif ettiği gibi:

Perdeler kalkar, perdeler iner

Azrâil’e hoş geldin diyebilmek te hüner…

Ölümü sevmek, ölüme hazır olmakla mümkündür. Ölümle Rabbine kavuşacağını düşünen mü’min, ölüme koşa koşa gider:

Ölüm güzel şey, budur, perde ardından haber

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber!

Rabbimiz bizi, rızasına muvafık bir hayata nâil eylesin. Cümlemizi huzurunda yüzü ak olanlardan kılsın… Âmin.

 

Spot:

Allah’tan gayrı ne bir hâlimiz, ne de hayalimiz olmalı! Ki O’nun mülkünde, O’nun verdiği bu bedende yaşıyoruz; taşıdığımız bu can dahî O’nunken neyimize güvenip O’na baş kaldırırız, nankörlükle dolu isyan duygularımızla…

Biz kimiz ki, O’nun kudreti karşısında diklenelim! Bizim gücümüz nedir ki, O’nun sahibi olduğu bu âlemde bir laf edelim… Biz, haddimizi bilmekle mükellef varlıklarız ve o haddi çiğnemediğimiz kadar Allah nezdinde kıymetimiz var. O’na kullukla şeref bulmuşsak, gerisi lâf ü güzâf…

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle