Münâfıklarla Perde Hi̇ç Yırtılmamıştır

Medîne’de müslümanların yaşadığı en zor zamanlardan biriydi. Kıtlık baş göstermişti. Sahabîler, açlığı daha az hissetmek için karınlarına tek taş bağlarken, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- karnına iki taş sarıyordu. Mekkeli müşrikler, Uhud Savaşı’nın üzerinden iki yıl geçmeden yeni bir taarruza yeltenmişlerdi. Müslümanlar, Selmân-ı Fârisî Hazretleri’nin tavsiyesi üzerine, savaş taktiği olarak hendek kazmışlar, hendek biter bitmez, dinlenme, güçlerini toplama fırsatı bulamadan düşmanı karşılarında görüp savaş pozisyonu almışlardı.

On bin civarı müşrik ordusunun karşısında üç bin civarında açlık ve yorgunluktan bîtap düşmüş müslüman ordusu vardı. Kureyza Yahudileri, düşmanla birlik olmayacaklarına dair anlaşma yaptıkları hâlde, verdikleri ahdi çiğneyerek düşman saflarında yer alınca müslümanlar bu kez içerden de düşmanın saldırısına uğramış ve dört taraftan kuşatılmıştı.

Huzeyfe -radıyallâhu anh-, muhârebenin sadece bir gecesini şöyle anlatır:

“Biz bir tarafta saf bağlamış, oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tarafımızda, Kureyza Yahudileri de alt tarafımızda idiler. Bunların Medîne’deki çoluk çocuğumuza baskın yapmalarından korkuyorduk. Hiç böylesine karanlık, böylesine fırtınalı bir gece geçirmemiştik. Rüzgâr sanki ıslık çalıyor, karanlıkta hiçbirimiz uzattığı parmağını bile göremiyordu! Münâfıklar:

«-Evlerimiz emniyette değildir!» diyerek Rasûlullah’tan izin istediler.

Hâlbuki, evleri tehlikede değildi. İzin isteyenlerin hepsine izin verildi. İzin alanlar, beklemeden sıvışıp gidiyorlardı. Biz üç yüz küsur civarında kalmış idik. Tek tek Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında nöbet tuttuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde ne düşmana karşı koyacak bir kalkanım, ne de soğuktan korunmak için bir elbisem vardı; sadece zevcemin verdiği, dizlerimi geçmeyen yün bir örtü vardı.”

Sa’d bin Muâz Hazretleri, bir kısım münâfığın Rasûlullah’tan müsaade istediğini görünce:

“-Yâ Rasûlâllah! Bunlara izin verme!.. Vallâhi, biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkıntıya girsek, onlar hep böyle yaparlar!..” demekten kendini alamayıp, soluğu münâfıkların yanında almıştı:

“-Biz sizden her zaman böyle hareketler mi göreceğiz? Ne zaman bir musibete uğrasak, bir sıkıntıyla karşı karşıya gelsek, siz hep böyle yapar durursunuz!” diyerek onları azarlamıştı.

Açlık, yorgunluk, münâfık ve yahudilerin ihanetlerinin verdikleri hayal kırıklıkları ile birlikte dört taraftan kuşatan düşmana mukâvemet göstermek, sahabe efendilerimizi iyice mecalsiz bırakmış, endişe ve telâşları artmıştı. Müslümanlar arasında fitne çıkarma, onların morallerini bozma, mâneviyatlarını yıpratma fırsatı yakalayan münâfıkların bir kısmı ise, izin almamış, kalpleri târumâr edici fitnelerini artırmışlardı. Hendek kazılırken Efendimizin verdiği mûcizeyi ağızlarına dolayıp:

“-Muhammed, size, Kayser’in ve Kisrâ’nın hazinelerini vaad ediyor! Hâlbuki şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemiyoruz! Vaad ettiği nerede, biz nerede? Allah ve Rasûlü, bize aldanmaktan başka bir şey vaad etmiyor!..” diyerek mâneviyat bozucu telkinlerde bulunuyorlardı. Kalpler, ağır bir takvâ imtihanından geçiyordu.

Bozgunculuk çıkarmaları ve ihanetleri bâriz bir şekilde ortada iken Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlarla arasındaki perdeyi hiç yırtmamıştı. İşin en mühim tarafı da burada işte… Neden Peygamber Efendimiz, münâfıkları öldürmemiş, isim isim açıklayıp onları îlân etmemişti? Aradaki perdeyi yırtsa, acaba neler olurdu?

* * *

Münâfıklık, ağır bir kalp hastalığı… Zaafları çok olan bir kalbin dışa yansıması... Allâh’a ve göndermiş olduğu emirlerine kalben inanmayıp, dili ile inandığını söyleyen, müslümanları en önemlisi de Allâh’ı aldatmaya çalışan bedbahtlığa “münâfık” deriz.

Genel mânâda münâfık ise, içi-dışı bir olmayan insanlar demektir. Münâfık, “nâfıku’l-yerbu” deyiminden türeyen bir kelimedir. Tarla faresi, iki yuva edinir; birini saklar, diğerini gösterir. Birine “nâfika”, diğerine “kâsia” denir. Bir yuvasından gelen olursa, öbürüne kaçar.

Medîne döneminde müslümanlara en büyük sıkıntıları yaşatan münâfık zümresi başta olmak üzere, kıyamete kadar mevcut olacak olan münâfıkların hâlet-i rûhiyesini Medîneli münâfıkların lideri Abdullah bin Ubey nezdinde tanımak, yerinde bir davranış olur.

Abdullah bin Ubey, “Medîne kralı” olacakken, Peygamber Efendimizin hicreti ve İslâm Devleti’ni kurmasının ardından, bu hayalleri suya düşmüştü. Kalbinde zaafları olmayan bir insan olsa idi, bir sıkıntı olmayacaktı; olup biteni kabullenip hayatına devam edecekti. Lâkin istek ve arzuları, hayalleri, dünya sevgisi ile dolu kalbinde zaaf ve hastalıkları çok olduğu için münâfıklık yolunu tercih etti.

Koca münafık, mücâdele ederek hakkını geri alabilirdi; fakat çaldığı düdük, güttüğü sürüye denk düşmediği için, yani taraftarlarının çoğunluğu samimî bir îmanla müslüman olduğu için kendi safında işe yarar bir grup kalmamıştı. Olmayan teb’aya krallığını îlan etmek, komik duruma düşmek olacağı için çok istese de bunu yapamadı. Talihine küsüp uzaklaşmak da fıtratına uygun bir davranış değildi. Zira hiçbir münâfık, böyle bir yol denemez; onlar için menfaatleri çok önemlidir ve onlardan ferâgat etmezler. Açıktan muhalif tavırlar takınmak da işe yaramayacaktı. Bu durum, insanların kendisinden uzaklaşmasına, yanında sır vermekten sakınmalarına sebep olacağından, haber kaynaklarını kaybedip olan bitenden haberdar olamayacağı için bu usûlü kullanmazdı. Tek bir yol vardı münâfık için… İstemediği insanların safındaymış gibi dost görünmek, ama inceden inceden de düşmanlık yapmak... Madem insanların çoğu senin düşmanını seviyor, o zaman açıktan düşmanlık yapmayacaksın. Hele düşmanına ilk başlarda toplulukların içinde mümkünse en büyük ilgiyi, hem de abartılı ilgiyi göstereceksin ki:

“-Ben de sizdenim!” inancını karşındakinde uyandırasın; sevgi dolu hâllerine şâhit olan çevredeki insanlar, aleyhine sözlere îtibar etmesinler.

Görünüşte tatlı dilli, güler yüzlü insanlardır. Rabbimiz:

“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara yaslanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın!..” (el-Münâfıkûn, 4) buyurarak onların zâhirî görünüşüne aldanmamak gerektiğini bizlere beyan etmektedir.

Münâfık, hızlı mesâîsine bundan sonra başlar. Dost görünüp düşman olduğu kişiyi yakın takibe alır. Nerelerde oturuyor, nerelerde namaz kılıyor, kimlerle görüşüyor, neler söylüyor, bunların hepsini öğrenmek zorundadır. Bu takibin sebebi, yıkmayı hedeflediği rakibini iyi tanıyıp açıklarını yakalayıp ilerde koz olarak kullanmaktır. Bir diğeri ise, etrafındaki kişilerle ilişkilerinin hangi boyutta olduğunu da takip etmektir ki, ilişkileri iyi bilip onların gözünde rakibini îtibarsızlaştırma çalışmaları yapabilsin.

Münâfık daima tedirgindir; zira düşmanı olduğu kişinin başarıları kendisinde büyük hüsran yaratacağı için onun attığı her adımın önüne bir taş koymak, ayağının sürçmesi için çaba sarf etmek gerekecektir. Fitne çıkarmak, zor zamanda yalnız bırakmak, mâneviyatı yıpratmak en büyük mârifetleridir. Âyet-i kerîmede, bu karakterin özellikleri şöyle tahlil edilir:

“…Fitneye her çağrıldıklarında koşarak giderler…” (en-Nisâ, 91)

“…İnanan insanların aralarına nifak sokmak için var güçleriyle savaşırlar…” (et-Tevbe, 107)

“Onlara, yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.” (el-Bakara, 11-12)

* * *

Benî Mustalik seferinde iken Müreysî kuyusu başında iki sahâbî arasında yaşanan tartışmayı, Ensâr-Muhâcir kavgasına çevirmek için büyük gayret göstermişlerdi. Medîne’ye dönünce izzetli kimseler olarak îlân ettikleri ev sahibi Ensâr’ın, kendilerine sığınmış Muhâcirleri kovması gerektiğine dair büyük bir kışkırtıcılık yapmışlar, iş kılıçları birbirlerine çekme noktasına kadar gelmişti.

Tebük Savaşı’na hazırlık sürecinde, fakirlerin verdikleri sadakaları küçümseyerek algı operasyonuna girişmişler; savaşa bizzat katılmamak için de yalan beyanla türlü türlü mazeretler sunup izin istemişlerdi. Peygamber Efendimiz tarafından hepsine izin verilmişti. Fitne çıkarmak için savaşa katılanlar da yolculuk esnasındaki tüm güçlükleri iyi değerlendirmişler, hele münâfıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selül ashâb arasında gezerken:

“-Muhammed, Roma Devleti’ni oyuncak mı sanıyor? O’nun ashâbıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum!..” demiş ve kalplere korku ve ümitsizlik aşılamaya çalışmıştı.

Karşılaşılan bütün güçlüklerin faturasını Rasûlullâh’a çıkarmak, en büyük meziyetleri idi. Bedir Savaşı’nda da, Uhud Savaşı’nda da aynısını yapmışlardı. Yaptıkları kötülüğün farkına varılıp da:

“-Neden böyle davranıyorsunuz?” diye hesap sorulduğu zaman ise, yemin billâh ederek, yapmadıklarını söyler, haklarındaki iddiaları inkâr ederlerdi. (Bkz: İbn-i İshak, İbn-i Hişam, Sîre, 161 vd.; Taberî, Tarih, III, 142 vd.; Vâkıdî, Megâzî, III, 995; et-Tevbe, 66)

 Gözyaşı serpiştirilmiş, yalan mazeretlerle dolu kelimeleri en büyük silahlarıdır. İyi ağlar, ağızları iyi lâf yapar, tiyatroda oynasalar, değme tiyatro oyuncuları bunların yanında çırak kalırlar. Kendisini dünyada ayakta tutan en önemli şey, rakibine verdiği acılardır.

* * *

Tebük Gazvesi esnâsında Rasûlullâh’ın devesi kaybolmuştu. Aramalara rağmen bulunamadı. Yahudilerden müslüman olan Zeyd bin Lusayt adlı münâfık:

“-Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve size göklerden haberler veren Muhammed, bugün kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor!” diyerek mü’minlerin kalbine şüphe sokmaya çalışıyordu. Bunu haber alan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâil -aleyhisselâm-’ın haber vermesi üzerine ipinin bir dala takılı olduğu hâlde devesinin bulunduğu yeri sahâbîlerine bildirmiş, böylece deve bulunmuştu. (İbn-i İshak, İbn-i Hişâm, Sîre, c. 4, 166, 167; Vâkidî, a.g.e., c. 3, 111)

Benî Mustalik Gazvesi esnasında meydana gelen “İfk” hadisesinde, Peygamber Efendimizin iffetli zevcesi Hazret-i Âişe’ye namus iftirasında bulunan Abdullah bin Ubey:

“-Vallahi! Ne Âişe, o adamdan dolayı kurtulur; ne de o adam, Âişe’den dolayı kurtulur!..” diyerek Peygamber Efendimizi bir ay müddetince büyük sıkıntıda bırakmıştı.

Nûr Sûresi’nin ilk âyetlerinin nâzil olması ile temize çıkan Hazret-i Âişe Vâlidemiz, âyet inmemiş olsa idi, bu şâibeden kurtulacak gibi değildi. Zira münâfığın fitnesi öyle bir ateştir ki, suçsuz insanları kavurur.

Münâfığın başarılı olabilmesi için mutlaka kendisi gibi hasta kalpli münâfıklardan bir ekip kurması gerekir, zira şıracının bir bozacı şâhide ihtiyacı olacağı için münâfık dostları onu her zor zamanında kurtarırlar.

“-Biz de yanında idik, öyle bir söz söylediğini duymadık.” derler.

Yandaşı olmayan zâlim meydanda koşamaz.

“…Onlar sizinle buluştukları zaman «İnandık!» derler; sizden ayrıldıklarında size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: «Kininizden (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.” (Âl-i İmrân, 119)

“Size bir iyilik dokununca tasalanırlar. Size bir kötülük isabet ettiğindeyse buna sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların «hileli düzenleri» size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır.” (Âl-i İmrân, 120)

Dırâr Mescidi, Ebû Âmir Fâsik adlı bozguncu münâfık ve fâsığın teşviki ile münâfıklarca Kuba Mescidi’nin cemaatini bölmek, Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşanlara gözetleme yeri niyetiyle yapılmıştı. Peygamber Efendimiz, bu mescide gitmeye hazırlanırken Cebrâil -aleyhisselâm- gelerek (Bkz: et-Tevbe, 17) durumu haber vermişti. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâmdan Mâlik bin Dehsan ile Ma’n bin Adiyy -radıyallâhu anhümâ-’yı Mescid-i Dırâr’ı yıkmak üzere vazifelendirdi. Bu sahabîler, mescidi yakıp yıktılar. (Bkz: İbn-i İshak, İbn-i Hişâm, Sîre, III, 71; İbn-i Sa’d, Tabakât, III, 54I vd; İbn-i Kesîr, Muhtasar Tefsîr, II, 169; Kâmil Mîras, Tecrîd-i Sarih, X, 422)

Münafıklar, en çok da rakip olarak gördüğü kişilerin düşmanlarını severler. Onların meclislerini hiç bırakmazlar, çünkü kendisi ile aynı duyguları hissedenlerle bir arada olmak; şüphe, endişe ve korku içinde bulunan gönüllerini sâkinleştirir. Kendilerini onların yanında daha iyi hissederler. Onlarla ortak düşmana karşı işbirliği yapmak, huzursuzluklarını bir nebze olsun azaltır. Eskiden beri Abdullah bin Ubey, yahudiler ile ittifak hâlinde idi. O, yahudilerin Medîne’den çıkmalarını istemiyor, Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı onları destekliyordu.

Peki, böylesi bir münâfıkla yaşamak zorunda olan kimse ne yapsın? Aslâ onunla ilgili dedikodu etmesin, onu dost bilmesin, sırlarını ifşâ etmesin. Münâfıkların en büyük dostları gıybetçiler ve nemmâmlardır. Edilen dedikoduyu hemen öğrenirler ve herkesin huzurunda açığa çıkararak zor durumda bırakırlar. Münâfığın abartılı sevgi gösterisine aslâ îtibar etmesin, onun gazına gelmesin! Çünkü münâfık, rakibini zor durumda bırakmak için:

“-Başarırsın, yaparsın, ben de sana yardım ederim.” der. Sonra da kişiyi ortada bırakır, sıkıntısını zevk içinde seyrederler.

Akıllı kişi, münâfıkla aslâ istişâre etmesin. Çünkü münâfık, hayra değil, şerre dâvet eder. İyiliğini değil, kötülüğünü ister.

Münâfık, kimlerle ne yaptığı, ne gibi kötülük tohumunu ektiğini bilip haberdar olmak için dâimâ yakın markajda tutulmalıdır. Münâfık, aslâ üst pozisyona getirilmez, en önemli sırları başkalarına peşkeş çeker, Müslümanların yoluna taş koyar. Geri plânda da tutulmaz, düşmanlığı, kin ve nefreti artar. Yakın merkezde, en güvenilir kişilerin arasında pasif pozisyonlara getirilmelidir ki, verdiği zarar az olsun.

Herhangi bir hâinliği görülür görülmez herkesin huzurunda hesap sorulmalıdır. En güçlü kelimelerle gözdağı verilmelidir ki, arkadan konuşma fırsatı bırakılmasın. Onun hatası kapalı kapılar ardında açıklanmaz, herkesin huzurunda açıklanır ki, taraftar toplayamasın. Aleyhtar toplamak, toplumu bölmek; en büyük meziyetleri olduğu için buna fırsat verilmemelidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cehd et (çaba harca, mücadele et) ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran…” (et-Tevbe, 73)

Münâfıklardan bazı kişilerin yahudi Süheylim’in Casum mevkiindeki evinde toplanıp Tebük Gazası’na çıkacak halkı, Peygamber Efendimiz’in etrafından dağıtmak üzere toplandıkları haber alındı. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Talha bin Ubeydullâh’ı bazı sahabîlerle birlikte onlara gönderip Süveylim’in evini ateşe vererek üzerlerine yıkmalarını emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk bin Halîfe, evin damından atlayınca ayağı kırıldı. İbn-i Übeyrik ve arkadaşları ise, damdan atlayıp kaçtılar. (İbn-i İshak, İbn-i Hişâm, Sîre, IV, 16I; Diyarbekrî, Hâmis, II, 124)

Münâfıklar, “emanete hıyanet eden, konuşunca yalan söyleyen, söz verince sözünde durmayan, husûmet edince, kıskanınca haddi aşan”[1] kimselerdir. Kötülüğü emreden, iyilikten alıkoyan, pintilikle ellerini sımsıkı tutan[2], namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkan, insanlara gösteriş yapan, Allâh’ı da çok az hatıra getirip zikreden[3] münâfık kadın ve erkekler, birbirlerindendir ve aynı tabiattadırlar. Nifakları kalplerinde olduğu için, onu açığa çıkaracak bir âlet yoktur. Bu sebeple hâlleri Allah Teâlâ’ya mâlum, bize ise meçhul ve gayptır. Sadece alâmetlerinden onları tanıyabiliriz. Tanısak da kalpleri Allah’tan başka kimse bilemeyeceği için düşünce ve tespitlerimiz zandan öteye geçmez. Bu yüzden bu tür insanlara karşı, dikkatli ve tedbirli olmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur. Sâlih mü’minlerin mâneviyatları ve ruh sağlıkları için onlardan uzak durması en akıllıca yoldur.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- her fırsatta fitne çıkaran münâfıkların reisinin öldürülmesini teklif ettiğinde Peygamber Efendimiz:

“-«Muhammed arkadaşlarını öldürüyor!» diye fitne çıkarırlar.” buyurarak bunu kabul etmemiş, münâfıklar ile aradaki perdeyi yırtmamıştır. Diğer taraftan kendisi gibi gaybî bilgiyle donanmamış ümmetine, birbirlerine “münâfık” damgası vurup savaşma yolu açmamıştır.

Onlara karşı mücadelede; “Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allâh’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter.” (el-Ahzab, 48) buyuran Cenâb-ı Hakk’ı bu hususta vekil ve dayanak kabul etmek en isâbetli yoldur.

Herkese “münâfık” mührü vurmak kolaydır da; ya bizde de münâfıklık alâmeti varsa? Yirmi kadar sahâbe ile birlikte Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın:

“-Acaba bende de nifak alâmetleri var mıdır?” endişesinde bulunmasının sebebi, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu sözünde gizlidir:

“(Allah Teâlâ’dan) ancak mü’min korkar, ondan kendini ancak münafık emniyette hisseder.”

Doğru sözlü (sıddîk) ve güvenilir (emîn) olmak, en büyük nîmettir. Kişi bu noktada kendisini daima hesaba çekmelidir ki, münâfıklıktan uzak olsun.

 

[1] Bkz: Buharî, İman, 24; Müslim, İman, 106

[2] et-Tevbe, 67.

[3] et-Tevbe, 54

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle