Dildeki Tehlike

İslâm Dîni, her türlü emir ve yasaklarıyla insanın iyiliğini ve güzelliğini esas almış ve bu konuda ona birçok kolaylıklar sağlamıştır. Yolda eziyet veren dikeni kaldırmanın mükâfâtından tutun da niyet edip gerçekleştiremediğimiz güzel işlere, karşılaştığımız insanlara selâm verip hâl-hatır sormaya bile mükâfat vaad etmiştir.

Bunun yanında insanın hem kendi iç dünyasında, hem de sosyal hayatında rahatsızlık doğurabilecek düşünce ve faaliyetlerden uzak durması için de birtakım yasaklar/cezalar belirlemiştir. Özellikle çevremizle iletişim kurmamızı sağlayan ağzımızdan çıkan “söz”e çok dikkat çekmiştir. Zira; Yûnus Emre’nin buyurduğu gibi;

“Söz ola kese savaşı

Söz ola kestire başı,

Söz ola ağulu aşı

Yağ ile bal ede bir söz”

Ağzımızdan bir çırpıda çıkıveren, bazen savaşlar kesen, bazen başlar kestiren söz hakkında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur;

“Kişi, cennete öylesine yaklaşır ki, cennet ile arasında ancak bir karış mesâfe kalır. Bu durumda bir söz söyler ve bundan dolayı cennetten, buradan San’a’ya[1] kadar bir mesâfe uzaklaştırılır.” (Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, 4/64)

 “Kişi bir söz söyler ve onda bir mahzur görmez. Hâlbuki o söz sebebiyle yetmiş yıl cehennemin dibine düşer.” (Tirmizî, Zühd, 10)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir başka hadîs-i şerîfinde de:

“Kişi, Allâh’ın rızasına uygun bir söz söyler ve buna kalbinde bir önem vermez. Ancak Allah Teâlâ bu sözden dolayı onu pek çok derece yükseltir. Yine kişi, Allah Teâlâ’yı öfkelendiren bir söz söyler ve bunu önemsemez. Fakat bu söz sebebiyle cehenneme yuvarlanır.” buyurmaktadır. (Buhârî, 6478)

Şimdi de Rasûlullâh’ın bulunduğu bir meclise misafir olalım. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla otururlarken başını göğe kaldırdı, sonra indirdi, sonra yine kaldırdı. Bu hareketin sebebi kendisine sorulunca:

“Şu topluluk, Allâh’ı anıyorlardı. Bunun üzerine meleklerin taşıdıkları sekînet (rahmet ve huzur) kubbe gibi onların üzerine indi. Bu sekînet, onlara iyice yaklaşmıştı ki, içlerinden bir adam, bâtıl bir söz söyledi. Böylece sekînet hemen onların üzerinden kaldırıldı.” buyurdu. (Kitabu’z-Zühd, 943)

Ağızdan çıkan her söz, kişiyi maddî ve mânevî tanıtan/ifade eden bir takdim şeklidir. Îmanda kalp ile tasdîkten sonra, dil ile ikrar şart kılınmıştır. İbâdetlerin birçoğunda da dil, kalbin niyetini tamamlayan bir unsurdur. Bu sebeple olmalıdır ki, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîfte, insanoğlunun sabahladığı her gün bütün organların “dil”e yalvararak şöyle dediklerini haber verir:

 “Bizim hakkımızda Allah’tan kork! Çünkü biz sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer sen eğri olursan, biz de eğri oluruz.” (Tirmizî, Zühd, 61)

Söylenen her sözün ehemmiyetine ilâveten bir de karşımızdakini inciten/kıran sözlerin söylenmesi durumu vardır ki; bu sözler, hem uhrevî cezâ bakımından daha ağır, hem de işlemiş olduğumuz sâlih amellere vermiş olduğu zarar bakımından daha tehlikelidir.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatır:

Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile otururken karşımızdan Hazret-i Safiye -radıyallâhu anhâ- geçti de ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

“-Safiyye’nin boyunun kısa olması sana yeter!..” dedim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Ey Âişe! Öyle bir söz konuştun ki, denize atılsa, denizi bulandırır ve kokuturdu!..” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tirmizî)

Yüzüne karşı söylenildiği takdirde insanı rahatsız edecek, her söz “gıybet” sayılmıştır. Bu sözün doğru olması hâlindedir. Kişiyi rahatsız edecek söz, gerçeği yansıtmayan, yalan veya yanlış bir söz ise buna “iftirâ” denilmektedir.

“-Ben, bunu onun yüzüne de söyledim/söylerim.” demek de gıybeti hafifletmez.

Eğer söylenen şey, bahsi geçen kişiyi, duyduğunda rahatsız edecek bir ifade ise, bu her durumda gıybettir. Ve gıybet, âyet-i kerîmede anlatıldığı üzere, ölmüş kardeşinin etini yemek kadar kerîh görülmüştür.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Hazret-i Ömer ve Hazret-i Selman -radıyallâhu anhümâ- ile sefere çıkmıştı. Bir konak yerinde çadırlar kuruldu, yemekler hazırlandı. Bu esnada Selman -radıyallâhu anh- uyuyakalmıştı. Bazı kimseler de aralarında konuşup şöyle dediler:

“-Bir kısım insanlar hep hazıra konmak isterler. Beklerler ki, her şey hazırlansın, düzeltilsin, yemek önlerine gelsin de yesinler.”

Derken Selman -radıyallâhu anh- uyandı. Kendisini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gönderdiler ve yiyecek getirmesini istediler. Selman -radıyallâhu anh-, Rasûlullah Efendimizin huzuruna çıktı:

“-Yâ Rasûlâllah! Arkadaşlarım ekmeklerine katık istiyorlar.” dedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- büyük bir sükûnetle:

“-Onlar şimdi katıklarını, yemeklerini yediler.” buyurdu.

Selman -radıyallâhu anh- geri döndü ve Peygamber Efendimizin sözlerini arkadaşlarına bildirdi. Arkadaşları şaşırdılar, bu sözden bir şey anlayamadılar.

“-Biz henüz bir şey yemedik. Ama Rasûlullah Efendimiz yalan söylemez. Gidip soralım, bize neden böyle buyurduğunu anlayalım.” dediler.

Ve Rasûlullâh Efendimizin huzuruna çıkarak sordular:

“-Yâ Rasûlâllah! Bizim için «yemek yediler» buyurmuşsunuz. Oysa biz daha bir şey yemedik. Lütfedin, bize bu sözün mânâsını izah buyurun.” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevap verdiler:

“-Sizler, uyuyan arkadaşınızın aleyhinde konuşarak katıklandınız; yani yemeğinizi yediniz.” diyerek şu âyeti okudular:

“Ey îmân edenler! Zannın fazlasından sakının. Zira zannın bazısı günahtır. Bir kısmınız diğerinin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?” (el-Hucurât, 12)

Bir gün ashâb-ı kiram, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bir adamdan söz ettiler ve:

“-Filanca (kendisine bir şey) yedirilmedikçe yemez! (Bir şeye) bindirilmedikçe (kendi başına) binmez!” dediler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Kardeşinize kendisinde bulunan bir özellikle gıybet ettiniz!” buyurdu. (Kitabu’z-Zühd 705)

 Peygamber Efendimizin de dikkat çektiği gibi, gıybet, bir müslümanın kendisinde var olan bir eksiklik veya hatasını ifade ederek onun mânevî şahsiyetine saldırmaktır.

Bu sebeple gıybeti tasdik etmek, gıybet yapılan yerde sessiz kalmak da gıybet sözünü bizzat söylemek gibidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Kimin yanında müslüman kardeşinin gıybeti yapılır da gücü yettiği hâlde onun gıybetinin yapılmasına engel olmaz veya onu savunmazsa, Allah, o kimseyi dünyada da âhirette de zelîl eder.” (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr 19/418)

Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-

“Her kim, gıyâbında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder.” buyurmaktadır. (İbn-i Ebi’d-Dünya)

Dünya ve âhirette bizim huzur ve refahımızı isteyen dînimiz, bizlere çok fazla yük yüklememiştir. Sadece bizleri, iki cihanda da koruyacak, madden ve mânen yükseltecek hak ve sorumluluklar yüklemiştir. Biz de bu hak ve sorumluluklara dikkat ettiğimiz ölçüde selâmet buluruz. Bu sorumlulukların başında dilimizi korumak gelir. Bu hususta Peygamber Efendimiz’in şu tavsiyesini hatırlatarak yazımızı tamamlayalım:

“Size en kolay ve bedeninize en hafif gelecek ibâdeti haber vereyim mi? Bu, hayır konuşmadığın zamanlarda susmak ve güzel ahlâklı olmaktır.” (Câmiu’s-Sağîr, 1546)

 

[1] San’a, Arabistan yarımadasının öbür ucundaki Yemen’de bulunan bir şehirdir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle