Muhteşem Yaratılmış Zavallılarız

“Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz. Biz, bu vahşî mahlûklar topluluğu, düşünmüyoruz ki, buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir. Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harab olmuştur. Ey can, önce farenin şerrini def et, sonra buğday biriktirmeye çalış!”

Ne güzel söylemiş Hazret-i Mevlânâ… İşe nereden başlanacağına dair ayna tutuyor benliğimize…

Hayatın zamanı kovalayan bereketsiz günlerinde, elimizle biriktirmeye çalıştığımız suyu, dilimizle yere dökmekteyiz. Gece-gündüz binbir itinâ ile topladığımız sevaplarımızı, hiç hesap etmediğimiz dakikalarda hoyratça tüketmekteyiz. Bir kurşunla can almak, tartıdaki kalpleri karartan hile, yüreğimizi küflendiren haset bile bu tükenişin olmazsa olmazlarından değil… Dilden çıkan bir söz, sevdiğinin ya da sevmediğinin yokluğunda hoşnut olmayacağı bir kelâm yeter bu eriyişe…

Bizleri utandıran sırlarımızın yüzümüzü kararttığı anlarda, nûrumuzu dilenmek yerine, cür’et ve cesaretimiz başkalarının karanlık yüzüne gülmekte… Saklanacak o kadar çok günahımız varken ve sonsuzluğa gömülmelerini umut ederken, huzuru isyan ettiren kulak fısıltılarına olan heyecanımız, insanoğlunun câhilliğinden olsa gerek…

Bir söz vardır; zeki insanlar fikirlerden, orta seviye zekâ sahibi olanlar olaylardan, aptallar ise insanlardan konuşur diye… İslâm’ın, aklı, rûhun derinliği ile birleştiren yanı, bu sözü destekler mahiyette... Nitekim bizler, akıl sahibi insanlar olarak kendi zekâmızın kölesi oluyoruz kimi zaman… Yerinde kullanmıyor, doğru olanı seçemiyor, sonra da suçu hayata atıyoruz! Kadere yaslanarak günümüzü gün ediyor, kurtulduk sanıyoruz. Mutlu mu oluyoruz bu dile getirdiklerimizden… Seçtiğimiz kurbanın bize eğlence olan vasıfsız hâllerinden bahsederken, biz kariyer mi yapıyoruz kalplerde? Ne geçiyor elimize?

Ve bir hadîs-i şerîf bizi uyarıyor, sakladığımız onca günahı tedirgin edercesine…

“Kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa, Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah, kimin kusurunu araştırırsa, onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsvâ eder.” (Ebû Dâvud, İbn Ebî Dünya)

Bir korku kaplıyor içimizi, ama zamanla onu da hazmediyoruz. Yok ediyoruz, kurduğumuz gıybet cümleleriyle… Ama hatırladığımız anlarda yüce Yaratıcı’nın bize sunduğu merhameti de fark ediyor, acıyoruz kendimize… Bütün bu hased ve câhillik kokan dedikodu hikâyelerimiz, “diyen” ve “dinleyen” olarak pay ediyor günahı her birimize… Sonra adresimiz değişmiyor… Tilki-dükkân hesabı, dönüp yine af cümleleriyle arınmaya çalışıyor dilimiz, yüce Yaratıcı’ya secdemizde!

Biz, insanoğlu, ne kadar muhteşem yaratılmış zavallılarız… Her ânımızda bir makamdan bir diğerine iniyor ya da çıkıyoruz… Yükselmekten korkuyor, çoğu zaman üşeniyoruz… Ama zirvedekilere de saygıda kusur etmiyor, “şanslı azınlık” diye hemen etiketlendiriyoruz! Bir yolunu buluyor, günahımıza kılıf arıyoruz; dar gelen yüreğimizin kirli pencerelerini af damlalarımızla yıkıyor, temizliyor tiitzlikle yeni kirlere hazırlıyoruz. Sevdiğimiz arkasını döndüğü anda, bir başkasına göz kırpıyor dilimiz… Aynı ağızla hem cenneti istiyor, hem cehennemi diliyoruz!..

Ve bir gün bu zavallılığımız son bulacak, Yüce Yaratıcı’ya son tevbelerimizi yaptıktan sonra tertemiz arınarak kavuşacağımızı umud ediyoruz, susuyoruz!

Peki ya, kullarına olan haklarımız? Onları ne ile ödemeyi düşünüyoruz?!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle