Münâfık Karakteri̇

Münâfık, Kur’ân-ı Kerim’in öğrettiği ıstılahlardan bir tanesi… O, pek çok âyette özellikleri anlatılmış, hadîs-i şeriflerle hastalıklarına ve tehlikelerine işaret edilmiş bir hastalıklı model…

Aslında Kur’ân-ı Kerîm, inanç durumuna göre insanları üç grupta toplar. Bunları kalın çizgilerle de birbirinden ayırır.

Bunların ilki, mü’mindir. Mü’min, Allâh’ın varlığına, birliğine, her şeyin yaratıcısı ve sahibi olduğuna inanan kimsedir. O Allah ki, zâtı ve sıfatlarıyla her an hâzır ve nâzır, her an her şeye hükmetmektedir. Böyle bir Rab, insanları kendinden haberdar etmek için peygamberler ve kitaplar, başka bir deyişle “din” ve “şeriat” göndermiştir. Dinin özü, ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem’den beri birdir ve bütün insanlara hitap etmektedir. Şeriat, yani zaman, mekân ve insanların şartlarına göre geçerli olan hukuk kuralları ise, özü itibariyle aynı olsa da, ufak tefek farklılıklar arz etmektedir. İşte mü’min, Allâh’ın indirdiği dine teslim olmuş, peygamberlerin öğrettiği esaslara, kalbiyle îman ederek, bütün benliğiyle itaat etmiş kimsedir.

O, îmanında samimidir. Maddî bir menfaat beklentisi olmadığı gibi, şüphe, tereddüt ve kararsızlıklar da yaşamaz. Îmana o kadar gönlünü vermiştir ki, onun uğrunda malını, sevdiklerini ve canını teslim etmekte bir an tereddüt etmez.

O, Allâh’ı tanımayı (mârifetullah), Allâh’ı sevmeyi (muhabbetullah) ve O’nun dini uğrunda çalışmayı (cihad); hayatının gâyesi ve varlık sebebi olarak görür. Kendisini bunlardan uzaklaştıran her türlü görüş, düşünce, duygu ve insandan uzaklaşır. O, yeryüzünde Allâh’ın şâhidi ve halifesi olma şerefiyle yaşar. Yeryüzünü ve içindekileri, Allâh’ın kendisine sınırlı bir süre verdiği emânetler olarak görür. Emânetleri, sahibinin istediği şekilde kullanmanın, hayatın hakkını vermenin derdindedir.

Mü’minin en büyük farklarından birisi, ölümün bir son olmaması inancıdır. Mü’min, gerçek hayat olarak âhiret hayatını, yani öldükten sonra devam edecek hayatı görür. Hesabını, kitabını oraya göre yapar. O attığı her adımın, söylediği her sözün, yaptığı her hareketin önüne konulacağını bilir, hayatını kare kare bu şuur ve inanç ile süzer. İnsanları, canlı varlıkları ezmemek, üzmemek için gayret gösterir. Cansız varlıkların bile kendi üzerinde bir hakkı olduğunu düşünür. O, kâinâtta olup biten her şeyden kendisini -gücü nisbetinde- mes’ûl hisseder.

Mü’minlerin birbirleri ile olan münâsebetleri, samimiyet, fedakârlık ve îman kardeşliği üzerine kurulmuştur. Onlar birbirlerini Allah için sever, Allah için bir araya gelir ve yine O’nun uğruna birbirinden ayrılırlar. Hayırlı işlerde birbiriyle yardımlaşır ve yarışırlar. Kötülüğü engellemekte de birbirlerine yardımcı olurlar. Mü’min erkek ve kadınlar, birbirlerinin velîleri, dost ve yardımcılarıdır. Onlar, kardeşlerini düşman eline terk etmez; bir vücudun âzâları gibi birbirlerinin acı ve ızdıraplarını derinden hissederler.

İkinci grup insan ise, kâfirlerdir. Bunların farklı şekilleri, renkleri, milletleri, öncelikleri varsa da, asıl itibariyle hepsi aynıdır. Onlar, tek bir yaratıcının varlığına ve O’nun kendilerini ve dünyayı şekillendirmesine karşı çıkmaktadırlar. Kimisi, bir yaratıcı bir fikrini temelinden reddeder (ateizm), kimisi de o yaratıcıya birtakım eşler ve ortaklar ekler (şirk)…

Kâfirler, Allah Teâlâ’nın kendisini tanıttığı gibi kabullenmek yerine, kendi zihinlerinde oluşturdukları “zan” ve “sahte tanrılara” inanırlar. “İnanırlar” diyorum, çünkü kâfirler, her ne kadar “inanma” kelimesine karşı çıksalar da onların da benimsediği düşünce ve hayat telâkkîleri vardır. Onlar da “inançsızlığa” yahud “bâtıl inançlara” inanırlar. İnanmak, zaten insanın fıtratında var olan, değişmez bir özelliktir. Basit bir misal verecek olursak, kâfirler, türlü hurâfelere, falcılara, medyumlara, uğursuzluğa vb. pek çok bâtıl düşünceye gönüllü olarak inanır. Aslında onların “İnanmıyorum!” dediği hâlde inandığı şeyler, hem daha çok ve hem de büyük bir tutarsızlık içindedir.

Kâfirler, hayatı, “istedikleri gibi” yaşamanın derdindedirler. Onların üzerinde hükmeden, isteklerini sınırlayan, hazlarına mani olan bir “otorite” kabul etmek istemezler. Hâlbuki bu da kendi içinde boş bir kuruntudur. Çünkü herkesin her istediğini, istediği gibi yaşadığı bir dünya; anarşinin kol gezdiği, güçlünün hükmettiği ve haz uğrunda büyük bir tükenişin yaşandığı “görünüşte zevk”, aslında “elem dolu” bir dünyadır.

Kâfirleri bekleyen asıl hüzün ve elem ise, ölüm sonrasıdır. Onlar, ne kadar rahat içinde ve konforlu bir hayat yaşarlarsa yaşasınlar; ölümün bir “yok oluş” olduğuna inandıkları için, hayat boş ve anlamsızdır. Ölüm ise, bir hiçlik ve kapkaranlık bir kuyudur. Sevdiği her insanı kaybettikçe, ona bir daha sonsuza kadar kavuşamayacak olmanın acısı, kâfirleri yakar kavurur. Bir kâfir için hayat, bu yüzden zor, gereksiz ve anlamsızdır. Üst üste yaşadığı ağır imtihan ve kayıplar; îman nimetinden mahrum bu insanların intihar etmesini kolaylaştırır. Zira fedakârlığın, sabır ve tahammülün bir mânâsı yoktur. Hatta daha da ötesinde, bir kâfiri, “iyi insan” olmaya mecbur edecek hiçbir şey yoktur. O, tamamen menfaatlerinin esiri, korkularının kölesi durumundadır. İnsanlarla ilişkileri yüzeysel (sathî), menfaat ve bencillik merkezlidir. Menfaati biten insanla dostluk ve arkadaşlık kurmaya/devam ettirmeye ihtiyaç duymaz. Menfaat umduğu kimsenin de kapısından ayrılmaz.

Mü’minler ne kadar net ve tavizsiz bir kişilik ortaya koyarsa, kâfirlerin de inanç ve davranış modelleri az çok bellidir. Onlar da kendileri açısından içlerindekini yansıttıklarından bir bütünlük ve tutarlılık arz ederler. Yanar döner ve içten pazarlıklı değildirler. Küfür, isyanları belli, safları nettir.

Üçüncü grup inanç sahipleri ise, bu iki “net” inanç grubundan farklıdır. İşte bunlar münâfıklardır. Onlar, îmanın güçlendiği, palazlandığı dönemlerde ortaya çıkarlar. Mü’minlerin kavuştuğu/kavuşacağı nimetlerden menfaat devşirmek; onların muhtemel zararlarına karşı kendilerini korumak niyetindedirler. Aslında kalpleri, inanmaz. Mü’minlerin îman etmelerini anlayamazlar. Onlara göre, böyle katıksız bir inanç; saflık, hatta ahmaklıktır. İnsan, menfaatlerine göre tavır almalı; rüzgâr gülü gibi, ortamın esintisine göre yönünü tayin etmelidir.

Münâfıklar, içten pazarlıklı, kendilerini “uyanık” ve “akıllı” sayan tiplerdir. Gönülleri kâfirlerle birlikte atarken, dilleri müslüman olduklarını söyler. Akılları, bedenleri, kalpleri birbirinden ayrı çalışır. Müslümanların arasında yaşadıkları için, onlar gibi görünmek zorundadırlar. Onlar gibi namaz kılmak, onlar gibi zekât vermek ve cihada gitmek zorundadırlar. Ancak ayaklarını sürüye sürüye bunları yaparlar. Yasak savar gibi, tembel tembel namaza kalkarlar; insanlara gösteriş olması için güzel davranışlarda bulunmaya çalışırlar. Ancak içleri elvermez ve kendilerini rahat bırakmaz. Huzursuz, korkak ve fitneci tiplerdir. Allâh’ı mecbur kalmadıkça zikretmezler, çünkü bu zikrin gereğine inanmazlar. Cihada gitmemek için ellerinden geleni yaparlar, zorla gitmeleri gerektiğinde de fitne kazanı kaynatmaya çalışırlar.

Onların dostları ve yârenleri kâfirlerdir. Münâfık erkek ve kadınlar, aynı zamanda birbirlerinin dostu ve yardımcısıdır. Ortak düşmanları, onları birbirine yanaştırmıştır.

Münâfıklar, âhirete, hesap gününe inanmazlar. Bu yüzden kerhen verdikleri sadaka ve zekâtın boşa gittiğini düşünür ve hayıflanırlar. O sadaka ve zekâtları, başa kakmak, menfaate çevirmeye çalışmak sûretiyle heder ederler.

Îman nûruyla geçici bir adım atarlarken, kalplerindeki karanlık önlerini bir anda çevirir; korkak, tedirgin, çaresiz ve yardımsız ortada kalıverirler. Bir ileri, bir geri; bir sağa, bir sola dönerler. Kendilerine uzanacak yardım elinin hasretini çekerler.

Akıllarınca yaptıkları her şey, “daha fazla kazanmak” ve “daha güvende olmak” içindir. Ama ne iç dünyalarında, ne de yaşadıkları şartlarda tam bir güvene erişemezler. Bir taraftan kâfirlerin yanına giderek kendilerini tanıtmak, müslüman görünerek yaptıkları şeylerin gerçek niyetleriyle uyuşmadığına onları ikna etmek ihtiyacı hissederler; bir taraftan da mü’minlerin yanında, onlarla aynı inandıklarını ve aynı şekilde yaşadıklarını isbat etmeye çalışırlar.

Münâfık; çift karakterli, korkak, akılsız kimselerdir. Çünkü ne dünyada umdukları huzur ve mutluluğa kavuşurlar; ne de âhirette kavuşacakları bir mükâfât vardır. Onlar, inanmadıkları ve sevmedikleri “müslümanca” bir hayatı sürdürmek zorunda kaldıkları gibi, âhirette de “kâfirlerden daha aşağı” derekede, sonsuz cehennem azabına çarptırılacaklardır.

Kâfir ve münâfıkların sırdaşı ve akıl hocası, şeytanlardır. Şeytanlar, insanların duygu ve düşüncelerine tesir etmeye, onun aklını çelmeye çalışırlar. Allâh’ın ihsan ettiği “ihlâs” nîmetine sahip mü’min kullar dışındaki herkes, şeytanın bu ayak oyunlarına ve türlü hilelerine kanabilir. O yüzden mü’minler, şeytanların oyuncağı hâline gelmiş kimselere karşı da uyanık olmalıdır.

Kâfirler ve münâfıklar, mü’minlerin “saf” îmanını hafife alır, onların Allâh’a ve Rasûlü’ne olan bağlılıklarıyla dalga geçerler. Ellerinden gelse, mü’minlerin olmadığı bir dünya hayali içinde yaşarlar. Bu sebeple sözlü ve fiilî olarak ellerinden gelen bütün imkânlarla mü’minlere, hayatı yaşanılmaz hâle getirmeye çalışırlar. Bu uğurda sahip oldukları her şeyi kaybetmeyi göze alırlar; uğruna gecelerini-gündüzlerini sarfettikleri mallarını feda etmeyi kabul ettikleri gibi, mü’minlerle savaşmak için canlarını bile vermeye hazırdırlar.

Rabbimiz, mü’minleri, kâfir ve münâfıklara karşı uyarmış; onların hile, tuzak ve beraberliklerine dikkat çekmiştir. Mü’minlerin, bu inançsız kimselere karşı tavrı, kesin, sert ve tavizsizdir. Mü’minlerin kâfir ve münâfıkları dost ve sırdaş edinmesi mümkün değildir. Akrabası bile olsa, beşerî münasebetler dışında onlarla aşırı bir sevgi ve samimiyetleri yoktur.

İnsanlığın binlerce yıllık tarihi, bu üç model insan üzerinden sürüp gitmektedir. Mühim olan kıyamete akan şu günlerde, insanın sık sık kendisini kontrol etmesi ve iç dünyasında, söz ve davranışlarında sapmalar varsa bunları telâfî etmenin derdine düşmesidir. Çünkü büyük kıyamet er geç gelecek olsa da, hepimizin sonu olan küçük kıyametlerimiz (ölümümüz) kapımızda beklemektedir. Bugünden yarına bıraktığımız şeyleri, yarın telâfî etme imkânımız olmayabilir. Çünkü bizim için bir gün gelir ve “yarın” kalmaz.

Rabbimizin insanlığa en büyük lütuflarından birisi, ölüm vaktine kadar küfürden ve nifaktan îmana geçiş kapısının açık tutulmasıdır. İnsan, dünya hayatında ne günah işlemiş olursa olsun, yaşadığı müddetçe îman ve tevbe kapısı yüzüne kapatılmamıştır. O yüzden ertelemenin, savsaklamanın, geçiştirmenin, bahaneler üretmenin sonu gelmeli ve bütün kapılar yüzümüze kapanmadan, yaptıklarımız yüzünden kalbimiz mühürlenmeden Rabbimizin kapısına yönelmeliyiz. Oraya döndüğümüz zaman, o kapının hep açık olduğunu, Cenâb-ı Hakk’ın affetmek üzere biz kullarını sabırsızlıkla beklediğini göreceğiz.

Ne mutlu, bu imtihan dünyasını, yüz akı ile tamamlayıp Rabbinin huzuruna tebessümle gidebilenlere!..

Ne yazık, kendi hayatını ve çevresini mahveden, ömrünü bir hiç uğruna heder edenlere… Dünyasını kaybettiği gibi, âhirette de nasipsiz olanlara!..

 

 

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle