Mekke’deki güzel günlerin ardından Medîne’de yüreğim çok acıdı. İçimdeki küçük kız, bir türlü susmak bilmedi, ağladı, ağladı.
Medîne’ye heyecanla varışımın ilk günü, uzaktan seyrettim, nazlı yârin zümrütten daha değerli kubbesini… Daldı gönül, hülyalara:
“-Geldim işte, ne bitmez bir seneydi.”
Dilim dönmüyordu, bıraktım kendimi, dökülsün gönülden niyazlar…
* * *
“Allâh’ım! Bizi, Nebiler Nebisi Efendimiz Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dininden ayrılmayanlardan, O’nun hürmetine tazim edip kelimesini (kelime-i şehâdet) azîz bilenlerden, ahdini (tevhid ve risâlet inancını) ve zimmetini (Kur’ân ve Sünnet) koruyanlardan, dininde samimî olan mensuplarına ve O’nun çağrısına yardım edenlerden ve O’na tâbi olanları ve O’nun ümmeti olmayı kabul edenleri çoğaltanlardan eyle! Bizi kıyamet günü, O’nun hamd sancağı altında toplanan zümreden, O’nun yoluna ve sünnetine aykırı hareket etmeyenlerden eyle!”
“Allâh’ım! Ben, O’nun sünnetine sımsıkı sarılmak istiyorum. O’nun getirdiği (emir ve yasak olan) şeyleri değiştirmekten sana sığınıyorum.”
“Allâh’ım! Cesetler arasında Efendimiz Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in cesedine, ruhlar arasında Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhuna, durak yerleri arasında O’nun durduğu makamlara, meşhedler (cesetlerin gömülü bulunduğu yer) arasındaki şu mübarek meşhedine, zikredilince zikrine, tarafımızdan Nebîmiz Efendimiz Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, âline ve tertemiz zevceleri olan annelerimize salât ve selâm eyle…”
* * *
Bu gün ziyaret etmeye hazır değildim. Çok kalabalıktı ve izdihamın olduğunu duymuştum. Ertesi gün ziyaret edecektim. Rûhumu ve bedenimi hazırlamalıydım. Medîne’deydim, artık ayaklar uzatılmamalıydı.
Şâir Nâbî geldi aklıma…
Hani şâir, hacca gitmeye niyet eder ve bir kafile ile yola koyulur. O dönemde günlerce süren meşakkatli bir yolculukla, ancak menzil-i maksuda ulaşılırmış. Şairin de içinde bulunduğu kafile, Medîne’ye yakın bir yerde, vakit geç olduğu için mola verir. Nâbî, mübarek yerlere yaklaşmış olmanın heyecanı ile bir türlü uyuyamamıştır. Gözleri etrafta gezinirken bir kişinin, farkında olmadan ayaklarını kıbleye doğru uzatarak yattığını görür. Böyle durumlarda çok hassas olan şâir, irticâlen şu mısraları söyler:
Sakın terk-i edebden kuy-ı mahbub-ı Huda’dır bu
Nazargah-ı İlâhî’dir makâm-ı Mustafa’dır bu
(Edebi terk edip edeb dışı hareket etmekten sakın!.. (Çünkü) Burası Allâh’ın Habîbi’nin beldesi; Rabbimizin her an nazar buyurduğu, Hazret-i Muhammed Mustafa’nın makamıdır!.)
Bu beyti duyan kişi, hemen toparlanır, ayağa kalkar. Davranışı kasdî değildir, ama çok utanır. Bir müddet sonra herkes toparlanır ve Medîne’ye doğru tekrar yola çıkılır. Sabah ezânları okunurken Medîne’ye yaklaşmışlardır. Fakat hayrete düşerler. Mescid-i Nebî’nin bütün minârelerinden müezzinler salâ verir gibi şu mısraları okumaktadır.
Sakın terk-i edebden kuy-ı mahbub-ı Huda’dır bu
Nazargah-ı İlâhî’dir makâm-ı Mustafa’dır bu
Namazlar kılındıktan sonra kafilede bulunanlar, büyük bir şaşkınlık içinde müezzine sorarlar:
“-Bu şiiri, şâir Nâbî, daha bu gece yolda iken söylemişti. Siz nereden biliyorsunuz?”
Aldıkları cevap hem ilginç, hem de muhteşemdir:
“-Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu gece rüyamızda bize bu beyti öğretti ve «Ümmetimden Nâbî isimli bir zât, beni ziyarete geliyor. Onu bu beyitlerle karşılayın!» diyerek sabah ezanından önce bu mısraları okumamızı istedi.” derler.
Bunları duyan Nâbî:
“-Rasûlullah Efendimiz, beni ümmetliğe kabul mu buyurdu? Bana «Ümmetim» mi dedi?” diyerek sevincinden olduğu yere yığılıverir.
* * *
Bu düşüncelerle dilimde salavâtlar başımı yastığa koyup uyumak istedim, ama nâfile!.. Heyecandan uyku tutmuyor. Zaten heyecanlı ve üzüntülü zamanlarımda hiç uyku tutmaz. Döne döne sabah namazı vaktini zor getirdim. Grubumuzdan dört-beş hanımla beraber buluşup kapıda beklemeye başladık. İçerisi çok kalabalıktı. Arkadaşlara:
“-Aman, şu andan sonra dünya kelâmına vedâ edelim. Sadece salavât-ı şerîfe getirelim.” diyerek elimdeki “Delâil-i Hayrât” kitabına gömüldüm.
O sırada kapılar açıldı. Koşanlar, birbirini itenler… Birbirine kızıp bağıranlar…
“-Ayağıma bastın, dikkat etsene!..” diyenler…
Kendime telkin veriyordum. Tıka kulaklarını, duyma, duyma!.. Ve Ashâb-ı Suffa’nın mekânına geliyoruz. İki rekât şükür namazı kılıyoruz, elhamdülillah! Vazifeliler, bir tarafa Türkleri, diğer tarafa Arapları, öbür tarafa da Afrika bölgesinden gelenleri toplamaya çalışıyorlar. Tabiî bir de söz dinlemeyen uyanık tayfalar var. Bunlar, her milletten olup ezip kırmayı dökmeyi sevenler… Bunlara söz geçiremeyen görevliler, önce bu grubun önünü açıyorlar. Koşuyorlar “Cennet Bahçesi”ne doğru, iki rekat namaz kılmak için...
Tabiî, herkes aynı anda koştuğu için ezilmeler, çığlıklar ve feryatlar başlıyor. Etrafımdakiler homurdanıyorlar:
“-Saatlerdir oturuyoruz. Bize sıra gelmiyor!..” diyorlar.
Birçoğu yaşlı ve abdestlerinden endişe ediyorlar, haklı olarak…
“-Türkler öne gelsin!..” diye işaret veriliyor, ayağa kalkıp öne doğru ilerlerken arkadan büyük bir grup hızla geliyor. Hepimizi ezerek, omuz atarak çığlıklar arasında içeri dalıyorlar. Görevlinin biri, arkasını dönüp gözyaşlarını siliyor. Tekrar oturtuluyoruz. Sıcak tam başımızın üstünde…
Böylece beklerken arkadan bir hacı grubu, oturanların üzerinden ayaklara basa basa öne doğru ilerliyor. Bir teyzenin ayağına basıyorlar. Türk olan teyzemiz acıyla:
“-Allah hepinizi kahretsin! Allah belanızı versin!” diye bağırıyor.
Yanına eğiliyorum:
“-Yapma teyzeciğim, az daha sabret! Burası duâ yeri, bedduâ yeri değil!..” diyerek tesellî ediyorum, ama nâfile…
O sırada Afrikalı dört hanım, görevliye yaklaşıyor ve:
“-Siz haksızlık yapıyorsunuz! Hep Türklerle Arapları alıyorsunuz; bizim derimiz kara, biz fakiriz, biz az sayıdayız diye bizi almıyorsunuz!..” diyor.
Görevli açıklama yapmaya çalışırken onlar ağlıyorlar. Bunun üzerine görevliye:
“-Nasılsa dört kişiler, önce onları alın. Belli ki, kalpleri çok kırılmış!..” diyoruz.
Görevli onları geçirirken arkadan hızla bir grup geliyor. Biz, o izdihamla içeriye nasıl girdiğimizi anlamıyoruz.
Çok utanıyorum. Peygamber Efendimiz bizden haberdar, kim bilir nasıl üzülüyordur, diyorum. Yaşadığım her şeye, buluşma hayalimin hazin bir sonla yok oluşuna, buna sebep olanlara kırık bir kalple “Cennet Bahçesi”nde namaz kılmadan hızla çıkışa varıyorum. Ve kendi kendime bir karar alıyorum;
“-Böyle ziyaret olacaksa hiç olmasın, bir daha içeriden ziyaret etmeyeceğim!..” diyorum.
İçimde târifsiz bir hüzün… Gözyaşı döke döke otelime varıyorum. On gündür olmayan uykusuzluk sıkıntım tekrar nüksediyor. Ardından şiddetli bir grip, beş gün odamdan çıkamadan yatıyorum. Bazen kendimi iyi hissediyorum; Kubbe-i Hadrâ’nın önünde biraz oturup geri dönüyorum.
“-Ben sana dargın değilim, ben buluşmama engel olanlara sitemliyim!.. Ben dışarıdan da seni selâmlarım!..” diyorum, ama gönlüm mutmain değil...
Ayrılığın ya da kavuşamamanın altıncı günü sabahı, tatlı bir sevinçle uyanıyorum. Günlerdir sıkıntıyla boğulan yüreciğime Nebevî bir müjde veriliyor âlem-i rüyâdan... Şöyle ki:
“Yeşil Kubbe’nin önündeyim. İçeride izdiham… Koşuşan insanlar… Yine en nâzenin ziyaretimin kâbusa dönüşme korkusu içindeyken bir ses:
“-Efendimiz, ümmetinin kendisini ziyaret etmesinden hoşnut!.. Koşarak kendine gelmelerinden, kalabalıklar hâlinde olmalarından memnun!..”
* * *
Sonra düşünüyorum ve ziyârete Nebevî gözlükle bakmaya çalışıyorum. Dünyanın her yerinden insan… Hepsi ümmet, hepsi Peygamberini seviyor, hepsi hasretle koşuyor. Tabiî içlerinde câhiller de var. Onlar da bilmedikleri için, yaptığı edeb noksanlıklarından sorumlu değil!.. Bilenler daha edepli, daha sabırlı olmalılar!..
Ve gerçekten bizim Peygamberimiz, çok “Raûf” ve çok “Rahîm”… Gerçekten ümmetine çok şefkatli, çok merhametli bir peygamber… Tıpkı Tevbe Sûresi, 128. âyette geçtiği gibi...
“And olsun, size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”
* * *
Bayramın birinci günü tekrar hazırlanıyorum. Bu defa hem ziyaret, hem bayramlaşmak için tarifi imkânsız bir huzurla gidiyorum.. Bir yandan da duâ ediyorum.
“-Ne olur Rabbim, edep ve usûlüne uygun, huzurlu bir ziyaret olsun; tadına varayım vuslatın…”
Mescide varıyorum. Kapılar sonuna kadar açık! Herkes rahat rahat içeriye giriyor, ellerde Yâsînler ve salavât-ı şerîfe kitapları… Kimileri oranın hademelerine sadakalarını, bayram harçlıklarını veriyor. Onlar da sevinçten parlayan gözlerle ve kısık bir sesle:
“-Şükrân (Teşekkürler)!..” diyorlar.
Huzurla ilerliyoruz; gözlerime inanamıyorum. İçerisi çok sâkin... Doya doya seyrediyorum içeriyi… Aklıma, eski Mescid-i Nebevî krokisi geliyor.
“-Burası Âişe annemiz ve Sevde Annemizin odası ise, şu taraf diğer annelerimizin odalarının olduğu yerlerdir.” diyerek koşuyorum o tarafa…
Belki gönüller sultanı Efendimizin alnı burada secdeye varmıştı, belki benim alnım da aynı noktaya secdeye varıyordur diye sevinç gözyaşlarımı akıtıyorum. Efendimizin teheccüd namazını kıldığı yeri arıyor gözlerim.
Biliyorum ki, oradaki her sütun, Efendimizin dayandığı, veya önünde namaz kıldığı, ashabıyla ağladığı, îtikafa girdiği çadırın bulunduğu ve dahî Cibrîl’e Kur’ân okuduğu yerler... Zamanında kaybolmasın diye oralar hurma ağaçlarından yapılan sütunlarla belirlenmiş. Bu gün bu mermer sütunlar da aynı yerlere yapılmış ki, bu izler kaybolmasın.
Huzurla yeşil halının üzerine geliyoruz. Efendimiz’in hadîs-i şerîfleri aklıma gelince, gönlümde bir sürur, yüzümde bir tebessüm hâlesi…
“Minberimle evim arasındaki şu yer, cennet bahçesidir. Oranın kıymetini hakkıyla bilseydiniz, orada namaz kılabilmek için birbirinizle yarışırdınız.”
Gerçekten orada küçük bir izdiham, tatlı bir yarış var. Ama gözüm, Efendimiz’in en çok namaz kıldığı, vefatından sonra da Hazret-i Âişe Annemizin namaz kıldığı yerde namaz kılmak… Herkes tanıdıkları için bir çember oluşturuyor ve sırayla burada namaz kılıyorlar.
Ama ben bu defa yalnız geldim. Etrafıma bakıyorum, tanıdık yok!.. Bekleyeyim şimdi boşalır derken bir itişme ve o sütunun önündeyim. Görevli elini uzatıyor:
“-Namaz kıldın mı?” diye soruyor.
“-Hayır.” diyorum.
Hemen kollarını açıyor:
“-Haydi kıl!..” diyor ve ben gözyaşları içinde namazı kılıp teşekkür ediyorum.
Uzaklaşırken herhalde melekler bana gülüyordur.
“-Sen kimin ev sahipliğini sorguladın!.. Bak, istediğinden daha âlâsıyla ağırladı, en kutlu ev sahibi!..”
Gerçekten bir kez daha hissediyorum ki, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ölmedi. Sadece öbür âleme geçiş yaptı. Peygamberlik ise, ilk geldiği günkü gibi dipdiri…
Otelimize varıyorum. Küçük bir umreci kızımız, elimi çekerek:
“-Sizi rüyamda gördüm!” diyor.
“-Hayırdır, anlatır mısın?” diyorum.
Mescid-i Nebevî’de yangın çıkmış. Alevleri, otelimizin penceresinden gözüküyor. Herkes gibi biz de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek cesedini ateşten kurtarmak için koşuyoruz. Herkes içeri giriyor, fakat geniz yakan dumandan etkilenip geri çıkıyorlar. Siz ve ben, başörtümüzü ağzımıza, burnumuza dolayarak içeri dalıyoruz. Görevliler:
“-Girmeyin, yanacaksınız!..” diyorlar.
Biz dinlemeyip giriyoruz. Ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübarek cesedine kadar varıyoruz. Bembeyaz kefeniyle orada onu kucaklayıp çıkarmak için eğildiğimizde, benim başörtüme ateş tutuşuyor. Siz bana:
“-Başörtünü çıkar, at, yanacaksın!..” diyorsunuz. Ben:
“-Hayır, Efendimizin yanında başı açık duramam, edepsizlik olur!..” diyorum.
Sonra güç bela başörtüdeki ateşi söndürüp Efendimizi beraber kucaklayıp dışarı çıkıyoruz. Herkes, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek cesedini görebilmek için toplanıyor. Ama Efendimizin cesedi, bembeyaz bir nûr yumağı olduğundan kimse tam mânâsı ile göremiyor. O sırada Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle sesleniyor:
“-Ümmetim, benim cesedimin çok da ehemmiyeti yok!.. Önemli olan sünnetimi yaşamanızdır. Ve bana çokça salavât-ı şerîfe getirin, bana çok duâ edin!..” buyuruyor.
Küçük kızın bu anlamlı rüyasından sonra, şunu bir kez daha anlıyorum ki; Efendimizi ziyaret etmek mutlaka çok sevap!.. Ama ondan daha sevap olan ise, O’nun nûrlu yolunda, O’nun izinden gitmek… Sünnet-i seniyye ile süslenerek salavât-ı şerîfe ile kurulan mânevî buluşmalar ise, hepsinden daha da sevap daha kıymetli…
* * *
“Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed!”
Allâh’ım! Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetimizi kat kat artır. Kendisinin ve mertebelerinin hatırına, O’nu bize tanıt. O’nun yolundan gitmeye, edebini ve sünnetini yaşamaya bizi muvaffak kıl. Bu konuda bize azim ver. Efendimiz’i iki cihanda görmekle bizleri şereflendir. Kendisiyle konuşmayı lutfederek bizi sevindir. Müşkilleri, engelleri, aracıları ve perdeleri aradan kaldır. O’nun tatlı hitâbıyla kulaklarımızı nasiplendir. Bize, Efendimiz’in ilim ve irfanından faydalanmayı nasip eyle. O’nun hizmetine bizi lâyık eyle.
O’na olan salâtlarımızı öyle tam, tertemiz ve ışıl ışıl bir nûr kıl ki, o nûr, her türlü zulmü, karanlığı, şüpheyi, şirki, küfrü, yalanı ve günahı silip yok etsin!
Ve o salâtımızı, arınmamıza sebep kıl! Bizi, onun sayesinde ihlâs makamının zirvesine ulaştır. Tâ ki, Sen’den başkasına kulluk yapılmayacağı hususunda, içimizde hiçbir şüphe kalmasın. Böylece Sen’in huzuruna lâyık olabilelim ve hususî dostların arasına katılabilelim.
Bütün bunları her zaman Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in edebine sünnetine sımsıkı tutunarak, O’nun yüce şahsiyetinden medet alarak yapmamızı nasip eyle Allâh’ım!
Ey Allah!.. Ey Nûr!.. Ey Hak!.. Ey Mübîn!..
Âmin, ey Muîn!..
YORUMLAR